Ana Sayfa 1998-2012 Batıda ve İslâmiyette İnsan Hakları

Batıda ve İslâmiyette İnsan Hakları

Günümüz dünyasında, devletler de insanlar gibi Robenson hayatı yaşamıyorlar. Ekonomik ilişkiler ve milletlerarası anlaşmalar, ülkeleri birbirine bağlıyor. Bölge problemleri, bölgeye komşu olmayan ülkeleri de ilgilendiriyor ve etkiliyor. Hattâ bir ülkenin iç problemleri bile çoğu zaman milletlerarası plâtformlarda görüşülüp karara bağlanabiliyor, yaptırımlar uygulanabiliyor. Uygulamanın en çarpıcı örneği İnsan Hakları ve onun bir parçası olan Azınlık Hakları konusunda yaşanıyor.

İnsan hakları ile ilgili çalışmalar, 1215 yılında, Magna Carta (Büyük Ferman) Bildirgesi ile başladı. Bildirge, İngiliz milleti ve Kral John arasında geçerli olarak imzalanan, 63 maddeden oluşan bir anlaşmadır. Anlaşmanın en önemli maddesi; hiçbir insanın yürürlükteki kanunlara aykırı olarak tutuklanamayacağını, mülkünün elinden alınamayacağını ve öldürülemeyeceğini belirtiyordu. Diğer maddelerde; insanlara, kanunlarda yazılı olan sorumlulukların üzerinde görev verilemeyeceği, cezaların suçla orantılı olacağı, devletin bedelini ödemeden millete ait bir malı almayacağı taahhüt ediliyordu. Büyük Ferman, sonraki yıllarda günün şartlarına göre yenilendi.

Magna Carta’ya benzer bir bildirge, 1776 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlandı. 1789 yılında Fransa hükûmeti, İnsan Hakları Bildirgesi’ni kabul etti.

1948 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilâtı (BMT)’nin kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yürürlüğe girdi. Beyannamenin birinci maddesinde: Bütün insanların hür oldukları, hak ve değer bakımından eşit haklarının bulunduğu, ikinci maddesinde ise, beyannamede sözü edilen haklardan bütün insanların; renk, ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı yapılmaksızın yararlanabilecekleri belirtilmiştir.

Görüldüğü gibi bildirgel erin hiçbirinde, “azınlık” kavramı veya kelimesi yer almıyor. Azınlık hakları konusunun gündeme gelmesi için 1990 yılına kadar beklemek gerekti.

Azınlık hakları konusunda Avrupa Birliği (AB) bünyesinde faaliyet gösteren Avrupa Konseyi (AK) tarafından hazırlanan iki metin var: Millî Azınlıkların Korunması Hakkında Çerçeve Sözleşme ve Azınlık Dilleri Avrupa Sözleşmesi…

Sözleşmelerin hazırlanmasına 1990 yılında başlandı. 1998 yılında yürürlüğe konuldu. AK üyesi olmalarına rağmen Fransa ve Belçika gibi, sözleşmeyi imzalamayan pek çok ülke var. İmza koymayanlar, “azınlık” kavramının tarif ve kapsamında anlaşamıyorlar.

Sözleşmelerde azınlıklara tanınan haklar sınırsız değil. Toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlık kavramına aykırı eylemlerin, azınlık hakları dışında olduğu özellikle vurgulanıyor. Bir başka maddede; azınlık haklarının, azınlıkları oluşturan topluma değil, o toplumu oluşturan kişilere tanındığı belirtiliyor.

Haklar, şöyle sıralanıyor:

Azınlıklara mensup kişiler;

– Kültürlerini korumak, geliştirmek ve devam ettirmek,

– Kendilerine ait dil, din ve geleneklere ait mirasları korumak,

– Kendi dillerinde ad ve soyadı kullanmak… haklarına sahipler.

İnsan Hakları Evrensel Beyanamesi ile ilgili olarak Irk Ayırımcılığının Kaldırılması Sözleşmesi ve Arupa İnsan Hakları Sözleşmesi hazırlanıp imzalanarak yürürlüğe konuldu. İkinci sözleşmeyi imzalayan ülkelerin, sözleşmeye aykırı uygulamaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanıyor. Sözleşme, kişilere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne doğrudan başvurma hakkı tanıyor. Yine sözleşme ile Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve İnsan Hakları Divanı’nın çalışma usulleri belirleniyor.

