2000 yılı başlarında oluşturulmaya çalışılan oyunun, yeni bir senaryo olduğunu politikacılarımız görmezlikten geldi. Türk insanına, sanki fayda getirecek önemli bir durummuş gibi intikal ettirmeye çalıştılar.
Bizler yaptığımız araştırma ve elde ettiğimiz duyumlar ile kendi görüşümüzü de katarak sizlere aktarmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi; 12 Temmuz 2000 Çarşamba günü Ankara’yı ziyaret eden Avrupa Birliği’nin genişletilmesinden sorumlu üst düzey yetkililerinden Gunter VERHUEGEN, “AVRUPA BİRLİĞİNE KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ” adıyla Dışişleri Bakanımız eliyle Sayın Başbakanımıza sunduğu belgede, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne “Aday Adayı” Devletler arasında bulunduğu vurgulanarak 2003 yılına kadar sadece adaylığımızın ve 2005 yılında, da kesin üyelik talebimizin kabulü için bizden istenen ödünler sıralanmıştı.
Bu belge, özellikle o zaman İstiklâl Savaşı’na neden olan SEVR MUAHEDESİ’NİN yeniden bir, senaryo olarak Türk Devletine takdim edildiği ve de böyle bir çerçeve çizilmeye kalkışıldığının işareti oluyordu. O günün yöneticileri bu belgenin Türk milletine yeni bir senaryo olarak tanıtımını yaptılar. Yine bazı gazeteler ve AB’ye endeksli köşe yazarları da bu belgeyi “Avrupa Birliği bizden Kürt reformu istiyor” şeklinde yorumlayarak kaleme aldılar. Dahası, Ankara Hükûmeti’nin bu isteklere karşı her hangi bir diretme gösteremeyeceğini tahminle KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİNİ” ülkemizi Avrupa Birliğine götürecek yol haritası olarak tanımladılar.
Ayrıca Gunter VERHUEGEN’in Sayın İsmail CEM’e getirdiği bu raporda Türk Hükûmetinden öncelikle Kültürel Haklar Anlaşmasının kabulü ve Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin imzalanması isteniyordu.
Böyle bir istemin onaylanması, Kürt halkına azınlık statüsü uygulayın, Kürtçe eğitim ve öğretimi serbest bırakın, Kürtçe tedrisat yapan her türlü Resmi ve özel okulları açın ve Kürtçe neşriyat yapan televizyonların ve radyoların çalışmasına izin verin demekti.
Ayrıca belgede bunların dışında orta vadede gerçekleştirilecek öneriler olarak da:
1- “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Rum Devleti’ne İlhak edilmesi,
2- Türkiye ve Yunanistan arasında yıllardan beri süregelen Kıta Sakanlığı, Fır Hattı ve 12 millik Deniz sınırları ihtilâfının Yunan istekleri doğrultusunda çözümlenmesi,
3- Güney Doğu’nun bazı illerinde süregelen Olağanüstü Halin kaldırılması,
4- İşkencenin önlenmesi,
5- Fikir ve düşünce suçlarından doğan terör eylemlerinin suç olmaktan çıkarılıp serbest bırakılması,
6- Terörle Mücadele yasasının,
7- İdam cezası içren tüm yasaların kaldırılması,
8- 1984 yılından beri faal iyette bulunan tüm Devlet Güvenlik Mahkemelerinin lâğvedilmesi,
9- Millî Güvenlik Kurulu’nca ayda bir yapılan toplantılarda sadece tavsiye görevi ifa eden değerli Kuvvet Komutanlarımızın ve generallerimizin yerlerine sivil kişilerin atanması,
10- Buna benzer sair taleplerin gerçekleştirilmesi öneriliyor ve sonra, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne asıl adaylık statüsünün ancak değerlendirilebileceğini” bildiriyordu.
Daha sonra Gunter VERHUEGEN, bu işlemler dışında yurdumuzdan ayrıldıktan sonra da Almanya’da yayınlanan DEUTCHE ZEITUNG isimli gazeteye verdiği demeçte “Avrupa milletleri bu birliğin genişletimesinden memnun olmadıklarını, devlet ve hükûmet başkanlarından ziyade bu konunun halka götürülerek üyeliği söz konusu olan her devlet için ayrı ayrı referanduma gidilmesini” önerdiği halen belleğimizde silinmeyen bir anı olarak kalıyordu.
Nitekim Fransa ve Belçika (Türkiye Sayın Başbakanı’nın okumadan paraf attığı) AB Ortak ANAYASA’sı için halk oylamasına giderek Türkiye’nin AB’ye girip girmeyeceğini, ortaya çıkan ret oylarıyla değerlendiriyordu.
