Bazı ülkeler, kontrol altında tutulması gereken ülke sınıfına girmektedir. İşte Türkiye o ülkelerden biridir.
Biz kendi değerlerimizi, gücümüzü bilmesek de, biz Türklerdeki cevheri bizden daha iyi bilen hasımlarımız bizi kontrol altında tutmak istemektedirler.
Lider ülke olmanın yolu, özde taviz vermeden çağın gereklerine ve gerçeklerine uygun davranmakla olur.
Yolumuz doğrudur. Yüzyıllardır ayakta kalabilen tek ideoloji vardır; o da milliyetçiliktir. Ve de milliyetçiliğin en kutsalı olan TÜRK milliyetçiliğidir.
Eğer ülkümüz TÜRK milletini yükseltme ve yüceltme ülküsü ise bunu TÜRKlüğe karşı hayâllerin peşinde koşarak değil TÜRK’lüğümüze sarılarak gerçekleştirebiliriz.
Bu duygularla gerçekleri tesbit edip Türkiyemiz üzerinde oynanan oyunu görmezlikten gelmeyelim.
1997-98 Rusya’da bir kriz yaşanmaktadır. Bu krize rağmen DUMA, PKK’ya destek için Birleşmiş Milletlere çağrıda bulunma kararı almıştır. Rus parlâmentosunun alt kanadının her işini bir kenara bırakıp, PKK’ya siyasî destek anlamı taşıyan o günkü bu kararının altında yatan acaba neydi?
Sorunun ipucu 7 Ağustos 1998 tarihli Rus Commersant Gazetesinde yer alıyor.
“-Kürtler boru hattı için mücadeleye hazırlanıyorlar” başlıklı haberde Kürdistan Millî Kurtuluş Cephesi Başkanı Mahir Valat’ın açıklamaları var.
Valat ilginç iddialar ortaya atıyor bu açıklamasında ve siyasî destek istiyor Rusya’dan.
“-Amerikalılar, Bakü-Ceyhan’a engel olmamamız için bize maddî destek vaat ettiler. Hazar’daki petrol yataklarından pay verebileceklerini söylediler, ama biz siyasî destek istiyoruz. Vermiyorlar” diyor ve Rusya’ya teklifte bulunuyor:
“-Rusya bize siyasî destek verirse, biz Bakü-Ceyhan’ın hayata geçirilmesini engelleriz.”
Bu nedenle Duma’nın kararına şaşmamak gerekiyor. Bakü-Ceyhan kararının Türkiye’de tartışıldığı günlerde, petrolü garanti altına almak Rusya için sadece ekonomik değil, siyasî açıdan da krizin çözümü kadar önem taşıyordu.
ooo
Körfez krizini takiben 1992 Temmuzunda eski ABD Ankara Büyükelçisi ve CIA Orta Doğu uzmanlarından Abramowıtch’ın :”- 10 yıla kalmaz Türkiye’nin federasyonlara ayrılıp bölüneceği” yolundaki ifadeleri gazetelerde bir haber olarak çıktığında bunun ileriye dönük bir kehanet olmayıp; Türkiye üzerinde oynanan plânlı bir çalışmanın habercisi olduğunun idraki içerisindeydik.
Ülkeler arasında dostluğun değil, devletlerin menfaatlerinin ön plânda tutulduğu gerçeğinden yola çıkarak izledik. Ve gördük.
Evet dostumuz ve müttefikimiz ABD, diğer batılı dost ve müttefiklerimiz gibi Türkiye ve de Orta Doğu üzerinde bir KÜRT oyunu sergilemektedir.
ooo
Bölgedeki faaliyetler I. Cihan harbini takibeden yıllarda İngiliz’lerce plânlanmış, Suriye ve Irak’taki Osmanlı Türk hâkimiyeti yıkıldıktan sonra petrol bölgelerinde etkinlik sağlaması için kabile yapısına uygun Arap devletçikleri kurulmuş; kurulan bu devletler TÜRK’e ihanetin bedelini ödeyerek hiçbir zaman huzur bulamamış, kardeş kavgaları ile yıpratılmış, kukla devletçikler olarak hayatiyetlerini devam ettirebilmişlerdir.
Musul meselesi sırasında Şeyh Sait isyanı ve 1937-39 Hatay görüşmeleri sırasında Dersim Seyit Rıza isyanı ile İngiliz ve Fransızlar Türkiyemizin güneydoğu ve doğusunda bir KÜRT kimliği kazandıracak fitne faaliyetlerine devam etmişlerdir.
1948 den sonra Orta Doğu’da kurulan İsrael Devletini ABD’nin Orta Doğu’daki menfaatlerinin takibinde müteahhit olarak gören Batılı güçler İsrael’e taşaronluk yapacak zayıf bir KÜRT devleti yaratma sevdasına kapılmışlardır.
Rusya’dan Kuzey Irak’a dönen Molla Mustafa Barzanî ABD ve İsrael tarafından yıllarca bu amaçla desteklenmiştir.
Sanılmasın ki insan hakları savunucusu geçinen, elleri kızılderili ve zenci katliamlarının kanları ile kirlenmiş ABD, Kürt insanının derdini kendine dert edinecek.
Onlar için önemli olan, bölgesel çıkarlar ve bölgede hâkimiyet kurmak, güçlü bir TÜRK devleti yerine; zayıf, güçsüz, ekonomik bakımdan üretici olmayan, tüke-tici toplum yapısında bir Türkiye yaratmak.
Son yıllarda Türk tarımı üzerindeki birtakım dayatmaları bu çerçevede değerlendirirsek acaba haksızlık mı etmiş oluruz ?
ooo
Bir dönem Ermeni hareketini siyasal arenaya taşımak için kullanılan terör örgütü ASALA’nın yerine PKK terörünü monte eden dış mihraklar; kırsal alandaki saha hâkimiyetini kaybetme ve APO’nun yakalanıp mahkûm edilmesiyle ortaya çıkan durumu değerlendirip şu günlerde bu terör örgütünü siyasî bir kimlik verilerek, meşrulaştırma ve KÜRT Milliyetçiliği içerisine monte etme hokkabazlığını göstermektedirler.
ooo
1923 yılında Lozan Antlaşması ile bölgenin sınırlarının çizilmesinden günümüze kadar dış tahriklerin etkisinde kalan Kürtler birçok ayaklanma başlatmışlar-dır.Daha çok İran ve Irak Kürtlerinin kullanılarak, özgürlük hâyalleri ile başlatılan ayaklanmaları, her seferinde kanla bastırılmıştır.Soğuk savaş döneminde süper güçlerin bölge üzerindeki denge hesapları, Şah’ın devrilmesi, Humeynî rejimi, İran-Irak Savaşı, Saddam Hüseyin’in devrilme girişimleri, bölge ülkeleri arasındaki çatışmalar gibi olayların tümünde Kürtler hep bir koz olarak kullanılmıştır.
