İngiltere Çanakkale Savaşları hezimetini asla unutmadı. Çünkü onların fikrince, harp Türklerin gereksiz vatan savunmaları yüzünden uzamıştı. Sömürgelerinde prestij kaybettikleri gibi, ezilen Doğu halklarının emperyalizme karşı uyanmalarına da vesile olmuşlardı. Harbin ardından yapılan andlaşmalar ve başta Sevr olmak üzere, kabul ettirilmek istenen şartlar bunun en güzel göstergesidir. Savaşarak ele geçirilemeyen Çanakkale ve İstanbul, Almanların harpten çekilmesiyle yalnız kalan Türklerin, Mondros Ateşkes Andlaşması’nı imzalamaları suretiyle, maalesef teslim oldu. Bu muharebeler vukua gelmeseydi, belki ABD de savaşa girmeyecekti. Her tarafta zaferler kazanan, güya şanlı İngiltere ordularını, I. Cihan Savaşı’nda tek mağlup eden millet Türklerdir. İşte bu yüzden belki II. Dünya Savaşı esnasında, Müttefikler Türkiye’yi ısrarla yanlarına almak istediler. İngilizler pek üzerine düşmüyorlarmış gibi davranıyorlarsa da, Çanakkale’de büyük bir yenilgiye uğramalarının ezikliğini bugün dahi yaşamaktadırlar. Onlar buradaki başarısızlığın sebebini yetersiz cephane, bölgeyi iyi bilmeme, tarihte hiçbir zaman burasının kolay kolay ele geçirilememesi gibi etkenlere bağlıyorlarsa da; en büyük eksiklikleri Türkleri gereğince tanıyamamalarıydı. Sadece İngiltere değil, diğer yandaşları da çok büyük hayaller peşindeydiler. İngiltere Süveyş Kanalı vasıtasıyla, Hint Okyanusu yolunu kontrol etmeyi, Fransa Orta Doğu’ya hâkim olmayı, İtalyanlar Akdeniz’e yerleşmeyi, Ruslar da Boğazlar aracılığıyla sıcak denizlere inmeyi düşlemişlerdi. Belki bunların içinden sadece İngiltere ve Fransa’nın planları gerçekleşti. Fransa da bir müddet sonra Orta Doğu’dan çekilmek zorunda kaldı. Onlar Çanakkale’de neredeyse 50.000’e yakın kayıp verdiler. İtalyanlara bir şey koklatılmayınca, II. Dünya Savaşı öncesinden hatırladığımız üzere, bir zamanlar kanlı bıçaklı olduğu Almanların koluna girmeye başladılar. Rusya, Çanakkale vuruşmalarının acısını en çok çeken ülkelerden birisi oldu. Harbin başlamasıyla sosyal bir çöküntüye düşen ve bu arada filizlenmekte olan komünizm fikirleri, git gide Rusya’da daha da gelişti. Hatta birtakım iddialara göre bizzat Lenin, çarlık rejiminin başarısızlığa uğraması için Almanlarla gizli görüşmeler yaptı. Ve bunun neticesinde de herkesin bildiği gibi, I. Cihan Harbi sıralarında, 1917’de Rusya’da Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler ve nerdeyse dünyaya 80 yıl müddetince kan ağlattılar. Çanakkale Savaşları’nın belki de en önemli sonuçlarından birisi budur.
Bütün imkânsızlıklara ve yokluklara rağmen, Türk milletiyle ordusunun neler başarabileceğinin bir göstergesidir, Çanakkale! Türk tarafındaki araç-gereç kıtlığı, asker sayısının azlığı, yiyecek ve giyecek sıkıntısı ortada iken, bu asil millet, tarihin asla unutmayacağı bir kahramanlık destanına imza atmıştır. Dolayısıyla Türk milletinde, şartlar ne olursa olsun vatan savunmasındaki o yüksek manevî ateşin sönmemesine aracılık etti.
