Kerkük ve çevresindeki topraklarda yaşıyan Türklerin bulundukları yerleri bir harita üzerinde belli bir renge boyayarak işaret edersek, dikkatimizi çekecek ve belki de merakımızı uyandıracak bir şekil ortaya çıkar. Umumî çizgileriyle ince uzun bir şerit; her iki ucu da sivrilerek eriyor. Bu şeridin alt ucu Bedre ve Mendeli’nin ötesinde, Nokta Tursak ve Tepe Tursak’a varır. Şeridin üst ucu ise Hamam Ali civarlarında hemen hemen Musul şehrine gelip dayanır. Şeridin ortasında, en kalın yerinde, Irak Türklüğünün kalbi olan sevimli, tatlı, cana yakın Kerkük vardır. (Handiyse mübarek Kerkük diyesim geldi).
Bu şeridin bir yanında Araplarla meskûn yerler, öbür yanı sıra ise Kürtlerle dolu yerler alabildiğine uzayıp gider.
Iraktaki Türklerin yerleşik bulundukları sahanın bu şekli üzerinde düşünmüş olanlar çok kere sebebini şöyle izah ederler: Bu şerit eski Osmanlı İmparatorluğu ile İran İmparatorlukları arasındaki tarihî sınırın, aşağı yukarı, üstüne düşer. Osmanlı hakanları İran’a karşı bir set kurabilmek için bu sınır boyuna kuvvetli ve güvenilir savaşçı unsurlar yerleştirmek lüzumunu duydular.
Bu unsurlar ancak öz Türk kanını taşıyanlar olabilirdi. Onun için bütün bu sınır boyunca Anadolu’dan getirdikleri Türkleri yerleştirdiler. Bugünkü Irak Türkleri o eski sınır bekçisi Türklerin torunlarıdır. (Bugün de başka ve daha ince bir mânada sınır bekçisidirler. Türk dilinin ve harsının sınır bekçiliğini, bu sefer silâhtan değil, sırf gönülden gelen kuvvetle, yapıyorlar.)
Yukarıdaki izah şeklinde doğrunun payı büyük. Ancak hepsi bu kadar değil. Çünkü bugün Irak Türklerinin yaşadıkları şerit tam kuzeyden güneye doğru diklemesine inmiyor. Kuzeyden güneye doğru inerken batıdan doğuya doğru da kayıyor. Öyle ki, handiyse kuzey-batıdan güney-doğuya doğru gidiyor diyebileceğiz. Oysaki, tarih boyunca Türk-İran sınırını tarih atlaslarında takip ettiğimiz zaman görürüz ki, bu sınır, boyuna ileri geri oynamakla beraber, ve bazan bir ucu biraz doğuya doğru kıvrılmakla beraber, çok kere ortalama düz bir hatla kuzeyden güneye inmiştir. Hatta bazan kuzey ucunda sınırın güneyde olduğundan daha fazla doğuya taşdığı da olurdu. O halde Irak bölgesinde aşağı yukarı sınır boyuna yerleştirilen Türkler o b bölgenin kuzey taraflarında batıya doğru ve güney taraflarında doğuya doğru kaymışlardır. Yahut da bütün bu bölgelere Türkler yerleştirilmişte kuzey yönündekilerin batıda olanları ve güney yönündekilerin de doğuda olanları daha iyi tutunmuşlardır. Acaba neden?
Bunun sebebini bulmak için bütün tarih boyunca bütün kıt’alarda Türk göçlerinin ve Türk soyunun kurduğu yeni vatanların yerlerini tetkik etmek ve bundan bazı kaideler çıkarmak gerekir. Bunu yaptığımız zaman görürüz ki, bazı çeşit yerler Türk soyunu mıknatıs gibi çekegelmiştir. Türkler o yerleri çarçabuk benimsemişler ve o yerlerde bütün özlüğü ve koyuluğu ile yeni bir Türk anayurdu meydana gelmiştir. Meydana geldikten sonra da kolay kolay sarsılmamış ve kaybolmamıştır. Bunu, bazı yerler için, bütün tarih boyunca ve tekrar tekrar görüyoruz.
