Ana Sayfa 1998-2012 Cemiyetleşme ve Eğitim Meselemiz

Cemiyetleşme ve Eğitim Meselemiz

Modern cemiyetlerin yaşama, gelişme ve yükselmesi, her şeyden önce o cemiyeti teşkil eden fertlerin teker teker bilgili, kabiliyetli, iyi ahlâklı ve çalışkan olmalarına bağlıdır. Vatanın asıl sahibi ve her türlü enerjinin temel kaynağı olan insan unsuru gerektiği ölçüde ele alınıp yetiştirilmezse, bugünün feza çağında milletlerin hayatiyet ve varlıklarını muhafaza etmeleri mümkün değildir(1)…

Şimdi, eğitim meselesine girmeden önce, mevcut şartlara bir bakalım. Sabahleyin en iyi niyet ve zinde fikirlerle sokağa çıktığımızda hemen çöp yığınları ile karşılaşıyorsunuz. Çöp bidonları ve çöp kutuları dururken ortalığa atılmış çöpler. Kaldırımlardan yürüyemiyorsunuz, çocuğunuza “Evlâdım sokağa inme, kaldırımdan yürü!…” diyemiyorsunuz. Çünkü kaldırımlar işgal(!) altında. Yanınızdan geçen araba öyle bir korna çalıyor ki, değil uyumakta olan bebekler, siz bile rahatsız oluyorsunuz. Kavşağa geliyorsunuz “Yeşil yanıyor geçelim” diyemezsiniz. Çünkü, kırmızıda durulması gerektiğini bilmeyen “hızlı sürücülerimiz” var. Durağa geliyorsunuz, bilet alacaksınız, kuyruğa giriyorsunuz, ama birileri sizi tepelercesine öne geçerek, sıranızı alıyor, bir şey diyemiyorsunuz. Çünkü; sabah sabah kavga etmek niteyinde değilsiniz. Otobüse biniyorsunuz, bir köşede onbeşlik kızlar oturuyor, nineler ayakta; öbür köşede, yüzünde Kurtuluş Savaşı’nın, Çanakkale’nin izlerini taşıyan seksenlik dede bir elinde baston diğeri ile direkten tutunmuş, düşmemeye çalışırken; yanındaki koltukta onsekizlik delikanlılar kulaklarında kulaklık, “pop müzik” dinlerken başka âleme dalmışlar.

Öğretmensiniz, iş yerinize ulaşıyorsunuz, öğretmenler odasına giriyorsunuz “günaydın” diyorsunuz, karamsar, akşamdan uykusuz ve yorgun kalmış donuk gözler size zoraki “günaydın” diye mukabele ediyorlar. Sınıfa giriyorsunuz, hizmetli henüz uğramamış. Masaya oturup, başınızı ellerinizin arasına alıyorsunuz “Allah’ım!… Dün akşam biz mi burada idik?!.. Bu ne rezalet!.. ”Sıraların her biri bir yerde, üzerleri bıçaklarla kazınmış, etraf atık kâğıtlarla dolu. Sınıfı terk etmek istiyorsunuz, gideceğiniz başka yer ve yapabileceğiniz başka bir iş de yok. Bir iki saat sonra çevreye uyum sağlıyorsunuz.

Burada kısaca hikâye etmeye çalıştığımız, bir günde karşılaşabileceğimiz hadiseler. Bu çarpıklıklar saymakla bitmez. Türkiye’de yaşayan herkes de aynı şeylerden şikâyetçi. Peki, kim yapıyor bunları?.. Tabiî ki bizler… Neden yapıyoruz?!.. Çünkü eğitilmedik… Bize hiç kimse iyiyi, güzeli, doğru olanı göstermedi, yediğmiz portakalın kabuğunu sokağa atma mamız gerektiğini söylemedi. Kuvalet âdabından kimse bahsetmedi. Okullarda bize sadece; “Türküm, doğruyum, çalışkanım,…” demeyi öğrettiler, ama doğru nasıl olunur, çalışkan nasıl olunur öğretmediler. Eklem bacaklıları öğrettiler, sürüngenleri, Hititler’i, Asurlar’ı öğrettiler ama, Çanakkale’yi, Dumlupınar’ı, Kocatepe’yi öğretmediler. Martin Luther’i anlattılar ama, Mevlânâ’ya “derviş”, Yunus’a “softa”, dediler. Kaç kişi biliyor Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın astronomi, Fatih’in hocası Akşemseddin’in tıp âlimi olduğunu?..