ABD’nin özellikle Molla Mustafa Barzanî ile 11 yıl kaldığı Sovyetler Birliği’nden dönmesinden sonra sürekli ilişkisi olmuştur.
CIA’nın silâh yardımında bulunduğu Barzanî’nin:”- Şayet davamızda başarıya ulaşırsak ABD’nin 51.nci eyaleti olmaya hazırım …” gibi açıklamalar yaptığı bir dönemi takiben; ABD’nin Kürt’leri yalnız bıraktığı 1975 den sonra Carter’e yazdığı ve hiçbirine cevap alamadığı mektuplarında “- Eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felâketten kurtarabilirdim” diye sitemlerle dolu temasları ibretle izlenmesi ve ders alınması gerekirken hüsranla sonuçlanan ilişkiler devam etmiştir.
ooo
ABD’nin her duruma göre değişebilen çeşitli senaryoları mevcuttur.
Doğu ve Batı bloku yıllarında ABD’nin bakışı farklıydı. İran-Irak Savaşı ve Iran İslâm Devrimi sırasında da, son Körfez Savaşında da ABD farklı politikalar izlemiştir.
Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Irak’a bakışı, Mısır’a ve Libya’ya yaklaşımından farklı değildi.
O günlerde ana amaç petrol elde etmek ve Sovyet nüfuzunu engellemekti. Bu yüzden Irak’taki muhalif gruplar içinde Kürtlere oynayan ABD, sırası geldiğinde İran Şahı ile ilişkiler kurarak Şattül Arap meselesi, su meselesi vb sorunlar yaratarak ve Kürtleri kullanarak bölgede etkinliğini sürdürmüştür.
Arapların arasında, bölgede tecrit edilmiş İsrael; kendi yüksek çıkarları açısından bölgede Arap olmayan birkaç devlete ihtiyaç duyuyordu. Bölgede Arap olmayan İran ve Türkiye olmasına rağmen, İsrael Irak’ta da zayıf bir KÜRT devleti istiyordu. 1960’lı yıllarda KÜRTlerle yakın ilişkiler içerisine giren ABD (İsrael politikasını benimseyerek) daha çok İsrael üzerinden KÜRT kartını oynamaya çalışmıştır.
ooo
ABD gizli ilişkisini sürdürmesine rağmen dünya konjonktüründe görmezden geldiği Kürtlere Reagan döneminden itibaren daha sıcak yaklaşmaya başlamıştır.
İran’daki Humeynî rejimi sırasındaki 52 Amerikalının rehin alınması, Lübnan’daki 234 Amerikalı deniz piyadesinin ölümüne yol açan saldırı sonrasında değişik senaryolar sergileyen ABD; İran-Irak Savaşında bir yandan açıktan Irak’a destek verirken, diğer yandan rehineleri kurtarmak için İran’a da silâh yardımında bulunuyordu.
Bu dönemde bölgedeki KÜRT gruplarla ilişkiler geliştirilmiştir.
ooo
1988, ABD-Kürt ilişkilerinde önemli gelişmelere sahne oldu. ABD’ye gelen Talabanî, Dışişleri bakanlığınca kabul edildi ve otonomi ile ilgili görüşmeler yaptı.
Daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, yayınladığı insan hakları raporuyla Türkiye’deki Kürtlerden ilk kez bir azınlık olarak bahsediyordu. O sırada ihanet kendini göstermeye başladı.
Türkiyede Kürtçe konuşmanın serbest bırakılması tartışmaları başlatıldı. Bu ortamın devamında 1990 da yaşanan bir körfez krizi ile yeni bir sayfa açıldı.
ooo
Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan dönemde, 1988 Halepçe katliamı henüz hafızalarda çok canlıydı. Kürtler, Irak’a karşı oluşturulan koalisyon ile birlikte hareket etmek istemelerine rağmen geçmişteki ABD tavırlarından çıkardıkları derslerden dolayı, güvence almadan harekete geçmek istemiyorlardı.
Türkiye’de ise ABD’nin politikasını tam anlamıyla benimsemiş Özal’ın bir koyup üç alma hayâline dayalı Musul-Kerkük senaryoları ve Kürt devleti spekülasyonları dolaşıyordu.
Bu ham hayâle dayanarak Türkiye-Irak petrol boru hattı kesilmiş; İncirlik, koalisyon güçlerinin hareketine tahsis edilmişti. Aynı günlerde Talabanî ABD’de nabız yokluyor, destek arıyordu.
Irak’ın nasıl olursa olsun Kuveyt’ten çıkarılacağını bilen ABD, plânlarını Saddam’ın devrilmesi üzerine kuruyordu. ABD’nin Kürt kozu artık açıkca devredeydi. Savaşla birlikte CIA Türkiye’nin Güneydoğusundaki faaliyetlerini arttırıyor ve bölgedeki Kürtleri Irak’a sokarak ülke içinden Saddam’ı devirebilmek için plânlar yapmaya başlıyordu.
ABD, şimdilerde olduğu gibi o günlerde de bölgede bir Kürt devletinin kurulmasının hedefleri içinde yer almadığını iddia ediyor idiyse de bu iddia inandırıcı olmaktan uzaktı. Gelişmeler ve uygulamalar aksini gösteriyordu.
Bazı çevrelerce o günlerde ve bugünlerde ısrarla üzerinde durulan iddialar içerisinde “kurulacak bir Kürt devleti ABD’nin ana hedeflerinden biriydi” ve maalesef alt yapısı o günlerde gerçekleştirilmişti.
ABD’nin 1991 ve 1992’de tasarladığı plânlarında bir Kürt devleti kurma isteği ve stratejisi olmasına rağmen bunu dostlarına nasıl anlatacağı, Türkiye’ye nasıl kabul ettireceği konusunda endişeleri vardı.
Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini Türkiye’ye açıklamak ve kabul ettirmenin ötesinde Arap dünyasından alacağı tepkileri de düşündüğü için o günlerde tereddüt etmişti. Bu tereddüt sonucudur ki ABD Kürt devleti kurma olayını o günlerde askıya aldı. Dol ayısıyla Kürt devleti kurma plânından ziyade Kürt kartı oynamayı tercih etti.
