Hâtırâlarımıza, hâfızalarımıza derin çizgilerle kazınmış beldeler vardır. Onlar, bugün bizden uzakta da olsalar, aynı ter ü tâze hâllerini muhâfaza ederler. Hiç ummadığımız bir yerde ve ânda, dillerden, tellerden dökülen bir türkü, uyuyan ne kadar hücremiz varsa ayağa kaldırır; geçmişi bugüne, bugünü düne bağlar. Estergon, millî albümümüzdeki sağlam çerçeveli yerine, bu kabil bir türkü sâyesinde oturmuş müstesnâ kalelerdendir.
Tuna sâhilinin, en eski dönemlerden başlayarak günümüze kadar hep canlı, hareketli görünmüş nirengi noktalarından biri, tereddüdsüz Estergon’dur. Burada yapılan arkeolojik çalışmalar, Taş ve Bronz devirlerine âit eserlere ulaşmıştır. Roma hâkimiyeti öncesinde, Tuna havzasının tamâmına ayak basan Keltler, Estergon’da da kültür mîrâsı bırakmışlardır. Nyergesujfalu’da ortaya çıkan Kelt heykeli ile onun etrâfındaki mezar taşları; İrlanda ile Britanya ahâlisine otantik selâmlar gönderiyor.
Keltlerin arkasından, Avrupa’nın siyâsî ve medenî yapısını kökünden değiştiren Kavimler Göçü’ne kadar Roma toprağı sayılan Estergon; Hunların, önüne kattığı Germen, Got, Slav, Vandal, Süev topluluklarını savdıktan sonra, Balamır’a kucak açtı. Attilâ, bu kucakta büyüyüp, serpildi.
Roma, böylesine muazzam bir yer değiştirme harekâtından çok hasar gördü. Önce ikiye ayrıldı, ardından Batı kanadı târihe vedâ etti. Attilâ’dan sonraki yıllar, madalyonun tersine döndüğü ve Tuna ile sulanan geniş ovaların yeni sâhipleriyle buluştuğu bir devreye rastlar. Hun bakıyesi Arpad Hânedânı, bugünkü Macarların ilk temsilcisi sıfatıyla, Estergon’u da içine alan geniş ve düz arâziyi kendine tapuladı.
Onuncu asrın sonlarında, Macar banlarından Géza; hem kendini hükümdâr, hem de Estergon’u başşehir ilân etti. 997’de Géza’nın ölümü ile yerine geçen Wajk, Hristiyanlığı kabûl ederek Szent Istvan(997-1038) adını aldı. Krallarıyla berâber, Macarlar da bu yeni dine girdiler ve Estergon’u Macar Kardinâllik(Arşöveklik) merkezi bildiler. Bu târihten itibâren Estergon, Macar Tâcı’nın muhâfaza edildiği ve kralların tâc giyme merâsimlerinin yapıldığı şehir olarak, Macar milleti indinde kudsiyet kazandı. Kardinâllik makâmı yapılan Estergon’a, bu unvâna yakışır büyüklükte bir de kilise inşâ olundu. Szent Adalbert Katedrali adını alan bu kilise, 1195’deki yangında yok oldu ama, aynı yıl yeniden yapılmaya başlandı.
Cengiz’in, bütün Dünyâ’yı kasıp-kavuran istilâ dalgasından, Estergon da payına düşeni aldı. 1241’de buraya kadar uzanan Moğol işgâli, şehrin kaleye dönüşmesinde bir dönüm noktası oldu. Estergon’daki bütün ahâliyi katleden Moğolların, yakınlardaki bir tepe üzerine kurulan ve Yukarı Kale denilen mahalle dokunamamaları, Macarları Estergon’a da büyük bir kale yapmaya sevk etti. Macaristan’ın, komşularına göre daha çok kaleye sâhip oluşunda, bu Moğol musîbetinin büyük hissesi bulunmaktadır.
Moğol katliâmından sonra, Macar başşehri Budin’e taşındı. Fakat, Estergon’un dinî merkez statüsü devâm etti. Kardinâl(Arşövek), buradaki sarayda oturmaya başladı. Szent Adalbert Katedrali, Macar Hristiyanlığının sembolü oldu.