Türkiye’nin bütün şartları yerine getirmesi (tavizler vermesi) halinde Ocak 2005 yılında aslî üyelik sıfatıyla müzakere açılabileceği ve de gelecek yıllarda Avrupa Birliği’ne kabul edilebileceği varsayılacaktı.
Görevin yüklediği katı kurallar çerçevesinde AB’yi ve katılan devletleri çok iyi tahlil ettiğimizi bilerek o günlerde neşredilen (20.09.2000) tarihli ve Avrupa Birliği Senaryosu) başlığını taşıyan makalemizde gelecek günlerin acı faturasını görebilmiştik ve okurlarımıza durumu aktarmaya çalışmıştık.
O günden sonraki gelişmeler içinde (halkımızdan ve de ilgililerden gizlenerek) Bakanlar Kurulu’nca yetkilendirilen Dışişleri Bakanlığı’nın Birleşmiş Milletler nezdindeki daimî temsilcisi Volkan VURAL’a talimat verilip, 34 yıldan beri Türk Hükûmeti’nin gelmiş geçmiş hiçbir dışişleri bakanının imzalamaya dahi cesaret edemediği, (bağımsız Kürdistan alt yapısını oluşturan hukukî temel niteliğindeki) “Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” sözleşmesiyle birlikte “Bireysel ve Siyasal Haklar” sözleşmesine 15 Ağustos 2000 tarihinde imza atması sağlandı. AB’nin ilk ve genel isteminin böylece birinci basamağı ne yazık ki, aşıldı.
O gün bu gündür, hükûmet edenler Avrupa Birliği uğruna ülkemizi ve devletimizin üniter yapısını çok büyük bir risk altına sokmaya ilişkin eylemlerini sürdürmeye, devletimiz aleyhine tavizler vermeye devam ettiler. Dahası, iktidar sahiplerinin değişmesi de bu gidişatı durduramadı. Son iktidar döneminde de her geçen gün TBMM’de kabul edilen uyum yasaları ile devletimizin düzeni temelden bozulmaya devam ediliyor.
Şimdi 2005 Ekim ayı içinde başlayacak müzakere sürecinde de devletimizi ve Türk milletini yeni bir senaryo ile karanlığa götürme zemini beklemektedir. Bundan sonra verilecek tavizler, verilenlerden daha çok dehşet saçıcı olacaktır.
Artık PKK’nın siyasal uzantısı olduğundan hiç kuşku duyulmayan HADEP’in, Mahkûm edilmiş Leylâ ZANA ve arkadaşları dümen suyuna girmeleri, her şeyi gün ışığına çıkarmıştır.
Gelecek aylarda ve yıllarda verilecek tavizler ile görülen odur ki, HADEP’in ve ona bağlı 37 belediye başkanının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bağımsız Kürdistan ve haklara özgürlük sloganlarıyla Referanduma zorlayarak, Kuzey Irak Kürdistan Devleti’ne bağlanma isteklerini gündeme getirecekleri ve ayrıca “Bireysel Haklar Sözleşmesine” dayanarak, devletimiz aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde başvurular başlayacağını tahmin etmek asla zor olmayacaktır.
Bütün bu olumsuz düşüncelere karşın, geçmişte Hükûmet yetkililerinin Birleşmiş Milletler nezdinde bu sözleşmelerin imzalanmasını “Avrupa Birliği yolunda önemli virajlardan birisi dönülmüştür” şeklinde görmeleri ve o yolda açıklama yapmaları ve kamu oyuna bir zafer gibi göstermeleri, asla affedilecek bir hareket olmamıştır.
Önceki koalisyon kanadını oluşturan siyasi partilerden ANAP’ın Genel Başkanı Sayın Mesut YILMAZ’ın, yine, bu dönemde Avrupa Birliğine uyumu koordine etmekten sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilmesi de oldukça anlamlı bir eylemdir. Zira Sayın Yılmaz’ın Başbakanlığı döneminde TV ekranlarından üzülerek izlediğimiz kadarıyla “AVRUPA BİRLİĞİNİN YOLU DİYARBAKIR’DAN GEÇER” ve ayrıca “Kürt kimliğinin tanınması ve Kürtlere kültürel haklar verilmesi gerekir” sözleri acizliğin göstergesidir. Günümüzde de Hükûmet Başkanı Sn. Erdoğan’ın Kürt sorunu için hata yapıldığı sözleri de aynı aczin devam ettiğinin yeni bir işareti olmuştur. Sayın Hükûmet Başkanı, Kürt sorunu ile PKK sorununu aynı kefeye koymamalıdır. Türkiye’de “Kürt sorunu değil PKK-terör sorunu” vardır. Türkiye vatandaşının büyük ismi TÜRK’tür. Bu isim boy ismi olarak kullanılmamalıdır. Kökeni ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndeki vatandaşın büyük ismi TÜRK’tür.