Bu Kürt kartını oynamakla ABD bölgedeki ülkelere şantaj yapmayı sürdürmeye çalıştı diye değerlendirebiliriz.
ooo
1990 Körfez Savaşı arefesinde ABD’nin Irak’ı ilk önce Kuveyt’teki ilhaka kışkırttığı (ABD’nin Bağdat’taki bayan büyükelçisinin Saddam’ı bu yönde yüreklendirdiği iddiaları) görülmektedir.
ABD’nin Kuzey Irak politikası o günlerde de, bu günlerde olduğu gibi tam mânâsıyla anlaşılamadı.
Eğer Irak’ın Kuveyt’i işgali bir ABD kışkırtmasına dayandırılıyorsa diyebiliriz ki, ABD’nin her duruma göre değişebilen çeşitli senaryolarından biri uygulanmıştı.
Ve bu senaryo sonucu haksızlığa ve saldırıya uğrayan Kuveyt’e yardım için kahraman kowboy devreye girecek, gerekli müdahale yapılacak ve kurtarıcı rolündeki ABD bölgeye, özellikle Kuzey Irak’a yerleşecekti.
11 Eylül 2001 sonrası gelişmeler ve Afganistan müdahalesi öncesi ve sonrasını da gözden geçirirsek bu filmi biz daha öncede gördük demez miyiz?…
ooo
ABD’nin anlaşılamayan Kuzey Irak politikası Irak’ı sindirme ve caydırma harekâtı gibi değerlendirildiyse de ancak gelişmeler de gösterdi ki ABD’nin nihaî hedefi Kürdistan’dı. Asıl amaç, Irak’ı parçalamak ve Kürt devleti kurmaktı.
Nitekim ABD körfez savaşında galip geldikten sonra Bağdat’ı almak yerine Kürt isyanını kışkırtmıştır. Eğer Bağdat’ı almak ve Saddam’ı devirmek ABD’nin amacı olsaydı galip devlet olarak Irak’ın toprak bütünlüğünü muhafaza etmek zorunda kalacaktı. Böyle bir mükellefiyet ABD’nin plânlarında açmaza yol açacağından Bağdat’a girmedi, Irak’ı işgal etmedi. Buna mukabil Türkiye’nin üzerine bir Kürt göçü yıkmak amacına dayalı Kürt isyanı plânlarını devreye soktu. Bağdat’ın böyle bir isyanı bastıracağını bilen ABD, Türkiye sınırlarını aşan bir Kürt göçü sonucu Türkiye himayesinde Kürdistan projesinin alt yapısını yaratmayı amaçlıyordu.
ABD, Türkiye olmadan Irak’ı bölmenin mümkün olmadığını; Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürdistan’ın yalnız başına yaşama şansı olamayacağını, mutlaka Türkiye tarafından korunması gerektiğini çok iyi bildiğinden oyunu bu bilinenler üzerine kurmuştu.
ooo
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Özal’ın huzuruna kabul edip dostça görüştüğü, ceplerindeki kırmızı TC pasaportlarıyla Diyarbakır üzerinden ABD’ye gidip gelen Barzanî ve Talabanî bir Kürt isyanını Kürdistan kazanımına dayandırmak istiyordu.
Ve o günlerde birilerinin dilinin altındaki bakla ortaya çıktı: “-Turgut Özal, Irak’ta Araplar, Kürtler ve Türkmenler arasında bir konfederasyon kurulmasını savunuyor. Irak’ta yarım milyon Türkmen için konfederasyonu savunurken, Türkiye’deki Kürtlerin sayısının onbeşmilyon olduğu dikkate alınırsa, bizim de Türkiye’de Kürtlerle Türkler arasında konfederasyon isteme hakkımız doğmaz mı ?..”
Bu görüş o günlerde Barzanî’nin, Talabanî’nin vb birtakım ayrılıkçı, bölücü grupların benimseyip bir nihaî siyasî hedef olarak altyapısını oluşturmaya çalıştıkları ana fikir oluverdi birdenbire. O günlerden bugünlere bölgedeki Barzanî, Talabanî ve PKK faaliyetleri ile içimizdeki sözde aydın geçinen batı muhibbi, kişiliksiz soy özürlülerin, AB gözlüğü takanların, IMF’ye bel bağlayıp bütün dayatmalara esas duruşa geçenlerin, siyasî yükselişini AB yol haritasına bağlayıp ailece rant peşinde koşanların zaman zaman yüksek sesle savunduğu bir fikir olarak ortalarda dillendirilmeye başlandı.
AB’liği yetkililerini, ABD senato komiserlerini, insan hakları gözlemcilerini, sözde dil bilimcisi geçinen anarşist kişilikli okur-yazar takımını, yapılan anayasa değişikliğine sığınıp, Kürtçe dili konuşma hakkını eğitim ve öğretim dili yaptırma sevdasını güdenleri hep bu özlemin peşindeki hayâlperestler olarak sınıflandırmalıyız demeyi çok isterdik. Ne yazık ki diyemiyoruz, çünkü ihanetin boyutları çok büyük.
ooo
Cumhurbaşkanı Özal; Türkiye’nin oluşturmaya çalıştığı yeni Kürt politikasında, “hem Türkiye’deki, hem de Kuzey Irak’taki Kürtleri yakın markaja almak gibi” bir iddia ile “O” konfederasyonun dillendirilmeye başladığı günlerde aktif bir şekilde Talabanî ve Barzanî gruplarıyla teması sıklaştırdı.
Aslında bu temas ve görüşmeler, savaşın bitiminden çok önceye rastlıyordu. Türkiye’nin bölgede aktif bir politika izleyerek Kürtlerin geleceklerinin tartışıldığı bir dönemde (Türkiye’nin de) “söz hakkı olmasını istiyordu” diye yorumlandı bu girişimler.
Geçen zaman dilimindeki gelişmeleri değerlendirirsek bu iddianın gerçekleri ne derece yansıttığına “Türk Milleti” ve “Tarih” ilerde karar verecektir.
ooo
Körfez savaşını takibeden o günlerde desteklenen, tahrik edilen, ayaklandırılan Kuzey Irak’lı Kürtler; Kuzey Irak’ta başlatılan ayaklanmada “birilerinin” dillendirdiği (bir koyup, üç almak) mantığına dayandırılan Türkiye’nin desteğini her şeye rağmen temin edemediler.
