Ana Sayfa 1998-2012 Avrupa Birliği'ne Çağrı: Kopenhag Kriterlerine Uy

Avrupa Birliği’ne Çağrı: Kopenhag Kriterlerine Uy

TBMM’nin 2-3 Ağustos 2002 tarihlerinde AB’ye uyum paketi kapsamında yaptığı yasa değişiklikleri ile “ana dillerde yayın ve öğrenim” imkânı getirilmiştir. Son derece önemli olan bu konunun tartışılmasına bugüne kadanr izin ve imkân verilmediği, daha doğrusu tek yanlı bilgilendirme yapıldığı, bilinen bir gerçektir. Söz konusu düzenlemelerin “Kopenhag kriterlerinin gereği” olduğu iddia edilmiştir. Gerçekten böyle midir, yoksa Türk milleti aldatılmış mıdır? Bugün yangından mal kaçırırcasına söz konusu düzenlemelerin uygulanmasına ilişkin altyapı hazırlıklarına başlanmıştır. Ancak gerçekleştiği takdirde telâfisi mümkün olmayacak vahim gelişmelere yol açacak bu düzenlemelerden önce Türkiye’nin ciddî bir muhasebe yapması gerekmektedir. Bunun için de Kopenhag kriterlerinin ne olduğu, sorunun bu kriterlerden mi, AB’den mi kaynaklandığının ortaya konulması gerekmektedir. Bu değerlendirme için de elbette ki temel rehber, Birleşmiş Milletler sözleşmeleri başta olmak üzere AB mevzuatı ve AB üyesi ülkelerdeki uygulamalardır. Türkiye’nin gözü kapalı adımlar atmadan önce, geç kalınmış olsa da yapacağı böyle bir muhasebe, hem Türkiye’ye karşı yapılan büyük bir haksızlığın giderilmesine ve hem de Türkiye-AB ilişkilerinin daha sağlıklı bir çerçeveye oturtulmasına imkân sağlayacaktır.

Bilindiği gibi, bu düzenlemeler AB’nin isteği ve Kopenhag kriterlerine uyum adı altında yapılmıştır. Ancak yine bilindiği gibi AB’nin talebi öğrenim değil, ana dillerde temel ve yaygın eğitimdir. Ülkemiz yöneticileri doğrudan eğitim uygulamasını gündeme getirmeye cesaret edemedikleri için, öğrenim adı altında kendilerince yumuşak bir geçiş yapma yoluna gitmişlerdir. Bu gerçeği gözönünde tuttuğumuzda AB’nin, sözkonusu düzenlemeleri beğenmeyip, yakın gelecekte ana dillerde eğitim talebini gündeme getireceği bilinmeli ve bunun tedbirleri şimdiden alınmalıdır.

AZINLIK KİM, ANA DİL NEDİR?

Yukarıdaki hususlarda gerçeğe ulaşabilmek için öncelikle “azınlık” ve “ana diller” kavramlarının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Şöyle ki; ana dillerde yayın ve öğrenim adı altında ülkemizde yeni azınlıklar yaratmanın temellerinin atıldığı ortadadır. Ancak bu durum Kopenhag kriterleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere tüm uluslararası anlaşma ve sözleşmelere aykırıdır. Çünkü adı geçen hukukî düzenlemelerin tümünde, azınlıklardan kastedilen, egemen devletler tarafından kabul edilmiş resmî azınlıklardır ki, bunlara tanınan hak ve özgürlükler karşısında dahi egemen devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı güvence altına alınmıştır. Tanınan hak ve özgürlüklerin “ayrı bir devlet, kurma. siyasî otonomi ve özerklik” gibi amaçlar için kullanılamayacağı vurgulanmıştır. Başka bir ifadeyle, ayrılıkçı niyet ve çalışmalar içinde olanların anılan hak ve özgürlüklerden yararlanamayacakları açıkça belirtilmiştir. En önemlisi de yine hiçbir uluslararası anlaşma veya sözleşmede, ana dillere ilişkin bir düzenleme veya güvence mevcut değildir.

Azınlık kavramı ile ilgili düzenlemeleri örneklemek gerekirse; bu konuda bugüne kadar en kapsamlı çalışmayı yaptıran Birleşmiş Milletler’in raporlarına göre, genel azınlık tarifi şöyledir:

“Azınlıklar, bir devletin vatandaşı olmakla beraber, nüfusun geri kalan kısmına oranla azınlıkta olan, hâkim pozisyonda bulunmayan, nüfusun geri kalan kısmına göre farklı etnik, dil ve din özellikleri taşıyan ve kendi kültür, gelenek, dil ve dinlerini muhafaza konusunda dayanışma ve ortak iradeye sahip gruplardır”.

