Zaman zaman sorular ve çok kere de birbirinden farklı cevaplar alınır:
– Türk kimdir? Düşüncesi, ahlâkı, seciyesi, mânevî inançları ve maddî anlayışı nasıl olan bir insan tipidir?
Türk, gerek şahsiyet olarak, gerek topluluk olarak, her şeyden önce nizamsever bir insan ve millettir. Nizamcılığı dolayısiyle daima hakka ve hukuka riayetkârdır. Doğruyu aramak, birinci şiârıdır. Onun için de meşruiyete taraftar ve hürmetkârdır. Kargaşadan nefret eder, sükûneti sever.
Bu hususiyetleri dolayısiyle, Türk, verdiği sözü namus sayar, Bunu gerek şahsî hayatında, gerek devlet politikasında en büyük prensip telâkki eder. Unutulmamalı ki, Eski Çağ’da, Türkler, devletlerarası andlaşmalarda bile söz vermekle yetinirlerdi ve bu sözü mutlaka tutarlardı.
Türk töresi, en geçerli olduğu zamanlarda bile, yazıya geçirilmemiştir. Sözlü olması yeterliydi. Riayet edilmemesi ise, ağır cezaî müeyyideleri beraberinde getirmekteydi. Hatırlatmak lâzındır ki, gerek o zaman, gerek içinde yaşadı ğımız çağda birçok milletler yazılı taahhütlerini bile yerine getirmekten cayabilmektedirler.
Türkler, yalancılıktan nefret ederlerdi. Bunu en büyük âdilik olarak görürlerdi. Anarşiyi reddetmeleri ise, pek çok tarihî hâdiseyle ortaya çıkmıştır. Haklı idareye gönülden bağlanırlar, onun devamı ve istikrarı uğrunda hayatlarını seve seve feda ederlerdi. Türklerin teşkilâtçılığa hayran olmaları, bizzat teşkilâtçı bir millet olmalarından ileri geliyordu.
Türkçe bile, Türkler’in anarşiden, düzensizlikten, karışıklıktan nefretlerini, nizama ve teşkilâtçılığa bağlılıklarını gösteren en şaşmaz delildir. Türk dilinin düzeninde özne, nesne, fiil gibi haller bir tertip dahilinde sıralanır, yerleri değiştirilemez. Türkçe konuşmak için, önce düşünüp tasarlamak gibi bir zihnî disiplin gereklidir.
Nizamcılık, Türkleri hukuk fikrine ve ona saygıya götürmüştür.
Peki, hukuk neyi gerektirir?
Önce, adaleti ve eşitliği.
Şu hâlde, Türk’ün bir başka vasfı adaletçi ve eşitlikçi olmasıdır. Tarih boyunca, bunun pek çok belirtileri görülmüştür. Türk toplumunda imtiyazlı kimse bulunmazdı. Kağandan basit bir yurttaşa kadar, herkesin eşit olması gerekirdi. Kölelik, bunun için Türkler arasında yer bulamamıştır. O çağlarda, düşünülmeli ki, Batı ve Doğu kavimlerinden çoğu asil-köle gibi ayırımlara tâbi tutulmaktaydı. Hindistan’da kast sistemi vardı. Avrupa’da derebeylik, toprakla alınıp satılan insanlar mevcuttu.
Böyle özellikleri, Türk’ün, sınıf fikrine ve tatbikatına tamamiyle yabancı kalmasına sebep olmuştur. Dünyanın başını yemeye çalışan, uğruna yeni rejimler kurulan ve türlü karışıklıkların tohumu yapılan “sınıf” kavramı Türkler’de asla mevcut olmamıştır. Bugün, Türk toplumunu sınıflar hâlinde bölmeye, sınıf particiliği, sınıf sendikacılığı yapmaya kalkışan mihraklar, ya bu fikre yabancıdır veya kasıt sahibidir.
Türk toplumunda herkes vicdan hürriyetine sahip bulunmaktaydı. Onun içindir ki, Türkler, gittikleri her yerde kolayca devlet kurabilmişler, başka toplulukları da yönetimleri altında huzur, sükûn ve bolluğa kavuşturabilmişlerdir.
Türk’ün, şüphesiz başka vasıfları da vardı. Meselâ, insan sevgisi, mâneviyatçılık, gerçekçilik… gibi.
Bu özelliklere sahip olan Türklerin, dünyanın başka yerlerinde örnekleri görülen ve aynı cinsten insanların ortaklaşa malı olan rejimleri aynen benimseyip onları taklit etmesi gerekli midir?
Hayır!
Tarihin derinliklerinden gelen bu mümtaz özellikler, Türk’e, kendi rejimini ve yönetim tarzını seçme, onu tatbik etme imkânını ve zaruretini de getirmektedir.
Bu sebepledir ki, orada-burada, rejim kopyacılığı peşinde koşanların, kuzeyden-güneyden modeller arayanların bu gayretlerine şüpheyle ve biraz da hayretle bakıyoruz. Bu, çıkmaz bir yoldur. İflâsa mahkûmdur.
Türk milleti, kendisine refah ve saadet getirecek öz rejimini elbet bulacak ve onunla yönetildiği zaman asıl huzura kavuşacaktır.
Arayış, şimdilik devam ediyor. Ama, bir gün, bunun mutlaka başarılacağına inanmamız lâzımdır.