Tarih bir daha tekerrür etti. Kürt’ler bir daha yalnız bırakıldı. ABD Senatosu Dışişleri Komitesinin hazırladığı “Kürt Raporu” Bush yönetimine ağır eleştiriler getirirken, kongre raporu da bazı farklılıklara rağmen olumlu değildi.
ABD yönetiminin eli ayağı bağlanmıştı. Veya biz öyle zannettik. Belki de ABD’nin her şarta göre değişebilen bir başka senaryosu gündemdeydi.
ooo
ABD’nin anahtar durumundaki müttefikinin (Türkiye) varlıkları, iç güvenlik ve ekonomik sorunlarını şiddetlendirecek bir gelişme yaşanmaya başladı bu sırada. Beyaz Saray, Kürtler yüzünden Körfez dosyasını kapatamıyor, Kuzey Irak’taki ayaklanmayı ağır bir şekilde cezalandırarak bastırmaya girişen Saddam’ın saldırıları karşısında yüzbinlerce Kürt, Türkiye sınırına kaçıyordu.
Batılı müttefikler (ABD, İngiltere ve Fransa) tüm çağrılara rağmen devreye girmemekte direniyordu. Türkiye devlet yönetimi Halepçe’deki tecrübesinden do- layı dikkatli ve tereddütlü olmasına rağmen Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdığında sınıra doğru yola çıkan Kürtlerin sayısı 300 bine ulaşmıştı.
Sonra bu kaos ortamında bölgeye, yani Türkiye’ye “Çekiç güç” geldi. Hem de ne geliş? Bir geldi, pir geldi …
Söz konusu bu özel güç bundan önce çeşitli dönemlerde; Vietnam, Lübnan, Panama gibi dünyanın sıcak noktalarında kullanılan bir güçtü.
Bu gücün bir özelliği şuydu: “İşgal edilen topraklarda kendilerine yakın gördükleri insanlarla yakın ilişki kurup, mahallî idare ve hükûmete karşı koyma, çeşitli sabotaj ve kontrgerilla taktiklerini öğretmiş olması.”
Bu güce mensup askerlerin arasında Arapça ve Kürtçe konuşanların olması Türkiye’de kısa sürede rahatsızlık yaratmakta gecikmedi.
Geçen zaman dilimini bugün değerlendirmeye kalkışacak olursak şu soruları sormadan bir neticeye varamayız:
a) Bu özel grupta, askerlerin dışında kimler vardı ?
b) Bölgede bulundukları süre içinde Irak’ın kuzeyinde neler yaptılar ?
c) Irak’a denetimsiz neler soktular ?
d) Ve daha da önemlisi Kürtleri hangi konularda eğittiler, ne tür taktikler verdiler ?
e) ABD donanmasının İskenderun limanına Kürtler için boşalttıkları yardım malzemeleri kolileri içerisinde piyade tüfekleri olduğu iddiaları Dışişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasında yaşanan anlaşmazlıklarda ne derecede etkili olmuştu? Gerçekler nelerdi?
f) ABD ve İngiliz helikopterlerinin,düzenli olarak İncirlik Üssü’ne, “Türkiye dışına çıkarılmak üzere bazı Kürt vatandaşlarını taşıyordu” iddiaları gerçek miydi?
Bu soruların cevabı elbet bir gün alınacaktır…
Ne var ki o günlerde Türk Genelkurmay yetkilileri arasında ABD ve müttefiklere yönelik şiddetli bir rahatsızlığın ortaya çıktığını da belirtmek zorundayız.
ooo
Derken Kuzey Irak’ta seçimler gerçekleşti. Bütün taraflar oldukça tedirgindiler; bilhassa o günlerde bugünkünden farklı bir çizgide Türkiye’den korkar durumdaydılar.
ABD’ye göre Barzanî, Talabanî’den daha güvenilir idi. Barzanî ve Talabanî’nin temsilcisi her zaman olduğu gibi yine ABD’ydi. Sözcülüğünü de Al Gore yapmaktaydı. Artık Kürt meselesi Türkiye’de hem bölgesel gelişmeler açısından, hem de ülke içi Kürt sorunu açısından gittikçe daha fazla önem kazanıyordu.
PKK’ya karşı Irak içindeki operasyonlarını yürüten Türk Ordusunun yanında yer almalarına rağmen Barzanî ve Talabanî ikilisi her fırsatta Türkiye’ye destek verir gözükürken; Türkiye’yi dışarıya şikâyet etmekten de geri kalmıyor, soyunun özelliğini de sergiliyordu.
Türkiye inisiyatifi eline alıp İran ve Suriye ile Irak’ın geleceğini tartışmaya başladığı o günlerde, dost ve müttefikimiz ABD yavaş yavaş terör örgütü olarak gördüğü PKK’dan “ayrılıkçı grup”, “ayrılıkçı güçler” diye bahsetmeye başlıyordu.
ooo
1993 deki Talabanî ve Barzanî’nin ABD ziyaretleri, PKK’nın ateşkesinin hemen sonrasına rastladı. Apo üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu inancındaki Talabanî bu ateşkesi kendisinin sağladığını her fırsatta kendi lehine kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra Washington bu kez HEP milletvekilleri Leyla Zana ve Ahmet Türk’ü ağırlıyordu. “Bu ziyaret önemli bir dönüm noktasıdır. Zira Türkiye’deki Kürtler ilk defa ABD yönetiminin kapısından içeri resmî bir sıfatla girebilmişlerdir.”
Resmî bir sıfatla girebildikleri o mekânda umdukları gibi karşılanmamışlar, bütün alabildikleri nasihat olmuştur. “ABD’nin her duruma göre değişebilen çeşitli senaryolarından biri yine uygulanmış” olmasına rağmen nasihatler ve moral destek bu ayrılıkçıları istim üzerinde tutmaya yetmiştir.
ooo
Kürtlerin birbirleri ile savaşmalarını önlemek ve Saddam’ı devirme hareketlerini düzenlemek görevini üstlenen CIA, 1993 deki teşebbüslerinde başarısızlığa uğramıştır. Bu dönemle ilgili olarak CİA ajanı Robert Baer’in yazdıklarından yola çıkılacak olursa 1995 yılı başında Irak’ta Saddam yönetimine çok ciddî bir darbe başlatıldığını öğreniyoruz. Bağdat’tan kuzeye iltica eden bir Iraklı general, iki Irak tümeni ile bir tugayın kendisine sadakatini sağlamış; Celâl Talabanî ile Barzanî’nin de kendisini desteklemesini sağlama gayretlerini sürdürüp özellikle Talabanî’nin Erbil’in güneyindeki Irak kuvvetlerine saldırmasını temin etmeye çalışmıştır.
