Ana Sayfa 1998-2012 Bitme Hâli Mi? Minyatür Tâlihi Mi?

Bitme Hâli Mi? Minyatür Tâlihi Mi?

Dobra dobra konuşmak, günlük hayâtımızda, çeşitli sebeplerle fazîletten sayılıyor. Bu sebeplerin bir kısmını kabûllensek bile, geride daha sürüyle kusûr puanı var. Çünkü, böylesine lâf imâli uğruna birkaç koruluk çam devriliyor.

Bir de, çekinmeden konuşma cesâreti(!) için Mehmed Âkif’in: “Sözün odun gibi olsun, hakîkat olsun tek.” tavsiyesini arkalarına alıp, diline balta tutuşturanlar var.

Ne demeli? Meydân-ı suhân, insanlık romanı yazılırken nice erler gördü. Kendini nezâket ve rekâketde hitâbet üstâdı saydıran yerli, yabancı bütün söz erbâbı, kabalıktan ve de kabadayılıktan yana aslâ meyletmediler.

Kim ki, dobra dobra ağız açmayı, “mir’at-i hodgâm”a bakmakla bir tutar, işte orada durup âdemiyet tahkîkâtı yapmalıdır.

Maalesef, Türk siyâset sahnesi, “paldır küldür” dobralarla doldu taştı. Ne kadar ayrık otu varsa, tamâmı orada. Burunlarından kıl aldırmayan, külhanbeyi nârâsını hatibliğin şiârı sayan cümle musâhib mukallidi, kürsüyü ve mikrofonu görür görmez, hançere patlatma moduna geçiyor.

Seçim, demokrasi, halka doğru gitmek şeklindeki göstermelik etiketler, hep narsist tutkalıyla yapıştırılıyor…

“Elmas”, aslında bir karbon cinsi. Yerin derinliklerinde billûrlaşan kömür, uğruna cânlar fedâ edilen servet sembolüne nasıl dönüşür? Bu sorunun cevâbı, mücevher âleminin sırrı falan değil. Diğer bütün kıymetli taş ve mâdenler gibi, elmas da insan dimâğında hazîne kurmuş. Yâni, alıcısı olduğu müddetçe, metâ satıcısına keyif verir. Yüzüne bakan kalmadı mı, parmak uçlarından saç teline kadar, temâs ettiğin her nesne elmas olsa, ne yazar?

Türk’ün, başta Fransız diyârı olmak üzere, Avrupa’ya sadaka ihsân ettiği çağda, avucumuzdan meded uman ve gözümüze şirin görünmek için ters, düz taklalar atan nice tâife, bugün bizi bir çukurdan çıkarıp, daha berbat başkasına koyuyor. Sözün özü, elmas muâmelesi gördüğümüz demler mâzîde kalmış.

Mezellet, cemiyetlerin kendi kabahatleri netîcesinde elde edilen bir ezâ ve cefâ şeklidir. Kurtulmanın tek çâresi, damar ve yürek sâikiyle silkinmek, etrâfımızı saran demir dağları, azmimizin ateşiyle eritmektir.

Hiçbir eğri göz ve kem dil, “Ergenekon” tâbirini “mafyöz” kılıklara mahkûm edemez. O, bizim millî mukaddeslerimizin olmazsa olmazıdır. Destân’ın işâret ettiği muhayyel coğrafya, özünde Türk Dünyâsı’nın tamâmını içine alan, azim ve güven kazanıdır. Kaynaması da, taşması da yakındır…

“Dârü’l-fünûn”dan “üniversite”ye uzanan yol, kültürümüz başta olmak üzere, bizi yüceltecek ve muhterem kılacak yığınla vasfı, hasleti kırıp yok etti. “Medrese” ile “dârü’l-fünûn” arasındaki istihâle zamânını da deftere yazarsanız, hayıf amelleri çoğalır.

İlmi, lâboratuvara hapsedip iz’ân ve irfâna cüzzamlı muâmelesi yapan maddeci cereyanlar, Türk maârifi üzerinde maalesef hâlâ süren bir tahakküm kurdular. Bir başka deyişle, içimiz boşaltıldı.

Mânevî mefhûm ve tâbirlerle alay eden, onları karikatür malzemesi sayan zihniyet, büyük ölçüde başarılı olmuş, hesapladığı neticeye kavuşmuştur. Bugün, “hamâset” başlığı altında ele alınan bütün mevzûlar, tutanın avucunda paramparça olmaktadır.

