Dâryûş Şâyegân’a Göre
“ Asya Kültürünün Niteliği”
[… “Ortak bir Asya manevî deneyimi cevherinden söz edilebilir mi?” sorusunu soran Şâyegân; batı uygarlığı karşısında Asya kültürünün mutasyona uğrama oluşumu içinde bulunulduğunu ve bu mutasyon sürecinin özelikle düşünce, sanat, toplumsal davranışlar ve insan bilimi alanlarında arıyor.
Asyalılık kültürünün ve Asya uygarlıklarının, antik Yunan ile birlikte insanlık kültürünün tarihi eksenini oluşturduğunu; Asya içerisinde özel bir konumu olan İran’ın aynı zamanda Hint-Ârî uygarlığına akraba olduğunu, İran’ın İslâm düşünce ve sanatının asıl kurucularından birisi olduğu ileri sürülüyor.
Asya uygarlıklarının ortak kaderinin “din inancı” olduğunu ve bir İranlının insana bakışının bir Marksistten, bir pozitivisten veya modern Batı’nın her türlü ekol ve ideolojilerinden çok bir Hindu’nun, bir Taocu’nun veya bir Budist’in bakışına yakın olduğu tespit edildikten sonra, “Asya uygarlıkları birbirlerine karşı yabancılaşmış ve birbirlerine karşı Batılı bakış açısıyla bakıyor…” tespiti ile Asyalılık kültüründeki parçalanmalara vurgu yapılıyor.
Japon uygarlığındaki atılımın Batıya ait teknolojik bir atılım olduğunu, Japon kimliğinin de en az Hintlilerin ve İranlıların kimliği kadar tehlike altında bulunduğunu; Gandi ve Mao Tse Tung’un bilinçsizce bu tehlikeyi fark ettiklerini, Mao’nun Marksizm’e dayalı ideolojisinin Batı anlayışının ürünü olduğunu idda eden Yazar, Asya’daki ideolojik akımların tamamının Rauschning’in deyişiyle “ Batı nihilizminin örtüleri ve dönüşüme uğramış biçimleri” olarak görülmesi gerektiğini iddia ediyor.
Şâyegân; Rus Bolşevizmini, Alman ulusunun Faustçu düşüncesinin bir ürünü sayarak, Rus nihilizminin, hem imanı hem imansızlığı, hem Tanrı’yı hem dünyayı inkâr etmelerine ve işin sonunda inkârı da inkâr etmelerine kadar gittiğini, Dostoyevski’nin yokluğa iman etmekten kurtulmak için Rus ulusunun Tanrı taşıyıcılığına inandığını öne sürüyor. Rus imansızlığının giderek Stalin’in kırbacına dönüştüğünü ve Asya kültürünün Batı nihilizmi tarafından kuşatılarak değişime zorlandığını ortaya koyan Şâyegân; batı nihilizminin inancı yıkmakla birlikte, ahlâkî alanda hayır ile şer arasındaki her türlü ayırıcı özelliği inkâr ettiğini belirtiyor.
Dünya ve ahretin inkârıyla Batı’nın fetret döneminin zirvesine çıktığı ve her şeyi inkâr eden hastalıklı bir linç aşamasına gelindiği ve bu aşamanın doğuya veya Asya’ya yansımasının, pasif nihilizm biçiminde gerçekleştiği, bu yansımanın sonucunda elde edilen toplumsal tepkinin ise, Batı karşısında geri kalmışlık korkusu doğurduğu vurgulanıyor.
Tarihin bazı kişileri ve bu kişilerin liderliğini yaptığı toplumları sürüklediğini ve bu sürüklenişin de “ tarihî kader” olarak tanımlanabileceğini belirten yazar; varlığın var olabilmesi için hareket etmesi ve bu hareketin mutlak güç kaynağının ise Hegelci bir yaklaşımla “ruh” olduğunu anlatıyor. Hegel’e göre tarihî süreç mutlak özgürlüğe “ ruh” ile giderken, Marks’a göre mutlak özgürlük maddenin sınıflar arasında eşit ve özgürce paylaşılmasıdır, tespitlerinin ardından; Asya uygarlıklarının kalıntılarının hem Hegel’e, hem de Marks’a yakalandığı sonucuna varılıyor.