Bu plân (iki nedenden) ABD Millî Güvenlik Konseyi üyesi Anthony Lake’nin son dakikada operasyonun durdurulması için verdiği talimat ve isyanı tetikle-mek üzere Saddam’ın memleketi Tikrit’e gitmekte olan Iraklı asi generali birkaç saat tutuklayan Barzanî’nin Saddam birliklerine toparlanma şansı kazandırması ihaneti ile akamete uğramıştır.
Bu fiyasko sonucu, ilgili CİA görevlileri, (CIA’nın) teşkilâtın cinayet işlemesini yasaklayan 12333 sayılı Başkanlık kararnamesini ihlâl etmekle suçlanmışlardır. Gelişmeler sonucu görünürde aktif çalışmalarını ikinci plâna alan ABD bölgede Türkiye hamiliğini benimsemiş gözükür.
Ne var ki Türkiye’nin, Barzanî ve Talabanî birlikteliği için ABD tarafından çizilen çerçevedeki hamilik pozisyonu pratikte açık vermeye, ters tepmeye başlamış; Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren (NGO) “yabancı sivil toplum kuruluşlarının” Türkiye aleyhtarı faaliyetleri gizlenemez hâle gelmiştir.
Kanı bitlenen gruplar 1996 Dublin ve Ankara görüşmelerinin kendilerine getireceği mutasavver hakları ifadede oldukça ileri gitmiş ve çizmeyi aşmışlardır.
1995 yılı başlarında Barzanî ve Talabanî arasındaki çatışmalar sırasında Irak’ın kuzeyindeki bölgede Soran (Talabanî’nin bölgesi) ve Behdinan (Barzanî’nin bölgesi) bölgelerinde iki ayrı yönetim birimi oluşturulmasını öngören “Kürt Emirlikleri projesi” 1996 da tekrar telaffuz edilmeye başlanmıştır.
Sonra birdenbire ortalık karışmış ve Barzanî-Talabanî çatışmalarında; Saddam birlikleri Barzanî ile işbirliği yaparak Talabanî güçlerinin üzerine yürümüşlerdir. 31 Ağustos 1996’da tanklarla desteklenen Saddam ve Barzanî güçleri Erbil’e girmiş, fırsat bu fırsat biraz da Türkmen kıyımı yaparak (Erbil Türkmen Radyo ve TV sinde görevli 25 Türkmen kardeşimiz de bu kargaşada yokedilmişlerdir) ABD’li dostları hüsrana uğratmışlardır.
Clinton yönetimi, İran gizli servisi ve peşmergelerle başlatmak istediği harekâttan son anda geri çekilmiştir. Kürtler bir kez daha ABD tarafından yalnız bırakılmışlardır.
Bölgede faaliyet gösteren (NGO) “yabancı sivil toplum kuruluşları” panik içinde bölgeyi hemen terketmişlerdir. Varlıkları konusunda söylentilerin devamlı yalanlandığı; ABD’den maaşını alan ABD yanlısı, eğitimli Kürt peşmergeler (Peşmer-coniler) şaşkınlık içindeki ABD yetkililerince telâşla, fakat pişkinlikle önce Türkiye’ye getirilip, daha sonra uçaklarla Guam adasına nakledilmişlerdir.
Barzanî’yi, Talabanî’den daha güvenli bulan ABD şaşkındır, aldatılmışlığın verdiği öfkeyle doludur. Birtakım temaslar, bu dağınıklığı giderme yolundaki etkin girişimler hemen başlatılır. Bu arada Barzanî-Talabanî kan uyuşmazlığını körükleyen faktörlere, zinde güçlere karşı da tedbirler almaya başlanır.
21 Ekim 1996’da Türkiye topraklarında Silopi’de Kuzey Irak’ın geleceğini belirleyecek olan Kürt-ABD zirvesi gerçekleştirilir. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Robert Pelletrau ve ABD Türkiye Büyükelçiliği birinci müsteşarı Francis Ricciardone, (IKDP) lideri Mesut Barzanî ile biraraya gelirler. Habur sınır kapısından beraberindeki IKDP’nin üst düzey yetkilileri Muhsin Dızaî, Felakettin Kakaî, Kerim Sincarî, Faik Nirveynn ile Türkiye’ye giriş yapan Mesut Barzanî ile Pelletrau arasındaki görüşmeler hemen başlar.
Görüşmede Barzanî’yi şimdiye dek görülmemiş sert bir tonda uyaran ABD’li diplomat şu mesajları vermiştir: “-Tüm dünyanın tecrit ettiği bir ülkeyle ittifak yapıyorsunuz. Bunu hoşgörmemiz mümkün değil. Kendi geleceğinizle oynuyorsunuz. Dikkat edin !..”
ABD yetkilileri aynı gün acele Ankara’ya dönüp, Talabanî ile de masaya otururlar.
ABD’nin istekleri Barzanî-Talabanî birlikteliğini yeniden temin etmektir. Bu birlikteliğe Türkiye’nin koruyucu olarak şemsiye tutmasını da dilemektedirler.
Halbuki bölgeyi binlerce km uzaktan izleyerek değil, bilakis içiçe yaşayarak tanıyan Türkiye bu grupların liderlerinin güvenilmezliğinin ve oynanan oyunun farkındadır. Tam bu günlerde TV kanallarında bir gazetenin başlayacağı sansasyonel yazı dizisine ait haber duyurulur. Talabanî’nin Erbil’deki karargâhında unuttuğu, tarihe ışık tutacak video bandından kesitler TV de gösterilir.
Bu bant içerisinde Talabanî ile APO’nun samimî ilişkileri, konuşmaları, Apo’nun peşmergelerinin teftişi gibi kesitler vardır. En önemlisi komplo teorilerine bir örnek olarak şok bir iddia dile getirilmektedir; “Özal’ı öldürdüler”.
Milliyet gazetesi, Güneri Cıvaoğlu imzasıyla TV yayınlarında kesitleri gösterilen bu bandın deşifre edilmiş metnini 1 Kasım 1996 cuma günü yayınlamaya başlar.