Başşehirliği Budin’e kaptıran Estergon, dinî ehemmiyeti ile, yine birinci plânda kalmayı başardı. 15. yüzyılda, Avrupa’nın pek çok ülkesini tesiri altına alan Rönesans hareketi, Estergon’da da izler bıraktı. Fizik, mekanik sâhalarındaki ilerlemeler, Estergon’u parantez dışına almadı. Şehre bir su kulesiyle, hidrofor vazîfesi gören bir makine inşâ edildi. Dünyâ’nın, en çok ve sık el değiştiren şehirlerinden olan Estergon’da, kayıtlara girmiş eserlerin ezici çoğunluğu, yoklar listesine dâhil olmuştur.
Osmanlı’nın ayak sesleri, 1526 yılındaki Mohaç Zaferi ile birlikte Estergon’da da duyulmaya başladı. Savaş târihinin, kısalık rekoru kıran muhârebesi, 29 Ağustos 1526 günü Mohaç Ovası’nda cereyân ederken, bütün Macar şehirleri gibi Estergon da pür dikkat âkıbetini bekliyordu. 1526’da olmadı ama, üç yıl sonra, 1529’da, Viyana’nın ilk Türk muhâsarasını da içine alan Beç Seferi’nde, zaptedilen kaleler arasında, Estergon’un adı ön sıralara yazıldı. Arşövek, Kaanûnî’ye bağlılığını bildirdi. Sür’atle Viyana’ya akan Türk ordusunun, hiç silâh kullanmadan ele geçirdiği Estergon, mâlûm sebeplerle akîm kalan sefer dönüşünde, nice emsâli gibi Tüklerce boşaltıldı. Lâkin, Osmanlı ile Estergon’un bu ilk tanışması, ardında, uzakları yakın eden bir sıcaklık bıraktı.
1530’da, bütün arşiv, hazîne ve kütüphânesini alarak Estergon’u terk eden Kardinâl(Arşövek), Kuzey Macaristan’a çekildi. Böylece Estergon, dinî merkez olma vasfını da yitirdi. Ne var ki, Kale’nin bulunduğu mevki, başşehir ve dinî merkez olamasa da, Estergon’u önemli kılmaya devâm etti. Tuna üzerindeki stratejik duruşu, Estergon’a sâhip olmak isteyenlerin iştâhını kabartıyordu. Avusturya Kralı Ferdinand ile Macar Kralı Janos Szapolyai(Yanoş Zapolya), Estergon’la dama taşı gibi oynamaya başladılar. Bir gün Ferdinand’a geçen şehir, ertesi gün Zapolya’nın hâkimiyetinde görünüyordu. Bu durum, Estergon sâkinlerinde rahat ve huzur bırakmıyordu. Zapolya’nın bir özelliği de, Kaanûnî Sultan Süleyman tarafından o makâma getirilmiş olmasıydı. 1541’e kadar, Macaristan doğrudan Osmanlı Devleti’ne ilhâk olunmamış, Macar Kralı ilân edilen Zapolya, Osmanlı vâlisi hükmünde vazîfe yapmıştır.
1526’da, Mohaç Zaferi esnâsında hayâtını kaybeden II. Layoş(Lui), Avusturya Kralı Ferdinand’ın kız kardeşiyle evliydi. Ağabeyi Charles Quint’in Avrupa’daki otoritesini de ardına alan Ferdinand, Layoş’un ölümünü tâkib eden yıllarda, bitmeyen ve dinmeyen bir hırsla, Macaristan tahtında hak iddia etti. Bu emeline kavuşabilmek için hem politik, hem de askerî hamleler yapmaktan geri durmadı.
1533’deki meşhûr andlaşmada, Osmanlı Sadr-ı âzamı’na denk sayılmasıyla uğradığı istiskâl bile, Ferdinand’ı bu hevesinden alıkoyamadı. Osmanlı Devleti’nin başka sâhalardaki meşgûliyetlerini fırsat b ilip, olmadık zamanlarda, artık bir Türk diyârı olan Budin’e ve çevresine tecâvüzde bulunuyordu.