Bir vakitler “ordu-millet” görülmekle iftihâr eden Türk insanı; “oğlum olursa, onu askere göndermezdim..” diyenlerin, ciddî tavırlarla kaale alındığı iç burkulmalarına şâhit olmaktadır.

Yaşanan hayâl kırıklıklarının özünde, kaybedilmiş bir maârif dâvâsı yatıyor. Lâkin, yine de yanlışdan caymaya yetecek vakti aramak lâzım. Aksi takdirde, kuruyan dallara su yürütmek imkânı kalmayacaktır.

Üniversitesi yürek yakan bir cemiyetin, diğer okul seviyelerinde sadra şifâ aramak mümkün mü? Ufûnet, baştan ayağa yayılmış…

“Saâdet”, her türlü ihtiyâcın üstünde ve bütün varlıkların peşine düştüğü bir ala geyik nişangâhıdır. Gelgelelim, henüz hedefe isâbet kaydı yapılmadı. Gâliba, “güzel” târifi ile saâdet arasında dört cihetden görülen bir çapraz berâberlik var.

Bediî zevkin tatmînine hizmet eden faaliyetin kana at uçlarında parıltılı letâfet ve zarâfet pulları yanıp sönüyor. “Estetik” denilen simürg, bu yüzden avcı menzîlinin hep dışında kalıyor. Ne vakit, bir hezâr-fen nişancı çıkıp da hünerini göstermeye kalksa, hüzün bulutunun omuz hizâsına geldiğini fark ile, mağlûbiyet bestesi yapıyor.

Saâdetin kendisini gören tek kutlu kişi “Devr-i Saâdet”in müessisi “Hâtemü’l-Enbiyâ” olmalı. Onun dışındakiler, sâdece yaklaşma umûdu taşıyarak saâdet tâkibine koyuldular.

Hani, karıncanın: “Menzile erişemesem de yolunda ölürüm.” dediği yolculuk var ya, saâdet peşindeki mahlûkâtın çizdiği slüet, aynen karınca hesâbı, hattâ sür’ati ile yürüyor.

San’atın usâresi, hiç şüphe yok ki, “güzellik” şurubundan imbiklenmiş. O damıtma işinin mekânında, saâdetten tuğla ve kiremitler kullanılmış. Kimileri buna “gönül evi” de diyor. “Dil” sözünün, “gönül”e de tekâbül etmesi, ifâde kudretini daha bir rindâne havaya sokuyor…

Ömrünün bahârında terk-i hayât eyleyerek arkalarında birer hoş sadâ bırakan nice tâze vücûd, geride kalanların hissiyâtını bilir mi? Temennî dışında, bu hususta kimsenin kesin söz söyleme kudreti bulunmuyor. Yalnız, bir ihtimâl hesâbıyla bile olsa, Dünyâ’dan Âhiret’e, oradan da Dünyâ’ya haber nakli, duâ tarîki ile mümkün.

Birilerinin, ısrarla duâ temizleyiciliğine soyunması, elbette tesâdüf değil. Daha da fenâsı, duâya hücûm edenlerin dilinde ve elinde, bugünlerde sık rastlanan hâliyle, “sözde dindar” klişeleri var. Tabiî ki, ortada sakîl durumlar cirit atıyor. Sözün özü, duâmız üzerine panayır kurma gayretleri, kılıçları çekmiş, ha bire kol döndürüyor.

Ölen, öldüğüyle kalıyor ve biz, ölülerimizin ardından yaptıklarımızla, ölmeyi daha çok hak ediyoruz. Şimdiye kadar, adına “terör” denen ve aynen adı gibi “sâde suya tirit” bir etiket başlığı takılan hâdisenin aldığı canlar, gelinen noktayı görüp de, sebep olanların yakasına yapışmazlar mı?

En yanıltıcı ve aldatıcı tavır, “devlet” adına takınılıyor ve bu fiilin fâilleri, kendilerini devletle bir arada takdîm ediyorlar. Hâlbuki, anılan kasıt erbâbının baş dâvâcısı devlettir. Onlar, kirli emellerin maşası olarak, önce vatanın yaşayan sâkinlerine, sonra da vatan uğruna canını fedâ etmiş şühedâya sızı, ezâ vermektedirler.