2 Kasım 1996 cumartesi bu bandın yankıları gazete sütunlarında yerini alır.
3 Kasım 1996 pazar tartışmalar sürmektedir. Özellikle ABD’li dostlarımızın bize empoze etmeye çalıştığı Barzanî-Talabanî birlikteliğinin; uzmanlarca bu kişilerin “siyasî fahişe” benzetmesi yapılarak itham edilmeleri, ne kadar güvenilmez oldukları ve de böyle bir birlikteliğin Türkiye çıkarlarına ne kadar ters düştüğünün ispatı bakımından önem taşımaktadır.
Sonra 3 Kasım 1996 pazar gecesi bir gürültü duyulur. Susurluk’ta bir Mercedes kamyona çarpar. 4 Kasım 1996 pazartesi gününden itibaren artık gündem değişmiştir. Yazı dizisi birden kesilir.Artık bir dakika aydınlık, bir dakika karanlık eylemlerine geçiş süreci başlamıştır.
Temiz toplum özlemi duyan Türk halkı Susurluk kazası üzerine gelişen olayları izlemeye başlar. Herkes kendine göre bir senaryo yazarken bazı gerçekler gözlerden kaçırılır, sistem pasifize edilir.
ooo
En iyi senaryo, muhakkak ki gerçeklerin dile getirilmesi olacaktır. Ve bu gerçekle-ri tarih bir gün bütün çıplaklığıyla gözler önüne serecektir.
Cumhuriyet Türkiyesinin zinde güçlerinin (TSK, Emniyet, MİT vb kuruluşlar) yıpratılma senaryolarının altındaki sır perdesi aralanacaktır.
ooo
16 Eylül 1998’de dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye hududunda Hatay’da askerî birlikleri denetlerken seslenmişti:
“-Suriye’nin teröre verdiği desteğin tüm ayrıntılarını biliyoruz. Sabrımız taşmak üzeredir…”
Bu sesleniş birden yankılandı. Başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu olmak üzere devletin üst katlarından da benzer mesajlar gelince artık Öcalan için Suriye’deki yaşamın sonu gelmişti.
17 Ekim 1998’de Türkiye-Suriye sınırındaki Kamışlı’dan havalanan Öcalan, uzun süre konacak sağlam bir yer aradı. 17 Ekim 1998-15 Şubat 1999 arasındaki Öcalan serüveninin tam olarak yazıldığı söylenemez. Rivayet muhtelif. Farklı kaynakların birleştiği güzergâh şöyle: Atina, Moskova, Roma, Moskova, Atina, Rotterdam, Basel, Milano ve son durak Nairobi.
Yunanistan’ın Kenya (Nairobi’deki) Büyükelçiliğinden 15 Şubat 1999 da alınarak Türkiye’ye getirilip muhakeme edilen Öcalan 29 Haziran 1999’da ölüm cezasına çarptırılmıştır. Öcalan’la ilgili “ölüm cezası kararı” yargıtay onayından sonra Başbakanlığa gelmiş ve TBMM’ne getirilmesine imkân verilmeyerek orada hukuka aykırı bir şekilde tutulmuştur. Öcalan’ın avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yaptığı başvuru henüz sonuçlanmamıştır. Çıkacak sonuç konusunda da birtakım ciddî endişelerimiz mevcuttur. Özellikle PKK’nın siyasallaştırılması, lider kadrolarına af sağlanması gibi emrivakilerle böyle bir kararın ardı arkasına gelişi sürpriz olarak değerlendirilmeyecektir. Hepimizin malûmu perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.
ooo
IMF ve Dünya Bankası’nın ekonomik baskı ve dayatmaları ile AB’nin ardı arkası kesilmez, Türk milletini rencide edici istekleri devam etmektedir. Özellikle Kıbrıs, Ege, Ermeni sorununa ilişkin istekler ve tek yanlı kararlar, Kürtçenin eğitim dili olarak kabulüne yol açacak taviz talepleri (eğitim-öğretim ve TV ile basılı yayın), PKK’nın siyasallaştırılması çalışmaları; AB’nin sivri dilli Türkiye komiserinin haddini bilmez çıkışları; bu istekleri esas duruşa geçerek kabule hazırlanan bir siyasî tablo.
Ve bu siyasî tabloda gerçekleri tersyüz ederek millete yutturma gayretindeki, seçilerek bir daha parlâmentoya giremeyeceği kesinleştiği için AB desteğini arkasına alan, AB avukatlığına soyunmuş siyasî parti temsilcileri.
ooo
15 Ocak 1989’da Viyana’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) kapanış belgesine imza koyan o günkü Dış İşleri Bakanı Mesut Yılmaz, ayağının to-zuyla geldiği Ankara’da, lideri dönemin başbakanı Turgut Özal’a, attığı bu imza ile Türkiye’nin “Ulusal azınlık hakları” yanısıra “bölgesel kültürlerin korunması” ilkesini de kabul ettiğini, neticede Kürtçenin serbest bırakılması zorunluluğunu anlatıp lideriyle müştereken bir harekât plânı ortaya koydular.
Özal’ın “-Sen MGK da bu meseleyi aç, ben de seni desteklerim !..” talimatıyla cesaretlenen Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz ay sonunda toplanan MGK da konuyu gündeme getirdi. “-İmzaladığımız uluslararası sözleşmeler, bölgesel kültürlere de bazı esneklikler tanınmasını zorunlu kılıyor. Bu bakımdan Kürtçe yasağının kaldırılması, meselâ Kürtçe kasetlerin serbest bırakılması gerekiyor.”
Sözlerini bitiremeden Cumhurbaşkanı Evren’in azarlarcasına konuşması ile sarsıldı, lideri Özal’dan medet umdu. Ne var ki Özal susuyordu. Tek kelime bile etmedi. Mesut Yılmaz yalnız bırakılmıştı.
Gerçekte ise Özal, Mesut Yılmaz’dan farklı düşünmüyordu. Ne var ki devletin resmî politikasında köklü bir değişikliğe yol açabilecek adımı atabilecek siyasî güce sahip olmadığını biliyordu. Daha sonraları (Özal’ın davranışlarını tetkik ettiğimizde) Özal’ın toplumun ve karşıtlarının tepkilerini pasifize etmek için önce ortaya bir konu atıp tepkiler karşısında geri çektiği; sonra tekrar dile getirip toplumu yavaş yavaş, alıştıra-alıştıra kabule zorladığı emrivakilere dayalı politikasının bir gereği böyle davrandığını söyleyebiliriz.