22 Ağustos 1540 günü, Kaanûnî tarafından Macar Kralı yapılan Zapolya vefât etti. Ferdinand, hemen ileriye atılarak, Macar Krallığı’nın kendisine geçtiğini duyurdu. Buna gösterdiği gerekçe de, Zapolya’nın, geride bıraktığı 15 günlük oğlunun, hakikî çocuğu olmadığı iddiasıydı. Bahsedilen çocuk, Zapolya’nın Lehistan Kralı Sigismund’un kızı Isabella ile evliliğinden olmuştu ve Ferdinand’ın yaymaya çalıştığının aksine, müteveffâ Kral’ın öz oğlu idi.
Ferdinand, bu sahte oğul senaryosundan da bir netice alamayınca, ağzındaki baklayı çıkardı ve İstanbul’a gönderdiği elçileri vâsıtasıyla, Macaristan Tahtı’nın kendisine verilmesini istedi. Bir taraftan da ordularını Budin üzerine gönderdi. İlk hamlede Budin’i alamayan Ferdinand’ın kuvvetleri, şehrin karşı yakasındaki Peşte’yi, sonra da Estergon’u işgâl ettiler. 1541 bahârında, oldukça kalabalık bir orduyu Budin önlerine gönderen Ferdinand, şehrin surlarını gece-gündüz top ateşiyle dövmeye başladı.
Bu sırada Kraliçe Isabella da Kaanûnî’ye elçi göndererek, henüz kundakdaki oğlu Sigismund’un, Macar Kralı olarak tanınmasını talep etmişti. Kaanûnî, Isabella’ya, Macar Tahtı’nın korunacağını ve Ferdinand’ın ortak düşman olduğunu bildirdi
20 Haziran 1541’de, Kaanûnî Sultan Süleyman’ın bizzat komuta ettiği Osmanlı ordusu İstanbul’dan yola çıktı. Istabur Seferi de denen bu harekât sonunda, 26 Ağustos 1541 günü Budin’e giren Türk Hâkânı, Isabella ile oğlu Sigismund’a Erdel’i tevcih edip Türk hâkimiyetindeki Macaristan topraklarını Budin Eyâleti adıyla doğrudan devlete bağladı.
1542 yılı içinde Ferdinand, bu sefer Macar Tahtı’nı para ile satın almak istedi ve İstanbul’a gönderdiği elçilerine mânâsız sözler söyletti. 100.000 duka altın vergi ödemesi karşılığında Macaristan’ın kendisine verilmesini talep etti. Ânında reddedilen bu küstah teklif; Charles-Quint’in liderliğinde yeni bir Haçlı kuvveti toplanmasına yol açtı.
Fransa, içinde yer almadığı Hristiyan koalisyonunun hazırlık ve plânlarını, teferruâtıyla Kaanûnî’ye bildirdi. Osmanlı Devleti, hemen karşı tedbirler alarak harekete geçti. Fransa’nın verdiği bilgilere göre, kurulan Avrupa ordusu, Belgrad’a kadar olan bölgeyi Türklerden geri almayı umuyordu.
O günlerde, Budin Beylerbeyi Süleyman Paşa, vebâ salgınından kendini kurtaramamış, bu menhûs hastalık Paşa’yı hayattan alıp götürmüştü. Charles-Quint’in, Haçlı birliğine dâvetiye çıkardığı, İstanbul’da duyulur duyulmaz, Bosna Vâlisi Ulama Paşa’ya, civârındaki sancak beylerini de yanına alarak Budin’e intikâl etmesi emredildi.
Hem Budin, hem de Peşte kaleleri, muhtemel düşman tecâvüzlerine karşı tahkîm edildi. Çok geçmeden, 1542 Kasımında, sürü hâlindeki Haçlı kuvvetleri, aradaki Tuna’dan biribirine bakan bu iki şehri, top ateşiyle sarsmaya başladı.
Önce Peşte’nin düşmesini bekleyen Avrupa Koalisyonu, askerinin ve mühimmâtının çoğunu buraya yığdı. Bir hafta kadar süren Peşte muhâsarasından arzû ettiği neticeyi alamayan Haçlı birlikleri, tam çekilmeye başladıkları sırada, Peşte’deki Türk mukâvemet gücü, âni bir hurûc harekâtı ile, kendisinden kat kat kalabalık Hristiyan ordusunu, müthiş bir bozguna uğrattı.
