Orta Doğu, oldum olası dinî ve siyasî karışıklıkların cirit attığı, bunlara bağlı olarak da terörün kol gezdiği bir coğrafyadır.
Günümüzdeki Filistin, Irak, Lübnan -bir aralık Yemen- terörün acısını çeken Orta Doğu ülkeleri. Daha eskilere gidersek, İran’daki Mazdek ve Kava ihtilâlleri bunun bir başka belirtisi. Hele Afganistan, artık tam anlamıyla fitne yuvası. Bu ülkelerdeki karışıklıklar, yakın geçmişte yüz binlerce cana mal oldu. Hiç şüphe yok ki, birileri Orta Doğu ülkelerini karıştırarak ve birbirine düşürerek çıkar sağlamaya çalışıyor.
11-12. yüzyıllarda da böyle bir fesat hareketi ortalığı kasıp kavurmuştu. O dönemde Haşhaşîler denilen bir zümre, çeşitli suikastlerle nice can almıştı. Bu cereyan, aslında sadece cinayetlerle anılsa da bir fikrî zeminden de güç alıyordu. Bunlar, Kur’an’daki ifadelerin göründüğü gibi olmadığını, görünenin yalnız zahiri belirttiğini, hâlbuki asıl mânanın gizli bulunduğunu, her kelimenin ayrı anlamlar taşıdığını ileri sürüyorlardı. Bu gizli mânaların açıklanmasına da tevil deniliyordu. Tevili, ancak Haşhaşîlerin masum imamı yapabilirdi. Bu “masum imam” da reisler i Hasan Sabbah’tan başkası değildi. Şu hâlde, onun sözleri, itiraz kabul etmez kanun hükmündeydi.
Hasan Sabbah son derece zeki, haris ve gözü dönmüş bir adamdı. Asla zaptedilemez denilen, sarp kayalıklar üzerine kurulmuş Alamut Kalesi’ni ele geçirmişti ve bütün ülkeleri saran terör şebekesini buradan yönetiyordu. Orta Doğu’daki pek çok ülkenin yöneticilerini fedaileri vasıtasıyla ortadan kaldırmıştı. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk de bunlardan biriydi. Yüksek yöneticiler, haşhaşçı fedailerden korunmak için olağanüstü tedbirler alıyorlardı. Buna rağmen, eli hançerli fedailer hemen daima gayelerine ulaşıyordu.
Hasan Sabbah, bu fedaileri yetiştirmek ve sevk etmek için özel metotlar keşfedip uygulamaktaydı. Bu adamların beyinlerini yıkıyor, din uğrunda ölürlerse mutlaka cennete gideceklerini telkin ediyordu. Onlara haşhaştan elde edilen uyuşturucular içiriyor, böylece hayâl âlemine götürüp cenneti gösteriyordu. Zavallılar ve onların aileleri de artık cennete ulaşmanın yalnızca Hasan Sabbah’ın emirlerine itaat etmekle kabil olacağına samimiyetle inanıyorlardı. Bazı anneler, oğulları akşam eve döndüğü zaman çok üzülüyor, delikanlının hâlâ cennete gidememiş olmasından tasalanıyorlardı.
Sabbah’ın hedef aldığı ülkelerde insanlar korku içinde yaşıyorlardı. Çünkü kimin suikaste kurban gideceği belli değildi. Onları desteklemeyen halktan biri de her an zehirli hançerle hayatından olabilirdi. Onun için insanlar evlerine kapanıyorlar, gece sokağa çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Açıktan cephe alanlar ise, her dakika ölümle burun buruna yaşıyorlardı. Orta Doğu ülkelerinde âsâyişten, güvenlikten eser kalmamıştı. Alamut’a yapılan hücumlar da sonuçsuz kalıyor, kale bir türlü ele geçirilemiyordu. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın gönderdiği ordu kaleyi kuşatmış ve teslim alacak hâle gelmişken, hükümdarın ölüm haberi gelince Hasan Sabbah kurtulmuştu.
Günümüzde de böyle terör devirlerinin yaşandığı olmuştur. 70’li yılları hatırlayalım lütfen. Sağdan soldan az mı insan hayatını kaybetti? Hiçbir ideolojisi olmayanlar bile, otobüs duraklarının, kahvehanelerin rastgele taranmasıyla ölüp gittiler. Daha sonra çıkan Hizbullah hareketi de çok can almadı mı? Yeraltında işkence odaları yapıp insanları boğmadılar, yolda giderken arkasından yanaşıp pala ile kellelerini uçurmadılar mı? Ve, en kötüsü bütün bunlar din uğruna yapılmadı mı? Kimileri, Haşhaşîler gibi sahte cennete kavuşmak için, kimileri sevap işlemek, kimileri de sadece emre itaat etmek için hayatlarını hiçe sayan katiller hâline nasıl gelmişlerdi? İhtimal hiçbirinin siyasî ihtirası, belki siyasî fikri bile yoktu. Ama, onları kullananlar muhteris kimselerdi. Acımadan ölüme gönderdikleri bu fedailerin ortalığı karıştırmasından çıkar umuyorlardı.
Bu tip adamlar her dönemde ortaya çıkabiliyor. Siyasî ihtiraslarını tatmin için terör havası yaratabiliyor. Hele bir de iktidarı ele geçirmişse, bu uğurda devlet erkini de amaçları uğrunda kullanmaktan kaçınmıyor. Suçluyla suçsuzun birbirine karıştığı, fakat her ikisinin de birlikte harman edildiği bir ortamda, insanlar sıranın her an kendisine gelebileceği endişesiyle; hayatları, ümitleri, ufukları kararmış olarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Muhterislerin, iktidarı elde etmek ve sonra orada kalabilmek için hayâlî hedefler icat edip muhaliflerini karalamalarına şahit oluyoruz.
Şükür ki, Türkiye böyle bir ülke DEĞİL.