Ana Sayfa 1998-2012 Bir başka Türk dünyası

Bir başka Türk dünyası

SOVYETLER Birliği dağılmadan önce Türkiye’de çok az kişinin bildiği, sınırlarımızın ötesinde soydaşlarımızın olduğu gerçeği uzun süre bizlerden saklanmaya çalışılmıştı. Hattâ Türkiye, sadece Türklerden ibaret değildir diyenlere Irkçı-Turancı diye eziyetler edildi. Dünyanın hiçbir ülkesinde milletin ekseriyetinin yaptığı milliyetçilik suç değil iken, Türkiye’de bunlara kötü gözle bakıldı. Onlar Türk milletinin geleceğinin Türk birliğine bağlı olduğunu haykırırlarken, hâlâ günümüzde devam ettiği üzere başka kapılarda çare arayanlar oldu. Ama Türkçülerin-Turancıların dedikleri hep gerçekleşti ve gerçekleşecek. İyi ki Türkçüler var. Geçmişte vardılar, şimdi de varlar. Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olan Türkçüler olduğu müddetçe bu millete ve devlete zeval gelmeyecek. Her külden, her kıvılcımdan alevler gibi yükselecekler.

1990’lı yıllarda Sovyet-Rusya imparatorluğunun parçalanmasından sonra yeni Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktı. Hakikî mânâda tam bağımsızlıklarını elde edemeseler de, onlar birer Türk ülkesi. Bunlar cumhuriyetlerini ilân ettiklerinde, Türk dünyasına at gözlüğüyle bakanlar birden-bire Turancı oldular. Turan, ütopya yani hayâl diyenler, Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar söylemleriyle nutuklar attılar.

Efendiler, daha önce nerelerdeydiniz? Bütün Türkçüler ve dünya, Sovyetlerin dağılacağını söylerken siz ne yaptınız? Büyük Atatürk ve Atsız Beg onlarca yıl evvel Sovyet-Rusya’nın parçalanacağını bildirmediler mi? Atatürk’ü unutturdunuz, onun büyük bir Türk milliyetçisi olduğunu bir kenara atarak yeni vasıflar yakıştırdınız. Atsız Begi hapishanelere tıkıp ırkçı, bölücü demediniz mi? Rahmetli Ziya Gökalp, onlardan da çok evvel ne güzel söylemiş:“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan. Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan”.

Küçük adamlar küçük düşünürler. Turan elbet gerçekleşecek; şu veya bu şekilde. Kimse Türk’ün yükselişinin önünde duramayacak. Bir çığ gibi, bir tufan gibi yeniden büyüyeceğiz. Bu millet sıkıştırıldığı kabukları mutlaka kıracak.

Dünyanın dört bir yanında Türkler vardır. Nerelerde olduğunu, nas l yaşadıklarını neredeyse herkes biliyor. Başkentleri şurası, nüfusları bu demenin boşuna lâf kalabalığı olacağını düşündüğümüzden, farklı şeyler anlatmanın yararına inanıyoruz.

Yıl 1992. Sovyetler’in dağılmasından hemen sonra Türkiye-Türk cumhuriyetleri ilişkilerinde aracı ve düzenleyici olmak amacıyla, o zamanın hükûmeti tarafından TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) diye bir kuruluş meydana getirildi. Türk dünyasının işleriyle ilgilenecek bu müessesenin teşekkülü esnasında kültürel ve sosyal meselelerin ayarlanması için tarafımıza da üniversite kanalıyla bir teklif yapılmış ve şu anda bu devlet kurumunun ciddî olarak yürüttüğü pekçok projeyi o zamanki hoca ve akademisyen arkadaşlarımızla beraber hazırlamıştık. Ama geçmişte olduğu gibi Türk milletini seven, Türk milletine hiç karşılıksız hizmet etmek isteyen bu Türkçü insanlar, o günlerde de çeşitli şekillerde engellendiler. Ve hepimiz bir süre sonra istifamızı verip üniversitelerimize dönmek zorunda kaldık.

TİKA’da danışmanlık yaptığımız sırada 1992 senesinin sonlarına doğru Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a bir fuar münasebetiyle gitme imkânı bulduk. Beraberimizde götürdüğümüz kitap, dergi ve Türkiye’yi anlatan broşür ve filmlerle ülkemizi tanıtacaktık. Çeşitli kuruluşlar ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sağladığı başta Kur’an olmak üzere değişik kitapları Türkmenlere ücretsiz olarak dağıtıyorduk. Bulunduğumuz yere sürekli insanlar geliyor, kitaplardan ve dergilerden alıp gidiyorlardı. Bu insanlar arasında iki kişi dikkatimizi çekti. Yanımıza geliyorlar, biraz bekleyip sonra dönüyorlardı. Bu hareketi üç-dört defa tekrarladılar. İlk başta onları Kur’an almak için gelenlerden sandım. Kendilerini yanıma buyur ettim ve “Kur’an mı istiyorsunuz?” diye sordum. “Yok, biz daha önce aldık. Ama bizler, size bir şey söylemek istiyoruz” dediler. “Nedir?” dedim. “Biz Türkiye’den gelen insanları ilk defa görüyoruz. Sovyetler zamanında Türkiye adını sadece haritalarda görebiliyorduk ve bize yalnızca en büyük Türk olarak Nâzım Hikmetof’u anlattılar; sizleri konuk etmek dileğimiz” diye söylediler. Hiç tereddütsüzce bu saf insanların isteğini kabul ettim. “Öyleyse biz sizi akşam buradan alırız” dediler. Yanımdakilerin bazıları çekindiklerinden, benimle gelemediler. Üç-beş kişi olduğumuz hâlde her ikisinin adı da Sapar olan bu temiz Türkmenler akşam eski bir arabayla geldiler. Oturdukları yer Aşkabat’ın 40-50 km dışında, Kopet Dağlarına doğru bir kasaba idi. Saparlardan, güneş enerjisi mühendisi olduğunu öğrendiğimiz birinin evine konuk olduk. Evin içi ana-baba günü gibiydi. Salona doluşmuş insanlar Türkiye’den gelenleri merak ediyorlar, ilgiyle bakıyorlardı. Neleri var-yok, bir yer sofrası hazırlamışlardı. Bin yıl önce gittiğimiz topraklarda, bin yıl sonra yine hüzünle kucaklaştık. O insanların Türk’e ve Türkiye’ye hasretini hâlâ unutamıyorum. Türk milletinin ruhundaki bu kardeşlik duygusu öldürülemediği müddetçe, Turan ülküsünü kim söndürebilir?