Budin ve Peşte’nin, Haçlı ordularınca kuşatıldığına dâir bilgiler İstanbul’a ulaştığında; Charles-Quint’in tazyîkinden bunalan Fransa da, Osmanlı Pây-ı tahtı’na elçiler göndermiş, deniz yoluyla Fransa’ya yönelecek taarruzları önlemek maksadıyla, Kaanûnî’den yardım istemişti. Bu iş için, Barbaros Hayreddin Paşa’yı Fransız sâhillerine gönderen Sultan Süleyman, kendisi de Ordu-yı Hümâyûn’la Edirne’ye gelmişti. 1542 kışını Edirne’de karşılayan Kaanûnî Sultan Süleyman, 23 Nisan 1543 günü, Edirne’den yola çıkarak, Estergon Seferi diye meşhûr olan onuncu Sefer-i Hümâyûn’ununa, ilk adımını attı. Doğu’dan, Batı’dan düzinelerle devletin temsilcilerini Edirne’ye çağıran Muhteşem Süleyman, o gün, sabahdan akşama kadar süren bir resm-i geçidi, bu yabancı diplomatlara seyrettirdi. En yeni ve parlak merâsim kıyâfetlerini giymiş Türk ordusu; bizzat Pâdişâh’ın da aralarında bulunduğu muntazam birlikler hâlinde, Edirne sokaklarından Meriç misâli aktı. Bu fevkalâde şiirli asker yürüyüşünü, merhûm şâirlerimizden Nüzhet Erman, Estergon Kâl’ası Su Başı Durak isimli berceste manzûmesinde, pek güzel aksettirmiştir. Oldukça uzun soluklu bu şiirde, Kaanûnî’nin takdîmine ses veren birkaç mısrâ şöyledir:
VE BİRDEN – OTUZ BEŞİ SAĞDA- OTUZ BEŞİ SOLDA
YETMİŞ PEYK – YETMİŞ AYAĞINA ÇABUK İNSAN
VE ARALARINDA – ALLÂH’IN İZNİYLE – ( AKDENİZ’İN VE KARADENİZ’İN
VE RÛMELİ’NİN VE ANADOLU’NUN VE KARAMAN VE RÛM’UN
VE DULKADİRİYE İLİ’NİN VE DİYARBEKİR’İN
VE ÂZERBAYCAN’IN VE ACEM’İN VE ŞAM’IN
VE HALEB’İN VE MISIR’IN VE MEKKE’NİN VE MEDÎNE’NİN
VE KUDÜS’ÜN VE BÜTÜN ARAB DİYÂRININ VE YEMEN’İN
VE DAHA NİCE MEMLEKETLERİN PÂDİŞÂH VE SULTÂNI
SULTAN BÂYEZÎD HÂN OĞLU, SULTAN SELÎM HÂN OĞLU
SULTAN SÜLEYMAN HÂN )
ÜÇ AYAĞI SEKİLİ VE ALNI AKITMALI
GÖRÜLMEMİŞ GÜZELLİKTE AL BİR AYGIRA BİNMİŞ
SOLAKLARINDAN VE ÇAVUŞLARINDAN DAHA SÂDE GİYİNMİŞ
( SÂDECE – ZÜMRÜTLÜ BİR TUNUS HANÇERİ BELİNDE )
ÇIKIŞMIŞTI ÇÜNKÜ ŞEHZÂDELİĞİNDE:
“SEN BÖYLE GİYİNİRSEN – NE GİYSİN ANAN?”
DİYE – CENNETMEKÂN BABASI YAVUZ SULTAN SELÎM HÂN
Kaanûnî Sultan Süleyman, bu Sefer-i Hümâyûn’a çıkarken, Budin ve Peşte’nin emniyetini sağlamak için, onların çevresindeki çok geniş bir sâhanın, Avusturyalılardan temizlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunu husûle getirmenin yollarından biri de, Estergon’un kat’î olarak Türk hâkimiyetine alınması idi. Dolayısıyla, daha Edirne’de iken, Türk Hükümdârı’nın hedefinde Estergon bulunuyordu.