İz bırakmak, belli bir kalite seviyesi mânâsına geliyor. Artı veya eksiye yönelen ibre uçları, bahsedilen seviyenin; tel’îne mi, şükrâna mı dâhil edileceğini gösteriyor. Bırakacağı izi tahmin etme bahtiyarlığı (bahtsızlığı da olabilir.), her fâniye nasîb olmuyor. Bu tâlihi yakalayabilen çok nâdir kişiler; tevâzû, vakar ve haddi aşmama hasletlerini kapı dışına koyduklarında, -hâşâ- “küçük dağları yaratma” vehmine kapılıyorlar.

Politika, bütün Dünyâ’da olduğu gibi, bizde de pek hızlı şekilde irtifâ kaybediyor. İnsanları, yaradılışlarındaki hikmete mebnî; sevmek, en azından saygı duymak, Yaradan’a karşı bir ibâdet duruşudur. Bunda, şüpheye yer bırakacak husus bulunmuyor. Ammâ, “nefret” hissinin her çeşit tonunu, rengini, kokusunu karantina bögesindeki sağık personeli psikolojisi içinde şırınga eden siyâset meydânı, bütün ibâdet huşûunu ber-havâ eyliyor.

Böylesine yerlerde sürünen siyâsî mücâdele zihniyeti ile hangi ciddî memleket mes’elesi halledilir? Kaldı ki, mevcud kadroların bu taraklarda bezi, zâten yok. İnsan, tabiî olarak, zihinlere kesel veren rejim markalı demagoji kalabalığından gınâ getiriyor.

Aristo’nun, idâre şekilleri hakkında serdettiği reçete formülü; isme değil, muhteviyâta dikkat çekiyordu. Demek, bunca bin yıllık ömür tecrübesi, âdemoğluna hiçbir şey kazandırmamış.

Rüşvetin, kayırmanın, kese -hattâ çuval- doldurmanın, alenî yapılması ve bu arada aslâ “yüz kızarması” hâdisesine rastlanmaması, tedâvüldeki yalan, dolan mikdârını ne güzel ifâde ediyor. Üzerine ölü toprağı serpilen bir memlekette yaşıyor olmaktan sıkıldık. Kaldıysa eğer, az biraz toprağı da üzerimize atın…

İkinci Dünyâ Savaşı’nda, en az kara ve hava muhârebeleri ölçüsünde bir deniz kapışması da yaşanmıştır. Bilhassa Almanya ile İngiltere arasında, okyanuslar üzerinde üstünlük yarışına girişilmiştir. Her ne kadar Dünyâ denizlerinde tartışmasız şekilde İngiliz hâkimiyeti görülmüş, bu hususdaki milletlerarası kanaat paylaşılmış ise de, Almanların Atlas Okyanusu’nu, Kuzey Kutbu’ndan Güney Kutbu’na kadar rahatça dolaşmaları, İngilizlerin birçok plânını darmadağın etmiştir.

Burada, iki ezelî rakîb milletin, yâni, Alman ve İngiliz soylarının bâriz vasıfları rahatça okunabilmektedir. Bir tarafın, buzu kıskandıracak derecedeki soğukkanlılığına, karşı taraf sıcak, ama, milimetrik hassâsiyetler taşıyan fevkalâde iş disiplini ve çalışkanlıkla mukâbelede bulunmuştur.

Coğrâfî duruşu itibâriyle, İngiltere’nin denizle hem-hâl görünmesinden daha tabiî ne olabilir? Almanya’nın, kuzeye ve de soğuğa açılan deniz penceresinden bakıp da, Norveç fiyordlarından Ümit Burnu’na uzanan okyanus enginliğinde, İngiliz huzûrunu kaçırması, pek çok bakımdan takdîre lâyıktır. Bu, aynı zamanda, ustalık ve mahâret patentinin belli bir temerküz noktasının olmadığını, azim ve gayret karşısında, aşılmaz dalgaların çâresiz kaldığını gösteriyor.

Son Dünyâ Harbi, evet, Almanya’nın hezîmet ve hüsrânıyla noktalandı ama, Alman dimâğının bütün kara parçalarıyla deniz sularında bıraktığı izi, kimse unutamıyor ve inkâr edemiyor.