Bazı üst düzey yöneticilerin “KURTULUŞ YOLU AVRUPA BİRLİĞİ’NE ENTEGRE OLMAKTAN GEÇİYOR, HALKIN KÖTÜMSERLİĞİNİ UMUDA DÖNÜŞTÜRMENİN ANAHTARI BUDUR” şeklindeki beyanları, millî benliğimizi silecek niteliktedir. Bu yolda verilen tavizler asla kabul edilmez.
Yönetimi üstlenen siyasîler dahil her Türk vatandaşı, konuşmalarında kullanacakları kelimeleri seçerek kullanmalıdır. Zira sözler reçetedeki ilâç isimleri gibidir. Sonradan değiştirilmesi ilk söylediklerini ortadan kaldırmaz.
Bilinmeli ve görülmelidir ki; Avrupa ülkelerinden, Norveç ve İsviçre halkının yapılan referandumda AB’ye ısrarla girmeye ilişkin devlet tekliflerini reddetmiş olmaları son derece anlamlıdır.
Türkiye de aynı hareketi sergilemelidir. Son terör eylemleri karşısında İngiltere’nin aldığı tedbirler, 1980 yılından sonra Türkiye’nin almış olduğu tedbirlerin hemen hemen benzerleridir. Hatta daha ağır tedbirlerdir. Oysa Türkiye’nin terör için aldığı bu tür tedbirler, AB’ye girişi engelleyen tedbirler olarak görülmüştü. Kurulan DGM’ler, uyum yasalarıyla kaldırıldı. Mahkemece verilen kararlar AİHM’nce tedbirler konarak yeniden duruşma süreci getirildi. Çünkü onlar TERÖRÜ TANIMIYOR ve YAŞAMIYORLARDI. Görevde bizleri kontrol babında gelen kişileri çok iyi tahlil ettiğimiz içindir ki; AB oyunlarını gördüğümüzü söylediğimizde, bazı kendini bilmezler karşımıza zurnacı edasıyla dikilmişti.
Ama şimdi, İngiltere terörü gördü ve yaşadı, terörle tanıştı. Gelecek günlerde AB devletleri de terörü görecek, terörle tanışacak, acıları tadacaklardır. Bakalım o zaman ne yapacaklarını şimdiden merak ediyoruz. Onların da devletimizin terörle ilgili almış olduğu tedbirleri örnek alıp, İngiltere gibi bir bir gündeme daha ağır bir şekilde getirmeye kalkışacaklarını şimdiden görür gibiyiz.
2000 yılı içinde sayın Bülent YAHNİCİ’nin “Türkiye eğer Avrupa Birliğine girecekse bölünmüş olarak değil, tek parça olarak girmelidir. Girişimizin koşulu bölücülük dayatması olamaz” duygu ve düşüncelerine içtenlikle katılıyoruz. Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü üzerine taviz vermeden AB’ye girme ilk ve son şartımız olmalıdır.
Sayın milletvekillerimiz, bu ortak duyguyu paylaşarak kültürel ve siyasal haklar konusunda Hükûmetin imzaladığı sözleşmelerin tatbikinde çok titiz davranmalıdırlar. Aksi yol üniter devlet yapımızı bozacaktır. Bu yolda TBMM’ ne getirilecek her kanun teklifinin yüce Meclisimizden, dahası Adalet Komisyonu’ndan dahi geçirilmeden reddedileceği ümidini bizler hâlen taşıyoruz. Böyle bir hareketin millî ve tarihî büyük bir görev olacağı inancındayız.
Ülkemizi kalkındırmak bahanesiyle SEVR Muahedesi’ni yeniden gündeme getiren Avrupa Birliği devletlerine dönüşü olmayan tavizler vereceğimize, Uzak Doğu ülkelerinin (Japonya-Kore-Çin) modelini örnek almalı, kimseye ekonomik yönden esir olmadan yaşamalıyız. Bu durumu ölçümlemeyen, bilmeyen ve beceremeyen kişilerin siyasete soyunmamalarını ve yönetime talip olmamalarını milletçe istemek en tabiî hakkımızdır.