İnsan Hakları Sözleşmesi, insanların temel hak ve hürriyetlerini belirlemekle birlikte, 14. maddede “cins, ırk, renk, dil, din farkına ve millete veya sosyal etnik kökenlere dayalı olarak, insan hakları uygulamasında eşitlik ilkelerine aykırı uygulama yapılamayacağını” da hükme bağlıyor.

İSLÂMİYET HEP ÖNDE

İslâm dünyasında gerek insan hakları ve gerekse azınlık hakları, dinin tebliğ edilmesiyle birlikte ele alınmıştır. Bu yazıda ele alınan konuların benimsenmesi, insan hakları kapsamında Magna Carta’dan 600, BMT’den 1300 yıl öncedir. Azınlık hakları kapsamındaki öncelik, 1370 yıla dayanmaktadır.

Bu öncelikli olma hâli gözönünde bulundurularak denilebilir ki; Kur’an-ı Kerim, bu hakların tesbit ve tescil edilmesi, kullanılması ve kullandırılması için gönderilmiştir. İslâmî anlayışa göre bütün haklar, Cenab-ı Allah’ın iradesine dayanır.

Yalnız insan hakları ve azınlık hakları değil, kadın hakları, işkence yasağı, namus ve haysiyetin korunması, din ve vicdan hürriyeti kavramları… batı toplumunda bilinmezken İslâm Âleminde uygulanıyordu. Yunus Sûresi 99. Âyet’te, “İnanmadıkları için insanlara zor kullanılamayacağı” belirtilir. Bu hüküm, din ve vicdan hürriyetinin temel taşıdır. Bakara Sûresi 256. Âyet’te ise: “Dinde zorlama yoktur.” denilmektedir.

Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Medine’ye hicret ettiğinde, orada azınlık olarak Yahudî ırkına mensup Musevîler yaşamakta idi. Gerek Müslümanlar ile Yahudîlerin bir arada barış içerisinde yaşamaları için gerekse Yahudî kabileleri arasında eskiden beri var olan anlaşmazlıkların toplum huzurunu bozucu hâle gelmemesi için Medine Sözleşmesi olarak adlandırılan belge imzalandı. Belge, bir saldırmazlık sözleşmesi olduğu kadar, azınlıklara ait hakların tanındığına dair bir taahhütname hükmündedir. Sözleşmede: “Yahudilerin canları ve malları teminat altındadır. Dinlerini yaşama haklarına sahiptirler.” denilmekteydi. O günün şartları içerisinde Medine, konfederasyon şeklinde oluşmuş bir “şehir devlet” idi. Sözleşme ile, devletin sınırları içerisinde yaşayan Müslüman, Yahudî ve diğer grupların birbirleriyle olan ilişkileri düzenleniyordu. Medine Sözleşmesi, farklı din mensuplarının bir arada yaşamalarına imkân veren ve anayasa hukuku anlamında ilk yazılı ve önemli bir belgedir.

Resulullah (S.A.V.) Efendimiz, hicretin 10. yılında hac ibadeti sırasında Arafat’t 100.000’den fazla Müslümana hitaben buyurdukları Veda Hutbesi’nde; “Hiç kimseye zulmetmeyiniz. Kadınların haklarını gözetiniz. İnsanların canları, namusları ve kendilerine ait mallarına ilişmeyiniz.” diyerek temel insan hakları olarak bilinen ve çağımızda çok önem atfedilen hakların hepsine uyulmasını emretmiştir.

İslâm’ın, Müslüman olmayanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetinin kapsamı son derece genişti. Tarih boyunca gayrımüslimlerin sahip oldukları hürriyetler sayesindedir ki Müslümanların kesin hâkimiyet sahibi oldukları bölgelerde, gayrımüslim unsurlar hayatiyetlerini koruyabilmişlerdir. Bir zamanlar büyük bir İslâm medeniyetinin bulunduğu İspanya’da, Osmanlı’nın yönettiği Bulgaristan ve Yunanistan’da, Bosna ve diğer bölgelerde, bugün eskiye ait çok az eser kalmıştır. Onların 50 senede yaptıklarının binde biri, 500 yıl boyunca Osmanlı tarafından yapılsa idi, Balkanlarda Hristiyanlığa ait tek bir iz kalmazdı.

Dünya milletlerinin insan ve azınlık hakları konusunda başkaca bir düzenleme yapmalarına gerek yok. Vaktiyle yapılmış düzenlemeleri ve uygulamaları örnek alabilseler… dünya daha yaşanılabilir hâle gelir.
 

Orkun'dan Seçmeler