İngiltere’nin, Alman savaş gemilerinden öğrendiklerini, tez zamanda bizim de tedrîse almamız lâzım. Zîrâ, bu vatanda azme inananların sayısında azalma var…

İşgüzarlığın ve dalkavukluğun en vıcık numûnelerinden biri, seçim mitinginde havalandırılan bir pankartta yazıya geçirilmiş ve “Son Osmanlı Pâdişâhı Hoş geldiniz” ibâresi, kameralara gösterilmiş.

Bu pankartı yazan, onu düşünen ve orada dillendirilen sıfatları kendinde vehmeden zihniyeti, psikolojiyi tahlîl, pek basit değil. O tahlîli, ehil nazarlara havâle ile, kenâra çekilmek, bir bakıma kadere rızâ göstermek mânâsına geliyor.

Yalnız, bu arada “pâdişâh” lâfzını duyar duymaz, içindeki “Osmanlı” kînini açığa çıkaran, çalakalem mâzîye hücûm eden cehâlet simsarlarını, rızâ parantezinin içine koymak, büyük haksızlık olur.

Kendisini Türkiye ile aynı mevkide gören çarpık zihniyetin temsilcilerinden bir başyazar (!), Osmanlı târihi konusunda ne kadar nasîbsiz olduğunu hemen belli etti. Ona göre “pâdişâh”lığın müessese sıfatı taşıması dahî, kendisinin lûtfuna(!) tâbi. Yaptığı hesâba nazaran; Fâtih, Yavuz ve Kaanûnî dışındaki otuz üç Osmanlı hükümdârı, târihin omzuna birer yükten ibârettir.

Cehâletin ve de densizliğin bu tarzda tezâhürü, hangi noktada bulunduğumuzu anlatıyor. Bir tarafta habbeyi kubbe yapan arabesk varoş heyheylenmesi, diğer tarafta Osmanlı’dan nefret eden bilgisiz, temelsiz kalem(!) mi, köşe mi, her neyse onun sâhibi gazeteci mukallidi.

Her iki zavallı bakış arasında da, “ben niye buradayım? Benim adım bu bîçare ağızlara niye sermâye oluyor?” diye hayret nidâları çıkaran Osmanlı duruyor. Türk ve Dünyâ târihinin en ciddî, seviyeli ismine yönelen bu gayr-ı ciddî, seviyesiz hamleleri, yüz karası havuzuna akıtıp, minyatüre geçirmek lâzım…

“Minyatür”, bâzı çevrelerce hafife alınıp “resim” san’atının ham madde hâli diye gösterilse de, künhüne erenler için vaziyet, hiç öyle görünmüyor.

Bir kere, resme bakan gözlerin ilk takıldığı yer, ufuk genişliğidir ve minyatürün ufku, alabildiğince açıktır. Üçüncü veya dördüncü boyut, ne derecede derinlik sağlar bilinmez ama; boyut eksikliği, ufuk vüs’atinin okyanus misline çıktığı yerde, aslâ belli olmuyor.

İkinci olarak, minyatür tarzında çizilen insan figürlerinin ayırt edici hatlarının bulunmayışı, yâni, birbirine çok benzeyen yüzlerin, yan yana, alt alta, üst üste istif edilişi, portre kâbiliyetsizliği falan değildir. Neresinden bakılırsa bakılsın, bu yüzlerin işâret ettiği beşeriyet, eşitlik makâmında türküler, şarkılar söylemektedir.

Üçüncü ve belki en mühim minyatür vasfı, mahremiyete uzatılan hürmet duruşudur. İnsanın şahsında bütün mevcûdâta, vâroluş hikmeti çerçevesinde bakan minyatür; kimsenin, hattâ hayvan ve bitki familyalarının husûsî, şahsî, yâni zâta mahsûs hâllerine, izin alarak dahî girmiyor.

Asrî, modern, ultra modern, postmodern gibi sıfatlarla minyatüre hücûm edenlerin fırça ve kalemlerinden dökülen “nü” çehreler, hangi iz’âna, hangi irfâna omuz verebilir?

Gâliba, minyatürün başına üşüşen kasıtlı şövalyelerin; Türk târihi Türk milleti ile görmek istedikleri bir hesap var. Bunu anlamamak için ya çok bön olmak veyâhut aklını, dimâğını kiraya vermek lâzım. “Stratejik ortaklık” kampanyalarına, birazcık minyatür ufku açsak, şuûr kalkanı kolumuza girecek…

Kılçıklı balık, yiyenin boğazında alârma ve -ihtimâl- hasâra yol açar. Acemî olarak sofraya oturanı, en azından balık manşetli sürprizler bekliyor.