Asya kültürünün bu iki akım ekseninde dünyevîleştiğinin ve toplumların âdeta gafil avlandığını belirten Yazar; öz kültürümüzle hiçbir bağı olmayan bu gibi felsefelerin ve kavramların Asya kültüründe bir papağan gibi bilinçsizce tekrarlanmasının bir saldırı karşısında bazen Hegel, bazen Marks gibi davrandığımızı, hem alt yapıyı hem de üst yapıyı savunma çelişkisi içerisinde bocaladığımızı bildiriyor.
Hegel’e göre tarih, mutlak ruhun evrim çizgisinden doğar.
Condorcet ve Comte’da sonsuz ilerleme inancı Tanrısal iradenin yerini alır, beşeriyet kavramı ulûhiyetin yerine geçer.
Proudhom’a göre tarih, sonsuz bir Tanrı ile sonlu bir insanın savaş alanıdır; bu nedenle kaza ve kader inancı yok edilmelidir ki, aslında Tanrı da insana düşmandır.
Nietzsche’ye göre en iyi çözüm, değerler ve törelerin imanla birlikte iptal edilmesidir.
Heidegger’e göre bu tarih, varlığın unutulmasının ve Tanrıların kaçışının tarihidir.
Yazara göre;
Birbirine zıt veya paralel düşünceleri ileri süren batılı filozofların bu tartışmalarının sonucunda bir “Batılılık bilinci” oluşmuştur. Asya kültüründe henüz “Asyalılık” bilinci doğmamış ve Asya toplumları kendi kültürlerinden kaynaklanan bir bilinçlenmeden mahrum kalmıştır. Ve hatta Asya kültürü folklorik değerlere indirgenerek, turist müzelerine dönüştürülmüştür.
Asya kültürü Batı etkisinde sürekli mutasyona uğramış, mutasyonun ise ne iyi ne de kötü olabileceği, her zaman meçhul bir anlam ifade ettiği, yeni bir değer veya yeni bir insan yarattığını fakat bunun üstün bir insan mı, bir canavar mı olduğu Asya tarafından bilinememektedir.
Batının inkârcılığa dayalı gerçekçiliği onları yalnızca dünyaya ve maddeye yöneltmiş, madde ve dünya nimetleri merakı bilim sürecini ve sibernetiği doğurmuş ve sonuçta teknoloji ile programlamanın kalıb bına sığdırılan bir dünya algılaması kendini kabul ettirmiştir. Batı düşüncesi ve tekniği, zengin ve doyumsuz güçlerce sürekli ideoloji üretegelmiş ve bu ideolojilerle bastırılmış, savunmasız Asya ve üçüncü dünya ülkelerine saldırılmaktadır. Tarihten günümüze, bu saldırılar ile yeni mutasyonlar, yeni Frankeştaynlar hazırlanmaktadır.
Oysa, Asya ve onun doğulu maneviyatı hem aklın mutlak gücüne itibar etmiyor, hem de bilinçaltının gücünü görmezden geliyor, her ikisini de kendi çerçevesinde sınırlı tutuyordu. Dinginlik, huzur ve vakar gibi sıfatlara sahip Asya uygarlıkları, dengeyi varlığın altın kuralı olarak kabul ediyor, hareketin ve değişimin kaynağı olan İNKÂRın olağanüstü gücünden sakınıyordu. Çünkü Asya düşüncesi mistik ve HAKK’tan başka her şeyin reddi ve inkârı üzerine kuruludur. Budizm, Hinduizm, Çin ve İslâm düşüncesi iman ve itaati emrederek, insan ve doğa arasında bir istikrarı sağlamayı hedeflemektedir.
Asya’nın ilâhîlik ve dünyevîlik dengesi, varlık alemine bakarak var edene aşkla yönelmeyi güçlendirirken; toplumsal iman ayrılıkları da kendisini göstermiş ve inanç sınıflarının doğmasına yol açmıştır. Örneğin, İran’daki rûhanîler ile aydınlar topluluğu, birbirilerinin dilini anlayamaz hâle gelmişlerdir.
Batı aydını ile Batı toplumlarının sınıfları arasındaki bağ son derece hassas ve iletken olmuş, insan ve onun kaderi ile ilgili yöntemlerin tamamı karşısında doğrudan sorumluluğa sahip bulunulmuş ve bu sorumluluğun gereği olan etki-tepki içerisinde bir terazi görevi üstlenilmiştir. Batılının aklı özgür bırakmasını ve her görüşten insan ve grupla kolayca iletişim kurmasını, Asya kültüründe tam anlamıyla bulmak mümkün değildir.
