Millet ve ferd olarak, “En çok ne kaybettik?” diye sorulursa, naçiz kanaatim ve düşünceme göre en çok “-Vatan toprağı kaybettik!”, derim.. Kaba ölçüleri ile Altay Dağları’ndan Urallar’a; Sibirya’dan Ekvador kuşağına kadar sahayı gözler önüne getirebilir miyiz? Bu saha nerede ise dünyanın yarısı eder.
Özellikle son 150 sene içerisinde, elde kalmış vatan toprağı üzerinde müstakil yaşayabilme uğrunda Türkoğlu çok kırıldı. Binlerce.. On binlerce… Yüz Binlercesi… Milyonlarcası…
Bu çetin cidalleşmelerin en başında “93 Harbi” de denilen Türk Rus Harbi(1877-1878) ve Balkan Muharebeleri ile I.Cihan Harbi içerisindeki Çanakkale Muharebeleri gelir. Heyhat.. Bu vatan topraklarının nereleri olduğu ve kayboluşları, bu uğurda cepheden cepheye koşan kahraman gazi ve aziz şehidlerimiz gibi unutulup gitti. Bu son ifademize itiraz edenlere diyebilirim ki, yapılanlar “zevahiri kurtarmak” adına göstermelik merasimlerden başka bir şey değildir. Evet, fikrimize hiçbir akl-ı selim sahibi itiraz edemez!..
Ömrünü I.Cihân Harbi’nden kalma silâh ve harb aletleri toplamakla geçirerek, bir kültür mirasımıza sahib çıkan, aziz mi aziz bir dostum olan Orhan AKSEKİ Beyefendi ile Çanakkale Muharebeleri üzerinde sohbet ederken, bana, Akseki’nin Cemeller Köyü’nden Ayşe AYDIN adında bir eli öpülesi Türk annesinden bahsetdi.
Ayşe Hanım evlendikten sonra, Anadolu’muzun adı unutulmuş pek çok kahraman yiğidleri gibi, kocası Mustafa da, düşmanın üzerimize höreleneceği anlaşılınca ilân edilen “Seferberlik” ile, Çanakkale’ye sevk edilir. Muharebelerdeki yiğitliği, gözünü budaktan esirgemezliği; düşman karşısında, büyüyüp yetiştiği sarp ve kıraç topraklar gibi olan mukavemeti yüzünden midir bilinmez, “Onbaşı” lığa terfi eder.
Ey nadanlığımız eseri olan yeni Türk gençliği, “Onbaşı” deyip geçmeyiniz!.. O şerefli rütbe kolay-kolay elde edilemez!.. Hele-hele Türk Cihân Devleti döneminde.. “Onbaşı” veya “Çavuş” olmak, bakkaldan “Jöle”, ticarethanelerden de “küpe”, “kolye” ve “cep telefonu” almaya benzemez!.. Veyahut da, bir “matah”mış gibi “plâket” almaya hiç mi hiç, benzemez!.. Bizim Balkanlardaki topraklarımız üzerinde kurulan bir devletin “Reis-i cumhuru”:
“-Babam, Osmanlı İmparatorluğu Ordusu’nda, Onbaşı idi!..” diyerek iftihar ederdi.
Anadolu köylerinde, yaşı 60’ın üzerinde olan erkekler, o kahramanlar ocağında onbaşı veya çavuş olarak vatan borcunu ifa etmişler ise, bir birlerine “Ali Onbaşı”, “Halil Çavuş” diye hitab ederler. Ne güzel bir an’ane, ne güzel bir terbiye.. Türk’ün nesi güzel değildi ki?
Mustafa Onbaşı, işte o ateşten sıcak günlerde bir yandan açlık, susuzluk, ayakkabısızlık ve elbisesizlik ile; bir yandan da şehidlerimizin ve düşman ölülerinin sıcaktan dolayı etrafa yaydığı koku ve cesedlerin üzerine konan milyarlarca sinekler ile cebelleşirken kahpe, istilâcı, insan hakkına hürmetsiz çete İngiliz ile, İngiliz’in şeytanî hile ve desiselerine inanan Hinduların, cesaretleri ile bilinen Avusturalya yerlileri olarak bilinen Aborjinler’in karşısında kahramanca vatan toprağını, aziz yurdumuzu müdafaa ederken şehid olup, “Ağuşunu açmış duran peygamberin” davetine koşarak, Çanakkale’yi bize ebedî bir vatan toprağı olarak bırakanların arasına karışıp gider. Ne mutlu onlara…
Cemeller Köyü’ndeki eşi Ayşe Hanım’ın, şehid Mustafa Onbaşı’dan Fatma adını koydukları bir kız evlâdı dünyaya gelir, büyür, serpilir.. ve evlenir.. Gün gelir, Fatma Hanım hali vakti yerinde olan bir anne olur. İşte bu günlerin birisinde, şehid dul eşi olan annesi Ayşe Hanıma:
“ – Anne, Allah nasib ettiyse seni bir Hac’a götüreyim” der. Ayşe Hanım, biricik evlâdı ve şehid eşinin tek emaneti olan kızının bu teklifi karşısında gözleri buğulanır ve adetâ başı göğsüne doğru düşer. Derin-derin, sessizce düşüncelere dalar.. Neden sonra başını kaldırdığı zaman, gül yüzlü annesinin sessiz sesiz ağladığını gören Fatma hanım, annesinin duâlı dudaklardan dökülen şu teklifle karşı karşıya kalır:
“ – Sen beni Hac’dan önce, kocamın yattığı toprağa, Çanakkale’ye götür!..”
Ocak, 2011 – Enhoşlar – İzmir