Temmuz 1543’de Estergon önüne gelen Osmanlı ordusu ile Tuna’daki İnce Donanma, azim ve ısrarla başlattığı muhâsarayı, 10 Ağustos 1543 günü muvaffakiyetle sona erdirdi ve Estergon “aman” dileyerek Türk kuvvetlerine teslîm oldu. Macar Arşöveki’nin, bir zamanlar otorite sembolü olan Szent Adalbert Katedrali câmie çevrildi ve Pâdişâh’ın da katıldığı ilk Cum’â namazı burada kılındı.
Estergon Kalesi, muhâsara esnâsında hasar gören bölümleri tâmir edilerek gözden geçirildi ve Budin Beylerbeyiliği’ne bağlı bir sancak merkezi yapıldı. Kaanûnî, adına yaraşır şekilde, daha orada iken bir Estergon Sancağı Kaanûnnâmesi ve Avusturya ile yapılacak karşılıklı ticâreti düzenleyen Gümrük Nizâmnâmesi hazırlattı.
Bu kutlu istirdâd, Estergon’u, Türk kültür târihinin serin terennüm kaynakları arasına dâhil etti. Tuna sâhillerine dizilmiş öteki Türk kaleleri gibi, Estergon’dan da yanık, içli, ateşli, şen Türk sadâları hiç eksik olmadı:
ESTERGON KÂL’ASI BRE DİLBER AMAN, SU BAŞI DURAK!
KEMİRİR GÖNLÜMÜ BRE DİLBER AMAN, BİR SİNSİ FİRAK!
GÖNÜL YÂR PEŞİNDE BRE DİLBER AMAN, YÂR ONDAN IRAK!
AKMA TUNA! AKMA BRE ŞÂHİN AMAN, BEN BİR DERTLİYEM…
YÂR PEŞİNDE AMAN, GEZER-KOŞAR, YANDIM KARA BAHTLIYAM…
1543’deki istirdâdından sonra, ilk tahrîr defteri 1546’da tanzîm edilen Estergon, bu târihde bir hayli tenhâ görünmektedir. 1570’de hazırlanan bir başka tahrîrde, Estergon ahâlisinin oldukça önemli bir kısmını Müslüman tebaa teşkîl etmektedir. Bunların bir bölümünün mühtedî olduğu düşünülse bile, yine de imparatorluğun başka köşelerinden gelerek Estergon’a yerleşmiş Müslümanların sayısı az değildir. İki tahrîrin mukâyesesinden ortaya çıkan bir başka husus da, ilk tahrîrde adı geçmeyen zırâî faaliyetin, ikincisinde anılmayı hak edecek canlılığa ulaşmasıdır. Son derece verimli bir toprağı olan Estergon’un, Türklerden önceki dönemde, bu sâhada gereken değere ulaşamadığı anlaşılıyor.
Yine 1543’ü tâkib eden zamân içinde, Estergon’a iki palanka yapılmıştır. Bunlardan biri, Tuna’nın karşı kıyısında, hendeklerine nehirden su doldurulan, toprak duvarlı Ciğerdelen Palankası; diğeri de, Estergon Kalesi’nin arka cephesinde, Szent Tamashegy denilen yüksekçe yere kondurulan Tepedelen Palankası’dır. Bu iki palanka, müteâkib târihlerini hep Estergon’la birlikte yaşayacak ve paylaşacaklardır. Estergon hakkında kötü düşüncelere kapılanların “tepe”leri ve “ciğer”leri, bu iki mevkiden yönelecek Türk nazarına muhâtap olacak ve ihtimâl “delinecek”tir. Safiye Erol’un “Ciğerdelen” romanında, modern zamanlarda yaşanan hâdiseler arasına konan Ciğerdelen hikâyesi, edebiyâtımızda hâlâ hatırlanan lezzetlerdendir.
Estergon Sancak Beyi’nin önemli işlerinden biri de, Avusturya elçilerinin ilk uğradığı yer olması bakımından, diplomatik vazîfe idi. Devlet-i Ebed-Müddet’in ihtişâmını yabancılara hissettirme misyonu, Estergon’daki mülkî ve askerî erkâna âitti. Nemçelû sefirlerin ilk kabûl merâsimi, hep Estergon’da yapılır ve çok husûsî prosedür uygulanırdı.