Bugün bazı kendini bilmez alçaklar, “bu kadar insanın ölmesine değdi mi?” gibi aptalca sözler söyleyebilmektedirler. Yaklaşık 260.000 Türk genci o toprakların kucağında yatmaktadır. Ve bunların büyük bir kısmı henüz talebe durumundaki çocuklardı. Onlar ülkelerini savunmayacaklardı da ne olacaktı? Kapımızı herkese açacak mıydık? Düşman çizmeleri altında bu mübarek vatan toprakları çiğnetilecek miydi? Bugün aynı durumda olsak, cepheden kaçacak mıyız? Belki bazı hainlerin yine umurlarında olmaz ama, Türk oğlu Türk ülkesini ölmeden kimseye terk etmez. Şairin dediği gibi;
Yurt ve şeref uğruna, sen seril de yerlere,
Varsın hiçbir dudakta anılmasın er adın.
Bu vatan için hayatlarını veren, o yüzbinlerce Türk’ün pek çoğunun adları bile unutuldu. Asker elbiseleri onların şehit kefeni oldu. Öylece kara toprağa girdiler. İşte bunlardan biri olan, Çanakkale Savaşları esnasında şehit düşen Üsteğmen Zahit’in cebinden, karısına yazılmış şöyle bir vasiyetname çıkar: “Aziziye (Pınarbaşı) ilçesinin, Kılıç Mehmed köyünden, Ahmed Efendi kızı, eşim Hanife Hanım’a: İşte bugün seferberlik ilân edildi. Kendim ve mesleğim itibarıyla tam bir şerefli askerim. Asker olmam nedeniyle, sevgili vatanımı savunmaya gidiyorum. Gidip, gelmemek; gelip, bıraktıklarımı bulmamak var. Bunların meydana gelmesi inkâr olunamaz. Bununla beraber bu vasiyetnameyi yazmak, hemen ölmek demek değildir. Ulu Tanrı sen beni, ben seni tanımadığımız hâlde, bizi birbirimize nasip etti. Hayatımız süresince geçimimizi sağlamaya çalıştım. Fakat bizi bir araya getirip, toparlayan devletimiz harp ilân eder ve ben de vatan uğruna şehit olursam, yüce Allah elbet ruhlarımızı kavuşturur. Vatan uğruna şehit olursam bana ne mutlu. Böyle bir hâl olduğunda mevcut olan eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihriniz karşılığını almanız için sizi vekil tayin kılıyorum. Eğer bunlar yetmezse hakkınızı helâl edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim. Ruhuma bir mevlit okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter”. Ve mektubun içinde ayrıca bir tutam sarı saç bulunmuştur. Bunlar da şehidimizin kızı Nadide’ye aittir.
Onlar bizim için öldüler, hem de hayatlarının baharında, düşünmeden! Günümüzde Çanakkale’ye Türklerden çok yabancılar sahip çıkıyor. Elin Avusturalyalısı, Yeni Zelândalısı binlerce km. ötelerden gelip, bu topraklarda ölmüş olan atalarının ruhlarına taziyede bulunuyorlar. Çanakkale’yi öyle benimsiyorlar ki, kendilerinin millî bir destanı hâline sokarak, hakkında filimler yapıyorlar, bizler de hayranlık içinde saf saf bunlara bakıyoruz. Bu topraklarda ölen askerlerinin hâtırasına, her tarafta anıtlar inşa etmişlerdir. Gerçi en büyük anıtı yine Mehmetçik, Mustafa Kemal’in deyimiyle; “bu toprakların Türk kalmasını sağlayarak yükseltmiştir”; ama, en azından manevî olarak onların ruhları daima hatırlanmalıdır. İnsan hayatındaki en kötü şeylerden birisi vefasızlıktır. Bir toplumda geçmişine karşı vefa ve saygı duygusu yoksa o millet bitmiştir. Türk gençleri hiçbir kurum ve kuruluşun yardımına veya öncülüğüne ihtiyaç duymadan, gerekirse yürüyerek gidip, her sene Çanakkale’de buluşmalıdırlar ki, mazinin şanlı satırlarını hiç unutmasınlar.