Asya kültürünün kaynağı olan ULUSAL HATIRALAR, herkesi kendi imkân ve yeteneğine göre nasiplendirirken, bilimsel düşünce ve yazılı araştırma yerine, sözlü geleneğe dayalı iletişim içerisinde bilgiler, kişiden kişiye nakledilir. Aile, sınıf ve ulusal hâtıra terbiyesi, eğitim ve öğretimde temel bir göreve sahiptir.
Batı düşüncesinin kaynakları ise çok farklıdır. Yatağından taşarak yeni mekânlar arayan batı düşüncesinde her nedeni araştırmak, her problemi sorgulamak, yeni kaçış ve çıkış yolları aramak, her konuya merak duymak, her şeyi incelemeye değer bulmak, durum ve hareketlere ilgi göstermek ve araştırmak ÖZGÜR YAŞAMAKtır. Özgür düşünce korkusuz ve ulusal hâtıralara karşı duyarsızdır.
Ulusal hâtırasının sınırlarında yaşayan Asyalı toplumlar yokluğa ve yalnızlığa alışmış, kendisine sorumluluk yükleyen kader ile kendisini sürükleyen tarih arasında çırpınıp kalmıştır.
Yazarın tespitlerine göre;
Batının düşünce bilimselliği ortak dil ve ortak kültür ile yaratılmıştır. Asya milletlerinin ortak kültür ve iletişim dili Farsça ile Arapça’dır. Bu iki dilin sanat kürsüsünün kâinatı algılama, yorumlama ve biçimleştirmede batı dilleri kadar gelişmiş olduğu söylenemez. Batı bilimi tarafından üretilen pek çok kavram ve terimin bu iki dilde de karşılığının olmaması, dil ve düşüncede fetret devrinin hâlâ yaşandığının göstergesidir. Asya’nın mitolojiye dayalı renkli sanatı ne soyutlar âlemi, ne duyular âlemi, ne bilinçaltı dünyasının (gerçeküstü olanın) yansıması, ne irade ve kudret, ne ayırma ve birleştirmenin yok edici gücüdür; aksine bu kürsü, açılım, kendiliğinden öne çıkma ve çölün kıyısındaki mavi kubbelerde ışıldayan bir tecellidir. Bu kürsü, ya bir Çin resmindeki küçük bir tahta köprünün düşündürücülüğü şeklinde görünür, ya da Buda’nın dudaklarına yayılan gizemli bir tebessümde.
Madem ki Asya’nın kültür sistemleri çökmüş, camiler müzeye dönmüş, mavi kubbeler çölde akan kumların altına gömülmüş ve gizem Budistlerin tebessümünü terk etmiştir; öyleyse Asya’nın sanatının kürsüsü nerededir?
[Dikkat edilirse Yazar, Asya’da bir Türk etkisinden bahsetmiyor ve Selçuklu/Osmanlı aydınlanmasının Asya’ya katkısını incelemiyor..!]
“Eleştirel ve analitik düşünce ulusal hâtıra ile göbek bağını koparır; bu yüzden özgür, cesur ve özgüvenlidir” önermesi ile Asyalı milletlerde eleştirel bakış ile analitik düşüncenin olgunlaşmadığı sonucuna varılmaktadır. Bilimselliğin ve belgeye dayalı ispat ile ölçmenin önemi henüz Asya toplumlarında yaygın olmadığı ve bu nedenle dil ve düşüncenin kısırlaştığı iddiası dikkat çekmektedir.
Farsça’nın özelliğinin değinme dili olduğu, fakat ayrıntı ve çözümlemede yeterli olmamış, Asya mitolojik düşünce kalıpları içerisinde hapsedilmiş ve Batı felsefesi bu kalıpları kırmak yerine çevresinde dolaşmıştır. Bu durum Asya dillerinin deneysel, eleştirel ve çözümleyici olmasını engellerken; Batının Rönesans’ı ve Reform’u madde ve cisimi öne çıkarmış, hem bilimde, hem sanatta hem de felsefe ile ölçmede kutsallığı ve geleneği terk etmiştir.Batıda geleneksel kültür dokusu çok hızlı ve kuralsız biçimde parçalanmış, soyut ile somutun arasındaki ilişkiyi bilimsel düşünce belirlemeye başlamıştır.Bilimselliğin madde ve obje ile yaşaması karşısında, sanatın kuralsızlığı ve soyutluğu yine bilimimin motor gücü olarak batı aydınını etkili kılmıştır.