Yolu Türk Estergon’dan geçen ecnebî sefâret hey’etleri içinde, sonradan hâtırâlarını yayınlayanlar olmuş ve o yılların havasını, hem Estergon’da teneffüs etmiş, hem de bunu ebedîleştirmişlerdir. Meşhûr Busbecq, bunlar arasında milletlerarası bir şöhret yakalamıştır.
1543’den 1594’e kadar huzûr içinde yaşayan Estergon, bu târihde Avusturya Arşidükü Matthias tarafından kuşatıldı. Top ateşinden bir hayli zarar gören Estergon’da, câmie çevrilen Büyük Katedral de tahrîb oldu. Bu sırada Avrupa devletleri On Beş Yıl Savaşları denen çatışmanın sıkıntılarını hissediyorlardı. Matthias’ın başarılı olamaması üzerine, ertesi yıl(1595), Avusturya Prensi Mansfeld, Estergon önlerine geldi. Estergon Sancak Beyi Kara Ali, yardım isteyince, Anadolu Beylerbeyi Bosnalı Lala Mehmed Paşa ile Bolu Sancak Beyi Şemsi Paşazâde Mahmud Paşa, Estergon’a gönderildiler. Ardından, Serdâr-ı Ekrem Sinan Paşazâde Mehmed Paşa da, kalabalık ordusunun başında Estergon’un imdâdına gitti.
Bütün bu tedbir ve yardımlara rağmen, Mansfeld, Tepedelen Palankası’nı zaptetti. Serdâr-ı Ekrem’in, kâbını ortaya çıkarıp ric’at karârı alması, Estergon’daki müdâfîleri çok zor durumda bıraktı. Bunlar yetmiyormuş gibi, Kara Ali Bey de şehîd olunca, Kale’nin bütün mes’ûliyeti, Bosnalı Lala Mehmed Paşa’nın omuzlarına yüklendi. Sonunda öyle bir nâzik noktaya gelindi ki, Tuna sâhilindeki Estergon’da, bir damla içecek su kalmadı.
Bosnalı Lala Mehmed Paşa, İstanbul’a ulak göndererek yardım istemesine rağmen, arzu ettiği takviye bir türlü yapılamadı. Çâresiz durumdaki Mehmed Paşa, yanındaki Bolu Sancak Beyi’ni, Avusturyalılara elçi olarak gönderdi. Şemsi Paşazâde Mahmud Paşa, o sırada Estergon’da bulunan meşhûr Osmanlı târihçisi Peçuylu İbrâhim Efendi(Peçevî)’yi de yanına alıp, teslîm şartlarını görüşmek için Avusturya karargâhına gitti. Kale’deki Türklerin, Avusturya gemileriyle Vişegrad’a taşınması şartıyla Estergon, o günlerde ölmüş olan Mansfeld’in yerine komutayı devralan Matthias’a teslîm edildi.
Kendisi de yaralı vaziyette, bu elîm manzarayı seyreden Bosnalı Lala Mehmed Paşa, 52 yıl Türk hâkimiyetinde yaşamış bu serhad şehrinden, yaşlı gözlerle ayrıldı(Eylûl 1595). Ancak Paşa, bu işin burada bitmediğini de, içine ukde olarak koymuştu.
Aradan geçen on yıl, Estergon’u Avusturya işgâlinde yaşatırken, Bosnalı Lala Mehmed Paşa’yı da Sadâret Makâmı’na kadar çıkarmıştı. Sadr-ı âzam sıfatıyla, ilk def’â 1604 yılında Budin’e gelen Bosnalı Lala Mehmed Paşa, buradan Estergon’a yönelmiş, fakat Yeniçeri Ağası Nakkaş Hasan Paşa’nın dirâyetsizliği yüzünden Kale’yi alamamıştı. Estergon’un ikinci istirdâdını kimselere bırakmak istemeyen ve bunu bir izzet-i nefis mes’elesi hâline getiren Paşa, ertesi yıl, yâni 1605’de, Estergon’a müteveccih bir sefer düzenledi.