Gerçekte Özal’ın cebinde dört aşamalı bir Kürt plânı mevcuttu. Kürtçe yasağının kaldırılması, bu plânın ilk aşaması olarak değerlendirilmişti. Bu dört aşamalı plân kısaca şu unsurları içeriyordu.
1) Kürtçenin serbestçe konuşulması ve yazılması sağlanacak.
2) Türkiye’deki Kürtlere kültürel hakları verilecek. Bu çerçevede Irak’taki Kürtlere yönelik baskıların durdurulması için de yoğun bir diplomatik atağa kalkılacak.
3) Irak ve İran topraklarının bir bölümünde kurulacak bir Kürt federasyonuna karşı çıkılmayacak.
4) Türkiye’de Başkanlık sistemi ve eyalet sistemine geçilecek. Böylece Musul ve Kerkük’ü de içine alan geniş bir federasyona yol açılacak.
Cumhurbaşkanı olana kadar bekleyen Özal, Körfez krizini bu dörtlü plânını adım adım uygulamada koşulları olgunlaştıran bir faktör olarak değerlendirdi.
25 Ocak 1991’de konuyu MGK da açtı ve destek bulamadı. Bunun üzerine Çankaya köşkünde bakanları toplayıp iknaya çalıştı. Bu gayretlerine taraftar olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da oldu. Ama Özal yılmadı, sistemli ve istikrarlı bir şekilde gayretlerini sürdürdü. Birtakım ayak oyunları, Kürtçe dil mi, lehçe mi, ağız mı tartışmaları hedef saptırma amacıyla hazırlanan taslak önergeler, son anda cepten çıkarılıp emrivaki ile değiştirilmeye gayret edilen önergeler vb girişimler sürdü gitti.
5 Nisan 1991’de beş saat süren MGK toplantısında da netice alamayan Özal aynı gün öğleden sonra başkanlık ettiği Bakanlar Kurulunda TBMM’den geçiremediği tasarıdaki altıncı maddeyi Terörle Mücadele Yasasına monte etmek istedi. Olumlu olumsuz tavırlar burada da kendini gösterdi.
11 Nisan 1991, Terörle Mücadele Yasasının TBMM’de görüşüldüğü uzun bir gündü. Özal’dan talimat alan Mesut Yılmaz ve arkadaşları 2932 sayılı yasanın yürürlükten kaldırılmasını içeren bir önergeye imza toplamaya başladılar.
Özal bu önerge harekâtını bizzat yönetmiş ve sabaha karşı saat 04.02 de Kürtçe yasağı neredeyse oy birliği ile kaldırılmıştır.
Kürtçe savaşında önemli rol oynayan Kürt kökenli (5 milletvekili) milletvekilleri iki gün sonra Çankaya’ya Özal’a teşekküre gittiklerinde Özal’ın değerlendirmesi ilginçtir.
“-Ne sizin, ne de benim istediğim gibi olmadı. Gelecekte bu daha geliştirilir. Ama buna yardımcı olanlar bunun semeresini görecek !…”
Türk milleti bu değerlendirmeyi unutmamalıdır.
Dipnot: Faruk Bildirici -“Türkiye yi sarsan geceler” yazı dizisi 13 Temmuz 1994 Hürriyet gazetesi- O gece 8/ Kürtçe yasağı böyle kaldırıldı başlıklı yazısı ile Muharrem Sarıkaya-Hürriyet gazetesi 4 Nisan 2002 “Askerin Yılmaz’a ilk ültimatomu” başlıklı yazısı.
ooo
2932 sayılı yasanın yürürlükten kaldırılması kampanyasındaki tavrı Mesut Yılmaz için ANAP kongresine giden yolda Özal ile ilk somut işbirliğidir. Bu politik manevra ile genel başkanlığa giden yolda önünün açılması sağlanmıştır. Daha sonraki yükseliş trendini, politik ataklarını, siyasî yatırımlarını, gayretlerini, AB ilişkilerini ve beyanlarını, hattâ “-AB yolunun Diyarbakır’dan geçeceği” yolundaki ifadelerini, kısaca iç ve dış desteklerini bu çerçevede değerlendirmek zarureti vardır. HADEP’le işbirliği söylentilerini yayan siyasî muarızlarının; Mesut Yılmaz’ın geçmişteki çizgisi doğrultusunda yaptığı değerlendirmede haksız olduklarını söylemek mümkün mü?
Ulusal Güvenliği Ağustos 2001 ANAP Genel kongresinde tartışmaya açma gayretlerini de, geçmişteki MGK’nın her dediğine evet demeyip karşı çıkışına bağ-lamak psikolojisinde aramak gerekmez mi?
Kürtçe yasağının kaldırıldığı 1991 yılının o hareketli günlerinde karşı çıkan milletvekillerinin isimlerini, siyasî hayatlarının söndürülüşünü, bugün hayatta olan ve olmayanların akibetlerini; Özal’a destek verenlerin, teşekküre gidenlerin kimler olduğunu, ilişkilerini, nerelerde hangi mevkilerde bulunduklarını ve bugünlere gelişimizde dahli olanların dayatmalarını kavrayabilmek, kısaca her şarta göre değişebilen senaryolar ve Kuzey Irak gerçeğini, Türkiye gerçeği ile ele alarak Türk milletinin öğrenmesi gerekmektedir.
ooo
Bugün 2002’den geriye bakıp bir kronolojik değerlendirme yapmak ve kesin direnç hattı oluşturmak zorundayız.
*Türk Milliyetçisi Türkçü olmak zorundadır. Üniter devlet yapısına, kimlik konusuna gereken hassasiyeti göstermek mecburiyetindedir.
*Türk Milliyetçisi hamasî konuşmaların ötesinde Kürtçe eğitim, öğretim vb tavizlere; bazı eğlence gecelerinde masumane olduğu iddia edilen (veya gözüken), hassasiyetimizin sulandırılması demek olan Kürtçe vb lehçelerdeki şarkı, türkü isteklerinin neler getirip, neler götüreceğini çok iyi idrak edebilecek kapasitede olmaları gerekmektedir.
*Türk milliyetçisi, Türk siyaset sahnesinin ışıklarının aydınlatması altında Türk Milletinin gözü önündedir. Yanlış yapma lüksü ve şansı yoktur. Yapılacak her türlü yanlışın bir bedeli vardır ve bedel ergeç ödenir.