Batı sanatı kürsüsü varlık ile yokluk âleminin algılanmasına dayalı sınırsız bir kürsü olmuş, Asya sanatının kürsüsü ise, tarihî süreçlerden süzülüp gelen fakat düşünce ve tezatlarla yeniden patlama yapmayan köhne ve durağan bir cennet veya coğrafya olarak sınırlı kalmıştır.
Durağanlık ile eskime arasında kuvvetli bir bağ vardır ve bu bağın kuvvetlenmesiyle bilim ve sanat zayıflayarak değersiz hâle gelir. Asya’nın ilâhî ışık ile yaktığı kandil Batı’da güneş olurken, o kandili yakan ruhun gücü; mistik düşüncenin “kulluğu” ve geleneksel eleştirisiz tam itaatin mankurtçuluğu karşısında Asya milletlerinden ve toplumlarından hızla uzaklaşmıştır.
Batı ise, ışıkların ve gölgelerin soyutluğu altında insanîlikten kopmaya başlamış mekânları içerisinde çalışma ve araştırma disiplinlerini hiçbir zaman terk etmemiş, mimarîde, resimde, heykelde, sahne sanatları ile; anormal, uyumsuz, uygunsuz ve sıra dışılığı ifade ABSÜRDü birleştirme derdine düşmeden kendi gelişimine bırakmıştır. Oysa İran ve Asya, nostalji ile modernizm arasında sıkışmış durumdadır.
Absürd kuralsızlık ve kaos demektir. Dünya ve görünen varlık âlemi insan için doyum veya umut olmaktan çıkmıştır.İnsan aklı ile varlığın sınırsızlığı dünyaya absürd olarak yansımaktadır ve bu süreç Batılı düşün insanları için ciddî bir araştırma alanıdır.
Dâryûş Şâyegân’a Göre;
Asya’da ve İran’da da Albert Camus ve Descartes tarzı algılama ve yorumlamalar yapan yazarlar vardır. Samuel Beckett ile Eugene Ionesco’nun absürde yaklaşımı ile Sadık Hidayet’in absürdlüğü eş değer olmakla birlikte, tiyatrodan topluma yansıması birbirinden çok farklı etki gösterir. Asya’da tiyatro ideolojinin bir aracı durumuna gelirken, batıda tiyatronun yeni konumu hiçbir ideolojiye yakın olmamak üzerine kurulmuştur. Uyanıklık ile mutsuzluk travmasının Doğu aydınlarında henüz gerçekleşmemiş olması, düşüncenin hareketsizliğiyle sonuçlanmıştır. Batı uygarlığı karşısındaki hayranlık veya hoşgörünün kaynağında Doğunun çelişkiden uzaklığı veya itaatsizliğe cesaret edememesi vardır. Asya henüz çağının şüpheciliği ile tarihi mirasının zenginliğini çarpıştıramamıştır. Bu çarpışmadan doğacak olan kıvılcımlar kaderciliği ve mitolojiyi delip geçmemize yardımcı olabilirdi….
Dünya nimetlerine karşı kanaatkârlık, ilâhî güç karşısında tevekkül, rıza ve teslimiyet sonucunda “inanç ile bilimi” hurafeyle tanımlama cehaleti başgöstermiştir. Ön yargı ve bağnazlıktan kurtulmayan toplumların eleştirel yaklaşımdan uzak olmaları, ferdiyetçilik yerine âile ve aşiretçiliğe önem vermeleri, bağımsız, kuşkucu ve dinamik düşünce ve eylemlerden çekinmeleri, bilime ve Allah’a inancı eşit düzeye getirmiştir. Bu çelişkinin kaynağında Batı mutsuzluğunu bir neden olarak gören Asya toplumu duygusal olduğu kadar akılcı değidir. Batı toplumundaki düşünce yapısı olumsuz ile olumluyu bir arada tartmak ve sonuca varmak biçiminde gelişmiştir. Asya ise olaylara, durumlara ve hareketlere olumlu ve kaderci bir perspektiften “insanca” bakmayı terk etmek istememiştir.
Asya’da “aydının” ve Batı’da “ entelektüelin” insana bakışı ve ona karşı sorumluluğunda kesin çizgilerle ayrılmış farklı bakış açıları vardır. Asya’da, bilgelik zincirinin hiyerarşisine göre, aydının yeri ve felsefî etkisi belirlenirken (Hace Nâsır-ı Tûsî / Evsaf-ı Eşraf / seçkinlerin nitelikleri) maneviyat ve ahlâk tartışılmaz bir ölçüt idi. İnsanın değerinin makamı, şanı, rütbesi ve marifetiyle doğru orantılı olmasına dayalı Asya felsefesi yerine; otorite ve itaati yıkan “insan aklı ideal ölçütü”nün benimsenmesi sonucunda hümanizm yeniden keşfedilmiştir.