30 Ağustos 1605 günü, kara ve nehir cihetlerinden kuşatılan Estergon; Ciğerdelen ve Tepedelen palankalarının yeniden Türk hâkimiyetine girişini keyifle seyrettikten sonra, sıranın kendine geldiğini anlamıştı. Bosna Beylerbeyi Husrev Paşa ile Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa, Estergon’un can damarı sayılan Su Kulesi’ni alıp, içerdekileri Tuna’ya bakarak susuz bırakınca, târih, hem de 10 yıl sonra, tekerrür etmiş ve Estergon’daki Avusturyalılar, Kale’yi vire ile Türklere bırakmışlardır.
Estergon târihindeki bu tekerrürün bir hoş tesâdüfü daha vardır ki, o da Peçevî’nin, bu teslîm görüşmelerinde de bulunmuş olmasıdır. Avusturyalılar, geride kalan on yılda, Estergon’a kendilerinin dışında İspanyol, İtalyan, Fransız muhâfızlar da koymuşlardı. Teslîm andlaşmasından sonra, Fransız muhâfız birlikleri Osmanlı Sadr-ı âzamı’na müracaat ederek, Türk Devleti’nin hizmetine girip, Estergon’da kalmak istediklerini bildirdiler.
1605’den 1683’e kadar, yine hep diken üstünde duran Estergon, serhad kalesi olma özelliğini dâimâ korudu. Bilhassa Ciğerdelen etrâfında, askerî hareketlilik hiç eksik olmadı.
Fâzıl Ahmed Paşa’nın Uyvar Seferi’nde, Estergon ve yakınındaki beldeler, oldukça heyecanlı günler yaşadılar. Ahmed Paşa, Tuna üzerindeki 1.000 parça gemi ile getirilen iâşeyi, askere Estergon’da dağıttı.
Fâzıl Ahmed Paşa, Avusturyalıların yıktırdığı ve Estergon’u Ciğerdelen’e bağlayan köprüyü, Kâdızâde İbrâhim Paşa’ya yeniden yaptırdı ve daha sonra Uyvar üzerine yürüdü. Sadr-ı âzam’ın uzaklaştığını gören Avusturyalılar, âni bir hücûmla Ciğerdelen’i yaktılar, Estergon’u da uzun menzilli toplarla vurmaya başladılar. Fâzıl Ahmed Paşa, Yanıkkale(Györ)’den dönerken, Estergon’un hasar gören yerlerini tâmir ettirdi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana önündeki hezîmeti ardından, darmadağınık bir ric’at manzarası sökün etmişti. Charles de Lorraine’in idâresindeki müttefik kuvvetleri, Mustafa Paşa’yı tâkiben Estergon önlerine kadar gelmişlerdi. Yardım için harekete geçen Budin Beylerbeyi Kara Mahmed Paşa’nın, Ciğerdelen’de mağlûb olması, Estergon’un hüzünlü âkıbetini hazırladı.
1683 Sonbahârında başlayan düşman muhâsarası, üst üste yaşanan felâket silsilesi içinde, şehri bizden kopardı ve 130 yıl kadar süren Estergon ülfetimiz, yerini acı, ızdırab ve hasrete bıraktı(27 Ekim 1683).
Charles de Lorraine’in, şehri teslîme zorladığı sıralarda, Estergon’da bulunan, başta Kale Muhâfızı Deli Bekir Paşa olmak üzere, vire şartlarını konuşarak kabûl eden bütün mes’ûl zevât, Sultan Dördüncü Mehmed tarafından Budin Beylerbeyi Kara Mehmed Paşa’ya gönderilen fermanla îdâm edildiler.
Tekrar Avusturya hâkimiyetine geçen Estergon’da, ihyâ edilen Kardinâlliğe(Arşöveklik), Esterhazy Imre getirildi. Eski Katedral’in yerine, 1822- 1869 arasında, daha büyük ve gösterişli bir kilise inşâ edildi. Bu kilisenin devâsâ ölçüler üzerine oturtulmasında, Türk eserleriyle onların izlerini silmek, gölgelemek gibi bir Haçlı idrâki de bulunmaktadır.