Meselâ şimdiki Macaristan toprakları böyle bir yerdir. Hun’lar, Avarlar, en eski çağlardan beri Avrupanın göbeğine doğru gelişen bütün Turanlı istilâ hareketleri, en fazla Macar ovalarına doğru yönelmişler, en fazla orada kalmışlardır. Başka yerlerde hemen hiç eser bırakmadan kum üstünden akıp giden sel gibi geçip kaybolan Türk kavimleri Macar ovasına gelince, bakıyoruz ki orada yerleşiyor ve çok kere en az birkaç nesil tutunuyor. Atillâ istilâsında, Çingiz ordularının hareketinde de aynı şeyi görüyoruz. Macar ovasında, diyebiliriz ki, bir Türk kavminin istilâ dalgasının insan ve eser olarak bıraktığı izler tamamen silinmeden ikinci bir dalga gelmiş ve yeni bir Turanlılık aşısı daha vurmuştur. Tarihin en eski çağlarından beri gelen Turanlı kavimlerinin torunlarının üzerine, yine Türanlı bir kavim olan Macarların da gelmesiyle bugünkü Macar milleti, karışmalarla bir hayli değişikliğe uğradıktan sonra, teşekkül etmiştir. Bugünkü haritaya baktığımız zaman gördüğümüz manzara da dikkat çekicidir: Çepeçevre her yönden İslav ve Cermen milletleriyle çevrilmiş bir ada hâlinde kalan Macar ovasında bugün yaşıyan Macar milleti orta Avrupa milletleri arasında Turanlı asıldan sayılan tek millettir.
Macaristan ovalarının bu “Türklüğü çekme ve Türklükle kolay kaynaşma” hassasını Osmanlı çağında da biraz görürüz. Coğrafya icabı, Macar ovaları Osmanlı atlılarına Avrupada fethedilen yerlerin en uzağı olduğu halde, ve en geç gidilen, en erken dönülen yerler oraları olduğu halde, bugüne kadar yaşıyan binbir menkıbede ve türküde hâlâ Avrupadaki yerler arasında Türk dilinde en fazla oraların hasreti ve acısı tüter. Adı bile hemen hemen unutulup giden daha nice ülkülere karşılık “Nazlı Budin” ve “Tuna boyları”nın acısı ve hasreti hemen hemen bugüne kadar dinmeden gelmiştir.
Orta Anadolu’da da bu hassa (hem de ne kadar kuvvetle) görülür. “Taşı toprağı Türk olmak” denilen hali bugün Orta Anadolu’da görüyoruz. Hatta o kadar ki, Orta Asya’daki eski Türk anayurdu ile bugünkü Orta Anadolu’daki küçük anayurt arasında Türklük havasını taşımak bakımından en ufak bir fark sezilmez. Orta Anadolu’nun Türkleşmesi tarih bakımından âdeta mucizevî bir mahiyet gösterir. 1071 Malazgirt savaşından once Türklükten eser taşımayan o topraklar 3 yüzyıl kadar sonra, Nasreddin Hoca’nın devrinde o kadar saf, temiz ve koyu şekilde Türk olmuştur ki, Nasreddin Hoca fıkralarını okurken binlerce yıllık bir Türk yurdunun, hatta belki hiç bir zaman Türk’ten başkasına ait olmamış bir yurdun, içinde geçen şeyler anlatılıyor gibi gelir bize. Üstelik şurası çok dikkate değer: Nasreddin Hoca çağında, yani bundan 600 yıl kadar once, pürüzsüz şekilde Türkleşmiş olan Orta Anadolu’ya karşılık, Anadolu’nun çepeçevre sahil boylarında daha 40 yıl evvelsine kadar Rumlar ve Türkler karışık otururlardı. Halbuki Anadolu’nun orta kısmının fethedilmesi ile sahil boylarının fethedilmesi ortalama ancak 50-100 yıl aralıklıdır.