İnsanın dünyevî ve ilâhî bir sınavdan geçerken gösterdiği tepki, bir ölçü olmaktan çıkmış ve Batılı dâhilerin kuralsızlığı hâkim kılmak istediği ROMANTİZM akımı ile “varlığı olduğu gibi benimseme ve kabullenme “ felsefesi hızla yaygınlaşmıştır. Ahlâk ve inanç kaygısı ön plânda olmayan Romantizm ile; Konfüçyüs, Tao, Zen, Samuray, Muhammedîlik ve Hocalar yerine Asya’da Hegel, Freud, Adler, Musil, Sartre, Marks, Neitzsche ve Kierkegaard maarifi kabullenilmiştir.
Marks, Neitzsche ve Kierkegaard’ın dünyası realizme dayanır. Kierkegaard’a göre birey zayıftır, ancak din ile güçlü olabilir. Marks’a göre inasanın özgürleşmesi için üretimin ve tüketimin eşitliği şarttır. Neitzsche’ye göre “ üst insan tipi” yaratılmalıdır.
Asya’nın “ruh” eksenli insan arayışı, Batı’da, madde ve ruh tartışmasını töreden yazılı metin olan “kanunlara” taşımıştır. Bu arayış ile birlikte Dilthey, Bergson, Simmel, Klages, Scheler, H. Plessner, A. Gehlen “ insanın zafiyet sahibi bir varlık olarak eğitime muhtaç olduğunu, fakat kültürel öze sahip” bulunduğu noktasında buluşmuşlardır. Ancak, yine de Batı felsefesi, evren bilimi ve kelâmdan uzaklaşarak Tanrı’yı “süper-ego”ya indirger..! Bu anlayış insanın homojenleştirilmesi sürecini başlatmıştır.
Şâyegân’a Göre;
Batının insanlığında ilâhîlikten nefsanîliğe doğru hızlı düşüş vardır. Bu çürümüşlüğü fark eden çağdaş Asyalı liderler olmuşsa da, batının bilim ve teknolojideki üstünlüğü karşısında, bu liderlerin sesi küresel bir yankı olamamıştır. Hatta giderek Asya milletleri kendi kültür mirasına Batılı turistler gibi bakmaya başlamışlardır. Asya ve doğunun bilgi birikimi üzerinde yorum yapan ve fikir üreten ne yazık ki, yine Batılı bilim adamları olmuştur.
Asya kültürünün yalnızlığı ve terkedilmişliğinin asıl nedeni “ akılcılığın gereği olan tartışmadan ve savaşmadan batılılaşma” çabasından kaynaklanmaktadır. Asya uygarlıklarının kültür kaosu içerisinde “ortak düşünce ufukları” yaratamayışı, toplumsal güç birlikteliğini engellemiş ve kolektif üretim sisteminin geç kalmasına yol açmıştır.
Bir başka söylem ile, Batı, dünya nimetlerinin kontrolünü elde etmek için kendi toplumunu yoğurup hazırlamışken, Asya benzer inanç sistemleri ile insanın kutsallığına karşı hiçbir ahlâk dışı savaşa girmemiştir. Oysa, Batı anlayışında iktidar olmak için “her türlü ahlâksızlık mübahtır.” anlayışı vardır. Son derece acımasız olan bu anlayış karşısında İSLÂM’ın barışçıl karakteri, küresel yengiye mahkûm oldu.
Asya’nın dört büyük merkezi olan İran, Hint, Çin ve Japon kültürü İslâm potasında homojenleşemediğinden ortak düşünce sistemi ve felsefesi İbn Rüşd ile sonlandırılmıştır. İbni Sina ve Sühreverdî ile başlayıp devam eden Kur’an gerçekçiliği ise, doğuda başka liderler yaratamadı. İran Devleti, Âl-i Muhammed ideolojisi ile Mehdi’yi beklemeye başladı.
Hindistan ise, Budizm’in “arınma” sürecinde dünyadan çok fazla uzaklaştı. Hinduizm’in temelinde felsefe ile dinin uzlaşması şarttır. Hintlilere göre “ hiç kimse Ataman’ı (Tanrı’yı) inkâr edemez, çünkü inkârcının kendisi de Ataman (Tanrı) dır. Bu sıradanlık ve sarhoşluk durumu, Asya’nın Batı karşısında, dünyadan elini-eteğini çekmesinde çok büyük bir etken olmuştur.