Bedel ödemekten sarfı nazar edilemez.
ooo
Yaşadığımız coğrafyada Balkanlar-Kafkaslar ve Orta Doğu üçgeninde hızlı gelişmeler yaşanmaktadır. Dikkatlerin Kuzey Irak ve Kıbrıs’a yöneldiği şu günlerde Gürcistan’a ABD birlikleri yerleşmeye başlamıştır. Ahıska Türklerinin boşalttığı Gürcistan topraklarında, Türkiye hududu yakınında bir Ermeni yoğunluğun bulunduğu bölge “otonom Ermeni bölgesi” yapılmak istenmektedir.
Ermenistan parlâmentosunda bu yönde bazı çalışmalar başlatılmıştır. ABD askerî varlığı yanısıra böyle bir gelişmeyi takiben, Türkiye içerisinde, özellikle Doğu Karadeniz bölgemizde Trabzon limanı da dahil olmak üzere; Karadeniz’e gerek ABD, gerekse Ermeni otonom bölgesi ve Ermenistan tarafından kullanılacak bir çıkış kapısı sağlanacaktır.
Böyle bir emrivakinin Türkiye’ye pek de dostane yaklaşımı olmayan Ermenistan ile Pontus hayâllerini terk edemeyen Yunanistan’a yarayacağını görmemek için kör olmak gerekmektedir.
ooo
2001 yazı başında TSK Kuzey Irak bölgesinde bir emrivakiye dayalı Kürt devleti kuruluşunu savaş nedeni olarak değerlendireceğini dosta düşmana ilân etmiştir.
11 Eylül 2001 tarihinden sonraki gelişmeler Afganistan müdahalesi ve takiben Kuzey Irak’ta çekilmek istendiğimiz nokta Türkiye’nin geleceğini yakinen ilgilendirmektedir.Gerek AB, gerekse ABD’nin kendi çıkarları çerçevesindeki gelişmeler dikkat çekicidir.
PKK terör örgütünün akıldaneleri batılı dost ve müttefiklerimiz PKK’nın 8. kongresine şu nasihatlerde bulunmaktadırlar.
-PKK yerine başka bir ad bulun. Bu ad kimseyi rahtsız etmemeli.
-Kültürel haklar için her yolu deneyin. Bu tür istekleriniz AB katında değişik alanlarda zemin bulabilir.
-Silâhı bırakın, ama silâhlı gücünüzü tamamen ortadan kaldırmayın. Bunun da adını değiştirin.
-Kongre kararlarında Kürdistan adını kullanmayın. Bu alandaki gelişmeler için öncelikle Irak’la ilgili atılacak adımları bekleyin.
-Kürt halkıyla ilişkilerinizi yeniden düzenleyin.
ooo
Bölgede hâkim unsur Barzanî birlikleri İsrailli uzmanlarca yönlendirilmektedir. Bütün dikkatlerin Afganistan’a çevrildiği geçtiğimiz aylar içerisinde İsrail limanları gerekli güvenlik tedbirleri alınıp boşaltıldıktan sonra bazı ağır yük sevkiyatına sahne olmuştur.Bu denli gizlilik içerisinde yapılan sevkiyatlar ancak silâh sevkinde görülür. Kuvvetle muhtemel ki olası bir Irak operasyonunda Kuzey Irak’ta başlatılacak bir Kürt ayaklanmasının lojistik desteği gerçekleştirilmektedir.
ooo
Irak’a bir müdahale öncesi geçtiğimiz günlerde (19.03.2002) Ankara’ya gelen ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney’in Ankara Hilton otelinde kalışı esnasında, Kürt liderlerden (IKYP) Talabanî’nin de Ankara’da bulunuşu tesadüf diye izah edilemez.
“ABD’nin her duruma göre değişebilen çeşitli senaryolarından biri yine uygulanacak” gibi gelmekte bizlere!..
ooo
SON SÖZ: Güzel Türkiyemiz üzerindeki Batının hesapları devam etmektedir. Soğuk savaş döneminde ülkelerin ve halkların kaderlerini tayin etmek ABD’nin kendine biçtiği başlıca roldü.Bugün tek kutuplu dünyada yağma düzeninin devamından yana olanlar kendilerine biçtikleri rolleri sahnelemektedirler.
Petrol çıkarları ve bölgesel menfaat hesapları içindeki ABD ve batılı müttefiklerimiz için yerin ve aktörlerin önemi hiç bir zaman olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır.
Türkiye ise yaşananların seyircisi değil oyuncusu durumundadır. Ve oyununu iyi oynamak zorundadır.
Kimse konuları sulandırmasın. Bu çerçevede TSK üzerine düşeni yapmaktadır. MASK (Millî Askerî Strateji Kavramı) işlemektedir. TSK nin (müttefiklerinin işine gelmemesine rağmen) Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini savaş nedeni sayacağını açıklaması; bu açıklamanın İran ve Irak devletinin toprak bütünlüğü konusundaki bölgesel hassasiyeti; bu açıklamaya Rusya ve Çin’in verdiği destek iyi değerlendirilmelidir.
Ocak 2002’deki Rus Genelkurmay Başkanının Ankara ziyareti ve MGK Genel Sekreteri Sayın Org. Tuncer Kılınç’ın basında tartışmalar yaratan son konuşması da iyi değerlendirilmelidir. MASK işlemektedir.
“Ordu ne işe yarar?” diye manşet atıp AB destekli dergi çıkaranların da bu gelişmeleri değerlendirmesi gerekmektedir…
Türkiye çaresiz değildir. Gerçekte bunun bilincindeki güçler sırf bu yüzden TSK’ni yıpratmaya çalışmaktadır. Sırf bu yüzden geçmişte görev yapmış değerli TSK mensupları boy hedefi yapılıp yıpratılmak, mahkûm edilmek istenmektedir.
Sırf bu yüzden ulusal güvenlik hemen hemen her fırsatta tartışılmaya çalışılmaktadır.
Türkiye kendi gücünü tartmalıdır.Türkiye bölge merkezli dış politika geliştirmek zorundadır. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını değerlendirmeli, özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekmekten vazgeçmelidir.
Türkiye ekonomisi ve siyaseti üzerindeki dış baskılara direnebilecek siyasî kadrolar devreye sokulmalıdır.
“Türkiye’nin de her şarta göre değişebilen senaryoları” olduğunu artık dost düşman kavrayabilmelidir.
Türkiye’nin yeni Damat Ferit’lere artık tahammülü yoktur…
DİL BİR; BAYRAK BİR; MİLLET BİR; VATAN BİRDİR.
CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.