Neden bazı topraklar böyle ezelden beri Türk’e hasretmiş gibi, Türklüğe kavuşunca ona sımsıkı sarılıyor ve Türklükten bir türlü ayrılmak istemiyor? Yahut başka türlü diyelim: Neden başka toprakların üzerinden seller gibi akıp giden Türklük, bazı yerlere gelince o yerlerin çarçabuk içine işliyor ve Türkün ruhu o yerlerle kaynaşıp birleşiyor?
Bunun sebebini ararken gözümüze çarpan nokta şu: Bütün bu “Türk’ü çeken topraklar”da birbirine benzeyiş var. Hem de çok yakından benzeyiş. Bu toprakların hepsi, tıpkı Türklerin Orta Asya’daki topraklarının çoğu gibi, düz veya hafif dalgalı otlaklardır. Türkler sıkı ormanlık yerlerden hoşlanmıyorlar. Sıkışık dağlık yerlerden de. Aşırı münbit vaha sahaları da Türklere pek uygun gelmiyor. Meselâ, Orta Asyada Buhara civarlarında en koyu ziraat yapılan bazı vaha ve ırmak kenarlarının daha ziyade Taciklerle meskûn olduğunu ve buraların çepeçevre etrafında uzanan otlu açık ovalarda da yalnız Türk boylarının gezindiklerini görüyoruz. Pamir yaylâlarındaki ve Kuenlun dağlarındaki durum da dikkate değer: Bu yerler Türklerin binlerce yıllık anayurtlarının tam bitişiğinde olduğu halde, dünyanın en uzak uçlarına kadar uzanan ve yayılan Türklerin sanki bu burunlarının dibindeki yerleri bir türlü beğenmemişler gibi, tarih boyunca Türklerin bu dağlık yerlerin pek çok kısmına hemen hiç ayak basmadıklarını veya çok kısa müddet kalmış olup sonra buraları tamamen Patanlar ve Efganlar gibi kimselere bıraktıklarını görüyoruz. Bu hal belki Türk’ün at ve hareket sevgisinden geliyor. Yani Türk, sevgili atından uzak kalmayacağı ve tamamen hür ve engelsiz olarak dolaşabileceği yerlerde kendini daha iyi buluyor. Dağların cenderesi, Türkün ezelden hür ruhunu sıkıyor. Ormanların esrarlı, kapanık havası ve ruhu da Türkün berrak, engin ve serbest yaradılışını okşamıyor. Türkün atı olmadığı ve hareket serbestisi kalmadığı zamanlarda bile, Türk oğlu atalarının ruhunu okşayan geniş ufuklu, otlaklı, bazan hafif çorağımsı topraklarla kaynaşmış, o çeşit toprakları sevmiş ve o çeşit toprakların dilinden anlamıştır.
Sözü Irak Türklerinde bitirelim. Irak’taki Türklerin şimdi yaşadıkları şeritteki topraklar tarihin hercümerci içinde tesadüfen Türk’ün payına düşmüş ve bugün tesadüfen üzerinde Türklerin yaşadığı bir yerden ibaret değildir. Oraları Türk’ü çeken ve Türkü özleyen cinsten olarak yaratılmış topraklardır. Bunun bir delili o toprakların havası ve çehresidir: Tatlı dalgalı, açık ve berrak göklü, suyu az ile orta arası, kendi haline bırakılınca çayırlık olmaya kayan, hür ve temiz çehreli topraklar. Diğer delili de tarihin önümüze serdiğidir: O diyarlardan gelip geçen ve oralarda yerleşen Türkler başka yerlerden silindiği halde o şerit boyunca tutunmuş ve oraları bugüne kadar Türk kalmıştır. Hem de taşını toprağını dinlesek “Türk’üm” diyecekmişçesine. Bunu derinden derine duyarak ve bilerek yaşamak oralardaki her Türk’ün hem hakkı hem de vazifesidir.
(Fuzûlî, Temmuz 1958)