Kadim Türk hars ve uygarlığını çağın gerekleriyle donanımlandırıp olabilecek en yakın zamanın güçlü ve büyük Türkiyesini kurmak yolunda bu üstünlükleri temel etken olarak konumlandırma çabası veren milletimiz gençliği her alan, anlam ve dönemde engellenmiştir. Aslında coğrafya-bilgi-iktidar çakışmasının çıkabilecek en olumsuz tezatlarının yaşandığı ülkemizde böyle bir durumu yadırgamamak lâzımdır. Zira ATATÜRK sonrası her dönem ve iktidardaki hâkim üslûp, millî düşünüş karşıtı bir siyasî hava oluşturmuştur. Gençliğimiz ise bu durumun oluşturduğu yerleşik, basmakalıp ve nostaljik söylemlerin tümüne karşı, inadına bir millî duruş sergilemesini bilmiştir.
Mazisi üç asır kadar olan Batı-Türkiye ilişkilerinin her biri, ülkemizin dünya siyasetindeki konumunu örseleyen olaylar yığınıyla doludur. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile aldığımız onulmaz yaralar, meşrutî-parlamenter sistem denemeleriyle düştüğümüz trajikomik hâl, Batı emperyalizminin kilometre taşları olan 1. ve 2. Dünya Savaşları… Ülkemizin büyük bir kısmı bugünkü siyasal ortamda maruz kaldığımız dayatmaların zeminini hazırlayan Batı kökenli bu tarihsel döngüyü bilmemekte ve aslında öğrenmek de istememektedir. Hâlâ birçoğumuz kendinden geçmiş zahit edasıyla, vatanımız üzerine oynanan oyunların başat senaristi olan Batılı kanaat önderlerini ve sözcülerini, aynı zamanda Batı toplum ve devletlerini yanlışlarını bile bile anıtlaştırmaya devam etmekteyiz. Somut gerçeklikleri romantik düş nüş ve duygusallık silâhlarıyla yok etmekteyiz. Yalan mı? Alın Yunanistan “Kıbrıs’ın tarihdizimsel görüntüsü bize Girit’teki Türklüğü yok etme sürecini hatırlatmıyor mu? Hatta o zamanlar gizlenerek yapılan siyasî manevralar ve eylemler bugün Avrupa Birliği kararları adına (yani yine Batı ağzıyla) açıktan ve meşrulaştırılarak dayatılmıyor mu? Adalar Denizini Ege adıyla yutturarak en önemli zaferini kazanan Yunanistan ile aramızdaki karasularının mesafesi sorunu her geçen gün içinden çıkılmaz bir hâl alırken, biz olayın asıl senaristi olan Batı’yı alkışa boğmuyor muyuz? Hele de Batı Trakya Türklüğü kan ağlarken.. Bir asırdan bu yana İngiltere siyaset önderleri ile Şeyh Mahmud, Seyyid Taha, Ubeydullah ve Barzanîler gibi isimleri kullanılmışlıkla özdeşleşen kimselerden kalma sözde Kürt devleti sürecinin günümüz temsilcisi post-modern dönem gereği Amerika Birleşik Devletleri değil mi? Yeşil Karadeniz’i kirleten bölücü hayallerin Pontusçuluk adıyla, Avrupa Birliği desteğiyle ve Yunanistan aracılığıyla sürdürüldüğünü çocuklar dahi biliyor. İnadına Batı ülkesi olmayı sürdüren Rusya’nın 1. Petro’nun vasiyetini unuttuğunu düşünebilir miyiz? Rusya’nın Afganistan denemesiyle kaybettiği sıcak denizlere inme savaşının şu anki hedef noktasının Türkiye olduğunu biliyor muyuz? Yahudilerin vaadedilmiş Kenan diyarındaki Armagedda mücadelesinin kilit mekanizması AB ve ABD’deki Yahudi sivil inisiyatifi ve lobileri değil mi? Ya dünya kapitalizminin üst organları olan IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların dayatma ve saldırılarına ne demeli…
Batı, özellikle AB, Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olma yolundaki tarih-aşırı ve üstün gayretinin (!) farkında olduğundan, dayatmaları ve plânları bu yönde değerlendiriyor. Ünlü bir AB parlamenteri bu süreçte öncelikli hedeflerinin Kürt devleti; ardından Kıbrıs, Pontus ve Adalar olduğunu açıkça söylemişti. Nihayetinde Kürtçe eğitim, yayın hakkı ile başlayan süreç DEP’li milletvekillerinin tahliyesiyle devam etmiştir. Dikkat edilirse bunlar AB’nin siyasal dayatma ve manevraları sonucu oldu. Bu süreç yarın Öcalan’ın salınması, PKK’nın tam siyasallaşması ve Yaradan’a sığınarak ağzımıza aldığımız hazin bir kopuşla sonlanabilir. Aynı bölücü ve ayrılıkçı oyunların Lazlar ve Çerkezler üzerinde oynanması adına alt yapı ise şimdiden oluşturuluyor ve yakın bir gelecekte adını anmaya bile korktuğumuz bölünmüş Türkiye görüntüsü için zemin hazırlanıyor.
Dünya siyaset yelpazesinde güçlü olmayan (hatta mümkünse yok olması istenen) Türkiye adına gerçekleştirilen tasarılar, ülkemizin dünya politika küpünde sömürgeleşme ve parçalanma hedefi üzerinedir. Bu nedenle mozaik dayatması rotasında, vatanımızın Mustafa Kemal’den kalma millî devlet anlayışı yok edilmektedir. Tüm dayatmaların mozaik anlayışını vurgulayarak “değişik halklar-ayrı ırklar” tezinde birleşmesi gerçekleri açıklıyor. Peki çözüm ne?
Öncelikle Batı ile girişilen çapraşık ve gereksiz ilişkiler kompozisyonu yeniden yorumlanmalı ve mümkünse askıya alınmalıdır. Etnisite söylemleri ve mozaik anlayış reddedilmeli ve 21. asrın gereği olan millî devlet yapısı yeniden oluşturulmalıdır. Ekonomik anlamda IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlarla ilişkiler devlet onurumuzu koruyacak biçimde ayarlanmalı, kısa ve orta vadede de bu ilişkiler kesilmelidir. Değişen konjonktür sonucu dünya siyasal görüntüsünde oluşacak millî birlikler söz konusu olunca (ki gidişat bunu göstermekte) diğer Türk ülkeleriyle can cana kenetlenmek için hazır olunmalıdır. Biz Türkler, uygarlığımız ve harsımızla büyük bir çınarız. Bedenini Türk tarihinin yedi bin yıllık mazisinin oluşturduğu ve o ölçüde verimini birçok kıtaya ve millete taşıyan büyük bir çınar… Bir çınar, kökü ne kadar sağlam olursa o ölçüde ayakta kalır. Öyleyse köklerimize; yani harsımıza, uygarlığımıza, tarihimize, töre ve geleneklerimize sahip çıkalım. Unutmayalım ki, bizi yedi düvelin saldırı ve dayatmalarına karşı dimdik tutan yegâne çareler onlardı. Kısacası, yüzde yüz Türk olmak… ATSIZ Ata böylece cihanın bizim olacağını müjdeliyor.
2004 Yazı yarışması teşvik ödülü sahibi
Ömer BAHAROĞLU
1981 Malatya doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi
Malatya’da, yüksek
öğrenimimi Cumhuriyet
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünde tamamladım. (2004) Tarih ve siyaset
alanında değişik
araştırmalarım ve yayıma
hazır bir kitabım
bulunmaktadır.