Yıl 1994, Ahmed Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi yeni kurulmuştu. Türkistan’da eğitime başlayacak olan bu üniversitenin ilk hocalarından biri olarak bu kez de Yesi’ye, yani Türkistan şehrine gitme imkânına sahip olduk. Burada şunu da belirmek isteriz ki, Ruslar koskoca Türkistan’ı Türkistan adıyla küçücük bir kasabaya hapsetmeyi başarmışlardır. Oguz Han’ın yurdunda, Sır-derya boylarında olmak bambaşka bir duyguydu. Hele şehrin girişine konulan:

Türkistan eki dünya esigi goy

Türkistan her Türk’ün besigi goy

mısraları insanı derinden etkiliyordu. Ama Türkistan garip bırakılmış, sırf Türk’ün beşiği olduğu için yatırım yapılmadığından, bir köy havasındaydı. Türkistan’ın yanında bulunan yaklaşık 30 km uzaklıktaki Kentav kasabası ise özellikle geliştirilmiş, tipik bir Sovyet yerleşimiydi. Türkistan da onun gölgesinde kalıyordu. Biz de bir eğitim yılı boyunca Kentav’da Karaçaylı bir Türkçü kardeşimizle beraber oturmuştuk. Yani yıllar sonra atalarının şu veya bu şekilde buralardan ayrılmak zorunda kaldığı ve bir parçalarının da hâlâ oralarda yaşadığı Türkler olarak Türkistan’da idik.

O yıllarda Türkistan veya Yesi’de her milletten buraya âdeta mecburen göçürülmüş insanlar vardı. Ahıska ve Karaçay Türkleri, Özbekler, Türkmenler, Tatarlar, Çeçenler, İnguşlar, Volga Almanları, Koreliler, Batum Rumları vs. ve onların efendisi Ruslar. Bir gün postahanede telefon ederken, yanımızdaki kulübede Azerbaycan Türkçesiyle bir gencin konuştuğunu gördük. Konuşması bitince kim olduğunu sorduk. Ahıskalı olduğunu, orada pekçok Ahıskalı bulunduğunu, istersek dedesiyle bizi tanıştırabileceğini söyledi. Şu anda ismini unuttuğum genç kararlaştırdığımız saatte bizi alarak kaldıkları mahalleye ve dedesinin evine götürdü. Gittiğimiz mekân gece-kondu tipinde, tamamen bir Anadolu köylüsünün evine benziyordu. İçeride bir sürü çocuk, erkek, kadın ve kız bizi ayakta karşıladılar. Evin en yaşlısı ise bir sedirde oturuyordu. Bizi getiren torun; “işte bu bizim Temürcan dedemiz” dedi. Temürcan Aga, “hoş geldiniz evlâtlar” diye bizi karşıladı. O yaşlı ihtiyarın gözyaşlarıyla bize anlattıklarını yazmaya kalksam sayfalara sığmaz. O zamanlar daha çocukmuş ama her şeyi hatırlıyor. Nasıl bir gecede kamyonlara doldurulduklarını, yanlarına hiçbir şey alamadıklarını ve Kazakistan’a getirildiklerini anlattı. Eski Sovyet vatandaşlarından pasaportlarında Türk yazan sadece onlardı. Ve tek suçları Türk olmak, Türkiye sınırlarının ötesinde bulunmak idi. İnsanların üst-üste, aç ve susuz, en tabiî ihtiyaçlarını bile hayvan vagonlarının içinde nasıl gördüklerini, havasızlıktan hastalananları, ölen insanları tren yollarının kenarlarına nasıl attıklarını anlatıyordu. Hem ağlayan, hem de anlatan bu koca dede bizi de ağlattı. “Evlâtlar, bizi unuttunuz. Bir zamanlar beraber yaşamıyor muyduk? Bizi ne zaman alacaksınız”? diye sordu. Diyemedik ki ona; “Temürcan Dede, bizim o kadar çok hainimiz var ki, siz buralarda daha çok eziyet çekersiniz. Bizde, size el uzatmaya çalışanları bir zamanlar vuruyorlardı, hapislere atıyorlardı, onları faşistlikle suçluyorlardı”. Ah, Temürcan Dede öldüysen, Allah rahmet eylesin. Ak Toprakları bir de sen görseydin. Doğduğun topraklara kavuşamadın belki. Seni ve beni ayıranlar; bir araya gelmemizi engelleyen, Türklerin içindeki ve dışındaki düşmanlar inşallah öbür dünyada cehennem ateşinde yanarlar.
 

Orkun'dan Seçmeler