Dünyâ’yı hâkimiyeti altında tutan güç kaynakları içinde, “devlet” vasıflılar geri plâna çekilerek, yerlerini -moda deyişle- “lobi”lere bıraktılar. Kabûl etmesi zor da olsa; en cüsseli siyâsî teşekküller bile, bu lobi sultasına boyun eğmek durumunda kaldı.

Tâbir yerinde ise, insanlık, bugün lobiler mücâdelesinin âkıbetine “kader” demeye başladı. Gözler önünde kurulmuş bir “kurtlar sofrası”, kimine iştâh tâzeletiyor, kiminin dişleri arasına “kılçık” takıyor.

Bahsedilen sofrada, lâyıkıyla temsîl edilen bize âit bir sandalye var mı? Ne gezer? Çok nâdir ânlarda, o da tamâmen göstermelik olarak, eğreti biçimde iliştiğimiz oluyor ama, hepsi bu kadar. Daha fazlasına hiçbir zaman müsaade edilmedi.

Şu anda, “kriz” başlığı ile ortalığı yangın yerine çevirip vâveylâyı basanlar, sofranın asıl müdâvimleri. Kulaklarımızı tırmalayan çığlıkların tamâmına yakını sahte ve yapmacık. Para ibreleri yukarı çıkarken de, aşağı inerken de hep onlar kazanıyor. Ne var ki, her seferinde seyirci mevkiindeki günahsız kişi ve şirketler, sofra gerisindeki mutfakta kıyma makinasından geçiriliyor.

Sonu, önceden tesbit edilmiş senaryo, en muhkem devlet yapılarını tuşa getirirken, sofra etrâfındakilere en ufak bir sıyrık bile atamıyor. Bunu fark etmeyi, öyle derin ihtisasla falan mümkün zannediyorsanız, daha çok beklersiniz. Mes’ele, takdîm edildiği gibi “ekonomik” değil, tam mânasıyla dinî, siyâsî plâtforma oturtulmuş…

“Bitme hâli”, bunu bekleyenin hâlet-i rûhîyesine göre iyi veya kötüdür. Öyle bitiş manzaraları vardır ki, davul-zurna çaldırır. Yine öyle nihâyet tabloları seyredilir ki; gözde de, elde de tâkat bırakmaz.

Memleketimizde temâşâ edilen “son” damgalı sahneler, maalesef hüzün üstüne hüzün veriyor. “Bu da mı bitti?…” nidâları arasında, dâimî bir cenâze kaldırma refleksi içindeyiz.

“Siyâsî seviye”, epeyidir komadaydı; ne yaptıysak hangi şok tedâviyî uyguladıysak, şifâ bulmadı. Şimdi, onun da salâsı veriliyor.

Hani, semt pazarlarındaki çığırtkan satıcının, müşteri ayartmak için söylediği: “Batan geminin malları bunlar!” nârâsı var ya; koskoca Türk milletinin alâmet-i fârikası bilinen cümle iyi hâlleri, birer birer defin sırasına kondu. Ha bire tâbut taşıyoruz.

İyi de, bu “sal nakli” duruşu, hangi vakte dek sürecek? Her idrâk malzemesi gibi, bir gün bu “naaş lâzimesi” hâl de bitiş düdüğünü çalacak.

Ne kadar farkındayız, bilinmez ama, anlı-şanlı Türk kültürü, bütün yekûnu ile karanlık dehlizlere tıkılıyor. Sözü edilen kültür, Hz. Âdem’den bugüne uzanan insanlık sermâyesinin en hatırı sayılır portföyüdür. Onun yokluğu, cihânşümûl krizleri dâvet edecek büyüklükte bir kayıptır.

Milletlerin, bir-iki kalem hareketiyle kolay kolay yok edilemeyeceğine, başta târih şâhittir. Lâkin, yine aynı târihin koridorları, vazîfesini tamamlamış milletlerin lâhidleriyle doludur.

“Bir vakitler…” diye başlayan tahassür tiradları îcâd etmek yerine; elimizdeki, avucumuzdaki mâdenin kıymetini bilme, anlama cehdi vermeliyiz. Yoksa, türbedârlığımıza soyunan yığınla gönüllü, alesta bekliyor…

 

Orkun'dan Seçmeler