Amerika’dan gelen Profesör bize, ballandıra ballandıra orada gördüğü temizliği anlatıyor. Hastahanede nasıl davranıldığını, tertibi, düzeni anlatıyor, ama kendisi buradaki öğrencilerine; “çevreyi kirletmeyin, yediğiniz portakalın kabuğunu, içtiğiniz kolanın şişesini öyle ulu-orta atmayın, çöp kutusuna atın…” demekten imtina ediyor.

İnsanlarımız matematik, fizik, kimya ya da İngilizceyi çok iyi bilebiliyorlar, ama yemek yemesini, dişini fırçalamasını bilmiyorlar. Kırmızı ışıkta durulmasını, kuyrukta hakkına riayet etmesini “affedersin” demesini bilmiyorlar. Pikniğe giderken ağaçlık, yeşillik bir yer arıyorlar, hattâ etraf çok kirlenmiş diye kızıyorlar, ama kendileri terk ederken, haftaya tekrar gelebilceklerini düşünemiyorlar.

Eğer; trafik kazalarındaki bu kadar maddî ve manevî kayıplarımıza rağmen, gözünüze baka baka: “Ben kırmızı ışıkta geçmekten zevk alıyorum!” diyen insanlarımız varsa; burada bir terslik olmalı. Eğer birileri; memlekette yığınla aç insanlarımız varken, ekmekleri bütün olarak çöpe atıyorsa, kapısının önündeki kendi pisliğini bile süpürmeyip, bütün hizmeti belediyeden bekliyorsa, evindeki çöpünü poşete koyup sokağa fırlatıyorsa; burada bir terslik olmalı. Bankada para yatırırken, fırından ekmek alırken, kavşakta yeşilin yanmasını beklerken birileri “gözü açıklık!” yapıp, kuyruğun önüne geçiyor ve itiraz edenlere “hırlıyorsa”; otobüste, trende hamile kadın ya da Çanakkale’nin izlerini taşıyan ihtiyar ayaktayken, yirmilik delikanlılar kalkıp yer vermeyi bile düşünemiyorsa; burada bir terslik olmalı!.. Her işte haklı olan ve çalışan değil, güçlü ve kaytaran kazanıyorsa; adaletle davranmak mevkiinde olanlar adaletli davranmayıp, hislerine ve kendi hususî menfaatlerine göre hareket ediyorlarsa ve en vahim olanı da; bir memlekette her şey rüşvete dayalı olarak “dalkavukluk”la hallediliyorsa, terslikten de öte; o memleketin insanları eğitimden hiç nasibini almamış demektir.

Meselenin en acı tarafı günümüze kadar süregelen hedefsiz, şahsiyetsiz, gayri ilmî ve gayri millî eğitim sisteminin ürettiği zehirli meyveler, son yıllarda Türk Devleti’nin temelini sarsacak dereceye ulaştığı hâlde, ilgililerin, gaflet uykusundan uyanmamış olamalarıdır.(1)

Rusya’da basılan Pravda gazetesinin günlük baskı adedi yirmi milyon, Almanya’da basılan Bild gazetesinin baskı adedi dört milyonun üstünde ve Japonya’da baskı adedi onbeş-yirmi milyonu bulan günlük gazeteler olduğunu duyuyoruz. Peki; yaklaşık seksen üniversitesi, on bin profesörü olan Türkiye’nin en büyük gazetesinin günlük baskı adedi, her türlü çekiliş kampanyalarına rağmen, beş-altı yüz bin civarındaysa, burada bir eğitim boşluğu yok mudur? Demek ki; mevcut okullarımız edep, kültür, görgü ve eğitim vermekten değil, okumayı öğretmekten dahi uzaktır. Yüz öğretim elemanımızdan ancak on tanesi günlük gazete ya da ayda bir kitap okuyorsa, hakikaten çok büyük bir eğitim problemimiz var demektir. Ve böylesi bir toplumun, anaya küfreden evlâda, rüşvetle iş yapan Bakan’a da alışması gerekir. Çünkü, onlar da bu toplumun birer parçasıdırlar… Hiç kimsenin şikâyet etmeye hakkı da yoktur. Acı olanı da; memlekette yığınla aç insanımız varken, birilerinin devlet varlığını “hortumlayıp!” öyle ya da böyle zimmetine geçirdiklerinde, bu millet parazitlerine “Dur bakalım, n’oluyorsunuz?.. Yetimin, fakir-fukaranın hakkını yemek öyle kolay değil!” diyebilecek bir yetkili babayiğidin bulunamayışı…