Şahsen Çanakkale’ye birkaç defa giderek, o şehitliklerde güller misâli yatan şehitleri ziyaret etmiş bir kişi olarak, Çanakkale Türk’ün ikinci bir Kâbe’sidir diyoruz. Ve herkesin burayı ömründe en az bir kere görmesi lâzım. Orada, “bir vatan nasıl savunulur? toprak nedir? bayrak nedir?” Bilmeyenler, çok iyi anlayacaklar. Şimdi de Türk milleti yedisinden yetmişine kadar vatanı ve bayrağı için ölmeye hazırdır. Bayrak namustur, alelâde nesnelerle bir tutulamaz. Biz Türkler üç şey üzerine yemin ederiz. Kuran, silâh ve bayrak. Düğünlerimizde bayrağımız vardır. Düğün evlerine, düğün alaylarına o çekilir. Askerlerimiz vatan savunmasına davulla, zurnayla, bayrakla uğurlanırlar. Düşmana savaş ilân ettiğimizde en önde bayrağımız durur. Dünyada hiçbir halk bayrağını Türk milleti gibi aşk ile sevemez. Bu bizim genlerimizde olan bir özelliktir. Ve Âkif misali biz de;
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”,
diyebilmeliyiz.
Burada son olarak bir-iki ibret tablosunu daha aktarmak istiyoruz. Biliyorsunuz ki savaşlar esnasında yaşanmış bazı hadiseler insan psikolojisini çok derinden etkiler. İnsanlar bu sırada dinî birtakım duygularla iç-içe bulunduğundan, başa gelen olayların bazılarına dinî motifler eklenerek, menkıbeler ortaya çıkar. Meselâ Mustafa Kemal Atatürk’ün göğsüne isabet eden şarapnel parçasının bir saat tarafından engellenmesi, Tanrı’nın ilâhî bir işidir. Vurulduğu sırada yanında bulunan Nuri Conker, “efendim vuruldunuz”, diye telâşlanınca, Mustafa Kemal ağzını kapatır ve “sus” der. O, bunun duyulması hâlinde, askerinin maneviyatının bozulmasından korkmuştur. Seyit Onbaşı’nın 275 kiloluk top mermisini bir çocuk gibi kucaklayıp, topun ağzına vermesi hadisesi, tabiatüstü bir hâl olarak, yorumlanmaktadır.
Çanakkale’de bir nesil yok olmuştur, işte bunun için oraya gidilmeli! Orada 16-17 yaşlarındaki çocukların mezarlarını göreceksiniz. Bunların yüreğinde tek bir sevgi vardı; vatan ve bayrak. Ne yavuklularını, ne analarını düşündüler. Gözlerini kırpmadan vatan uğruna şehit oldular. Bugün aynı yaşlardaki birtakım serserilerin bayrağımızı ayaklar altına alıp, bir paçavra gibi basmalarına, ellerini kollarını sallayarak ortada gezinmelerine seyirci kalınıyor. Yaptıkları bu densizlik, akılsızlıklarına, çocukluklarına verilip, cezaî ehliyetleri olamayacağı gibi bir gaflet içerisinde susmaktayız. Bayrak ayaklar altına alınmak için değil, göklere yükseltilmek içindir. Bütün dedeleri Çanakkale’de şehit düşmüş bir kardeşiniz olarak, Gelibolu sırtlarına kazınmış;
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, bir vatan kalbinin attığı yerdir
mısralarını çok iyi anlıyorum. Çanakkale’de Türk denen bir milletin kalbi atıyor! Çanakkale’yi biz Türkler asla unutmayacağız. Çünkü orası bizim varlığımızın sebebi. Çanakkale artık bir destandır; Alp-Er Tonga, Ergenekon, Malazgirt, İstanbul’un Fethi gibi. Yahya Çavuş’un 63 erle binlerce kişilik düşman ordusunu durdurmasının, Seyit Onbaşı’nın 275 kiloluk top mermisini kaldırarak, topun ağzına vermesinin, tüfeğinin bozulması üzerine düşmana taşla saldıran Mehmet Çavuş’un, 57. Alay’ın destanıdır.
Yazımızı yine büyük Atatürk’ün şu veciz cümleleriyle bağlamak istiyoruz: “Türk çocukları ecdadını tanıdıkça, ona sahip çıktıkça, yine çok büyük işler yapacaktır. Medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi parlayacak ve tarih sayfalarına yine Türk adıyla yazacaktır”.