Bahsedilen ve sonraları Katedral diye anılacak kilisenin inşaat safahâtında, 8-10 metrelik toprak seviyesi doldurulmuştur. Bu tesviye yüzünden, Osmanlı’nın muhâfaza ederek yeni sâhiplerine teslîm ettiği bütün medeniyet hamûlesi ortadan kaldırılmıştır. Bunca gayrete rağmen, hâlâ farkına varılabilecek izlere de, yeni Katedral’in azman slüeti abanmıştır. Akl-ı selîm ehli Macarlardan Derzsö Dercsényi, Der Königliche Palast Von Esztergom isimli Almanca eserinde bunun, san’at endîşesi taşımayan başka hislere tercümân olunarak, bulunduğu yere kondurulduğunu itirâf ediyor.
Türk mîmarlığının yüz akı Ekrem Hakkı Ayverdi, aynı Katedral hakkındaki kanaatini, şu satırlarla kâğıda döküyor:
“… Keşke eski hâliyle inşâ edilseydi de, bugün görülen sahte mîmârîye baş vurulmasaydı. … Zîrâ, oralardan Türklerin 150 sene korudukları, elini-eteğini çekerken, harbin ve son bombardımanların tahrîbâtı hâricinde, ayakta olarak teslîm ve yeni sâhiplerine emânet ettikleri bir eserin, indî bir kararla ortadan kaldırılmasına gönül kâil olamıyor. Söyledik, bir emânetti; kilise de olsa bir emânetti ve Osmanlı’nın insana, insan eserine, insanın yaptığı bir mîmârî âbideye gösterdiği hörmetin nişânesi idi.”
Başka millet ve devletlerin hâkimiyetindeki dönemleri için hüküm vermek işimiz değildir ama, Türk devrine rastlayan 1543-1595 ve 1605-1683 yılları arasındaki toplam 130 senelik târihinde Estergon, kelimenin tam mânâsıyla bir can pazarıdır. Bu çeşit serhad kalelerinin nüfûsu, dâimâ genç görünür. Çünkü, yaşlanmaya pek fırsat düşmez, zaman kalmaz. Bütün bunlara rağmen, Estergon’daki Tepedelen Palankası’nda, Türk idâresince bir çini atölyesi açılmıştır. Kelle koltukta çini imâl eden başka bir millet gösterilebilir mi? Türk’ün asâleti, Tepedelen Palankası’na çini desenleriyle aksetmiş.
Estergon’dan söz açıp da Evliyâ Çelebî’den bahsetmemek, işi sakîl gösterir. Fâzıl Ahmed Paşa’nın 1663’deki Uyvar Seferi’ne, Paşa’nın maiyeti erkânı içinde katılan Evliyâ Çelebî, Estergon’a da uğrar ve tabiî, gördüklerini kalemine sipâriş eder.
Evliyâ’nın resmettiği Estergon’da, toplam altı dizdâr bulunmaktadır ki, bu, buranın altı kaleye bedel bir mühim yer olduğunu gösterir. Büyük Dizdâr, Üst Kale’de otururken; Büyük Varoş, Bölme Hisâr, Tepedelen, Ciğerdelen ve Baruthâne’nin de başlarında, Büyük Dizdâr’a bağlı tâlî dizdârlar vazîfelidir.
Estergon gâzîlerini “gâyet bahadır” bulan Evliyâ Çelebî, hemen hepsinin mükemmel sûrette Macarca konuştuklarını söyler. Kefere içine dâimî akınlar yaparak gün geçiren bu gâzîler, birbirleriyle “dil alma”, yâni esir getirme yarışına girmektedirler.
Yine Evliyâ Çelebî’ye göre, Estergon ahâlisi, günlük hayâtında Macarlar gibi giyindiklerinden, kâfirle olan münâsebetlerinde pek çok müşkil âsân olmaktadır.
Bugün 35.000 civârında nüfûsu barındıran Estergon şehri, 1992 yılında Macar Anayasa Mahkemesi’nin buraya taşınmasıyla, daha da önemli hâle gelmiştir.
Türk’ün kulağından hiç eksik olmayan “Bre Şâhin!”li Estergon Türküsü, mısrâ ve nağmeleri arasına, bir sihirli kale hikâyesi sığdırmıştır. Duyana, işitene…