Şimdi anlıyoruz ki, bünyemizi kemiren bu zümre, bozuk eğitimin çürük meyvelerinden başka bir şey değildir. Atatürk’ün ölümü ile başlayan ilk çöküntü eğitim sisteminde olmuştur. Kendilerini inkâr eden, tarihini reddeden, kültür ve san’atını küçümseyen, milletini sevmeyen, menfaatçi, nemelâzımcı, yabancı maymunu kuklalar hep “tarla”dan yetişmiş… milliyetçi değil kozmopolit; memleketçi değil, halktan kopmuş; üretici değil, tüketici; yaratıcı değil, taklitçi; araştırmacı değil, ezberci;… fedakâr ve çalışkan değil, menfaatçi; dürüst ve faziletli değil, aldatıcı; fikir ve şahsiyet sahibi değil, eyyamcı; cesur ve atılgan değil, pısırık; yapıcı ve koruyucu değil, şekilci…. köksüz, töresiz ve ruhsuz bir yığın kıravatlı…(1)

Artık her şey su yüzüne çıkmıştır. Hastalıklar belli. Tedavi bekliyor bu cemiyet!.. Gözükeni, bilineni inkâr, millet ve vatan sevgisiyle bağdaşamaz. Zira taklitten taklide koşulan millî eğitim sistemi neticesini vermiştir… Başıboş gençlik, sarsılan aile nizamı, disiplini kalmayan okullar, nefsaniyeti, şehvaniyeti okşayan neşriyat ve bunlara alkış tutan yazar kadroları, gençlerin ve hattâ genç kızların başkanlık yaptığı soygun çeteleri millî bünyemize yakışmayan bütün bu hayâsızlıklara alkış tutan ve bunları teşvik ve tahrik eden… devlet kadrosu “Nereye bu gidiş efendi” diyebilmeli ve demeli de!..(2)

Olumsuzlukları saymakla bitirmek mümkün değildir. Peki çare?… Çare: Eğitimin düzeltilmesidir. Nasıl ki bir binayı tuğlalar oluşturuyorsa, bir milleti de o milletin fertleri oluşturur. Fertlerimizi iyi eğitemediğimiz, iyi yetiştiremediğimiz ve en büyük yatırımı da insanlarımıza yapamadığımız müddetçe; çağı yakalamamız, muasır milletler seviyesine çıkmamız asla mümkün olmayacaktır. Ve böylece dün, atamın bir selâmı ile dansı yasaklayan milletlerin kapısına kadar gidip, “Ne olur, bizi de şu birliğinize alın!…” diye çok yalvarmamız gerekecektir.

O hâlde diyebiliriz ki; modern cemiyetlerin yaşama, gelişme ve yükselmesi, her şeyden önce cemiyeti teşkil eden fertlerin teker teker bilgili, kabiliyetli, iyi ahlâklı ve çalışkan olmalarına bağlıdır. Vatanın asıl sahibi ve her türlü enerjinin temel kaynağı olan insan unsuru gerektiği ölçüde ele alınıp yetiştirilmezse, bugünün feza çağında milletlerin hayatiyet ve varlıklarını muhafaza etmeleri mümkün değildir.(1)

Kurtuluşumuz; kendi öz benliğimize uygun, en iyi eğitim sistemini bulup uygulamaktan geçmektedir. Bunu da ancak, kendi bağrımızdan kopan, kendi öz millî harslarımızla mücehhez, bizim neşemizle neşelenen, kederimizle kederlenen, kısaca; bizi tanıyan, bilen ve tahlil edebilen öz evlâtlarımızdan olan eğitimcilerimiz yapabilirler.

Hükûmet edenlere “Eğitim Meselesi” dediğiniz zaman, hemen akıllarına okul sayısı geliyor. Okul sayısını artırmakla, binaları bilgisayar çöplüğü hâline getirmekle eğitim olmaz.

Eğitim, insanı bulunduğu topluma faydalı ve uyumlu bir şekilde, sosyal ve kültürel yönden şekillendirme, insanı insan yapma işidir. Değilse, Afrika’daki ormanlarda yaşayanlara “yamyam” diyorlar.

Yapılacak iş, millî harslarımızı ihya etmektir. Öz kaynaklarımıza inerek, gerçek bize göre olan öğretim ve eğitim sistemine yönelme, tatbikatçı idealist gençler yetiştirmektir… Ve biz samimiyetle bunun gerekliliğine inanmaktayız. Ve ancak böylelikle, manen, maddeten mücehhez, halktan kopmamış ve kopmayacak olan bir nesil yetiştirilmiş olunur.(2)

Aksi takdirde her gelen gün bizim makus sonumuzu biraz daha yaklaştıracaktır.

1- Hacıeminoğlu, N., Milliyetçi Eğitim Sistemi, Töre-Devlet Yayınevi, 1978 Ankara

2- Dikeçligil, H., Millî Eğitim Davamız, Kutluğ Yayınları, 1975 İstanbul.
 

Orkun'dan Seçmeler