Çin Budizm’i ise, “ Aydınlanma ve Kurtuluş” temeline dayalı dünyevî amaçlar taşır. Tao’nun bakışıyla varlığın sırlarına ermek için doğayı seyreden ve onu anlamaya Çin; uyum ile uyumsuzluğu tek bir potada eriterek “DENGE” ideolojisi geliştirmiştir. Konfüçyüs’ün kurduğu bu denge ile Budizm’e bağlı insan, hem doğanın hem de dünyanın bir parçasıdır. Çin aydınlanmasında insan doğa ile dünya arasında kalırken, eleştirel özgürlük ve ferdiyetçi başkaldırı (isyan) dan mahrum kalmıştır. Bu nedenle, Batı karşısında dünyevîleşme şuuru bütün kökleriyle yeşerememiştir.
Japon kültüründeki Çin etkisi ise, yeni değerler sistemi üretmiştir. Özellikle ZEN tarikatının hâkimiyeti ile hayatın dünyevî unsurları sınıflandırılıp kurallara bağlanmıştır. Japon ulus karakterinin mayasına yakın olan “ evrenin kökeniyle tam bir uyum ve eşgüdüm” inancı, toplumsal farklılıkları yıkmış ve ortak değerler sisteminde “hedeflere odaklanma” felsefesini dünyaya yaymaya başlamıştır. Şintoizm’in doğa ile bütünleşerek temizlemek ve ruh ile iletişim kurmak inancı töresel aile kavramını güçlendirmiştir. Batı’da bireylerin birliğinden oluşan toplum devleti yerine Japonya’da âilelerin birliğinden oluşan devlet algılaması önemsenmiştir.
Samuray yiğitliği ve II. Dünya savaşındaki “Asya İçin Fedakârlık” veya yurtseverlik Batı’da Jopon kültürünün yerleşmesine yol açmıştır.
Ortak bir Asyalı düşünce plâtformundan söz etmek mümkün mü ? Sorusunu soran Dâryûş Şâyegân cevap olarak;
[…Maneviyat anlayışında ortaklık bulunduğunu; kurtuluş ve özgürlük ülküsünde ortak değerler olduğunu; varlık algılamasında köken, insan ve doğa üçlemesinin bütün Asya milletlerinde hâkim olduğunu; Hakk’ın egemenliğinin ve ondan başkasının reddinin ilâhî yasa olarak tüm Asya milletlerinin ortak niteliği olduğunu; Çinlilerin “eylemsizliği,” Japonların “zihniyetsizliği,” Müslümanların “ rıza, teslim ve tevekkülü,” Hintlilerin ise “evrene amaçsız bakışı” yaşam felsefelerinin temeli haline getirdiklerini…] vurgulamaktadır.
Sonuç olarak Şâyegân;
Mistik Asya düşüncesinin hedefinin “ KURTULUŞ “ olduğunu ve fakat milletlerin kendi özgün töresinin belirleyici bulunduğunu; buna rağmen Batı’nın sadece Hıristiyan olarak durduğunu, millet ve ırk bilincinin yalnızca dünya çıkarları için geçerlilik taşıdığını, Asyalı toplumların ilâhî egemenliğe boyun eğdiğini fakat Hıristiyan Batı’nın ilâhî güçle çatışma noktasından geri dönmediğini, Batı’nın ölümü aşmak ve ölüme direnmek noktasında bilimsel savaşlar ve teknik aşamalar gerçekleştirdiğini, ölüm korkusunun ve ölüm-dirim ayrımının batı yaşamından silindiğini, doğuda sanatın kürsüsü statik TABİAT olurken, Batı’da sanatın kürsüsünün değişken İNSAN AKLI olduğunu belitiyor….
Hayâ ve hayâsızlık arasında büyük ıstıraplar çeken Asya, “ çağdaş bilgisizlik taraftarlığı” hastalığına yakalanmıştır. Düşünce sahasından kaçan Asya’nın Batı’yı etkilemesi ve onun problemlerine çözüm üretmesi imkânsızdır. Çünkü Batı uygarlığı etkileyici, zengin dinamik ve zorlayıcıdır. Dejenere ederek değiştirme gücüne sahiptir. Asya ile Batı arasındaki savaşın araçları etik ve eşit olmadığından, mutlaka Doğunun eski aydınlığı ile bilimsel entelektüelliği dünyevîleştirmesi gerekmektedir.