AB’nin “azınlık” olarak gördüğü ve bize de kabul ettirmeye çalıştığı vatandaşlarımızın durumunun, BM’nin yukarıdaki tarifine uymadığı ortadadır. AB’nin “azınlık” tasnifinde ilk sırada yer alan Kürt va tandaşlarımızdan örnek vermek gerekirse; bu vatandaşlarımız hâkim yani egemen pozisyondadırlar ki, milletvekili, bakan, başbakan, meclis başkanı ya da cumhurbaşkanı olabilmektedirler. Yine Kürt vatandaşlarımız başta olmak üzere, etnik kökeni ne olursa olsun ülkemizdeki insanların tümünün, dili, dini, geleneği, göreneği, kültürü ile bir ve bütün olarak kaynaştığı da inkâr edilemez bir gerçektir. Böylesi sosyolojik bir bütünmeşme karşısında, BM’nin tarifi içinde yer alan nüfus kriterlerinin hiçbir öneminin kalmayacağı aşikârdır. Meseleye sadece nüfus açısından bakan, ne zaman ve nasıl tespit edildiği bilinmeyen afâkî rakamlarla, ülkemiz insanlarının bir bölümünü azınlık statüsüne indirgemeye çalışan AB’nin öncelikle BM ve kendi müktesebatındaki azınlık tarifi ile düzenlemelerini dikkate almadığı görülmektedir. Objektif kriterler ortadayken, sırf AB istiyor diye ülkemiz vatandaşlarımızın bir bölümünün “azınlık” yapılmasına göz mü yumacağız?

AGİT Helsinki Sonuç Belgesi’nde de “kimlerin azınlık sayılacağına, belgeyi imzalayan devletin kendisi karar verecektir” denilmektedir. Aynı belge ile egemen devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı güvence altına alınmıştır. AB’nin ülkemizde sanal azınlıklar yaratma çabaları bu belgedeki ölçütlere kesin olarak aykırıdır. Yine AB tarafından Türkiye için hazırlanan ilerleme raporlarında dahi terör örgütünün bağımsız bir “Kürdistan” kurmayı amaçladığı belirtildiğine göre, belgenin egemen devletlerin ülke bütünlüğünü güvence altına alan hükümlerine aykırı hareket edilmiş olunmuyor mu? Kaldı ki, Birleşmiş Milletler dahil, hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin iç yetki alanına giren konulara müdahale hakkı yoktur. En temel antlaşma niteliğinde olan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 7. Maddesi, “İşbu antlaşmanın hiçbir hükmü, BM’e, herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi, üyeleri de bu türden konuları işbu antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz” denmektedir.

Uluslararası normlarda yer alan azınlıklar ile ilgili bu düzenlemeleri kaydettikten sonra ana diller konusundaki uygulamalara bakarsak;

Kopenhag kriterlerinin temeli olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde hak ve özgürlükler ile ilgili tüm hususlar yer aldığı hâlde “azınlık” ya da “ana dillerle” ilgili hiçbir düzenleme ya da güvence bulunmamaktadır. Bu hususları kapsadığı varsayılan ve sık sık önümüze konulan ifade özgürlüğü ile ilgili 10. madde ise tam olarak şöyledir:

“Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın, bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket edilmesi gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü şekillere, şartlara, sınırlamalara ya da yaptırımlara bağlanabilir”.

AB’DE DİL HÜRRİYETİ YOK

Bugün ana dillerde yayın veya öğrenim konusunda ülkemize en uygun modelin Fransız modeli olduğu bildirilmektedir. Öyleyse Fransa’daki hukukî durumun da detaylı olarak bilinmesi gerekmektedir. Bu ülke, azınlıkta olsun olmasın, ülkesinde hiçbir etnik veya azınlık grubun varlığını kabul etmemiştir. Din ve devletin resmî dilinden farklı diller açısından da, “Bu ikisinin devletler hukukunun konuları değil, vatandaşlara tanınan kamu özgürlüklerinin özel uygulamalarının bir tezahürü olduğu” görüşündedir ve “mahallî dillerin kullanılmasının bilimsel amaçlar dışında, hiçbir şekilde bir grubun kimliğini belirtmede bir kriter olarak kabul edilmesinin mümkün olmayacağına” karar vermiştir. Kısacası Fransa, ulusal dil dışındaki dilleri bireysel özgürlükler kapsamında değerlendirmekte ve Kopenhag kriterlerinin bir gereği olarak değil, kendi isteği ile tanıyıp düzenlemektedir.

Ana dillerle ilgili olarak Avrupa Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile AB ülkeleri mahkemelerinin çeşitli kararları da bulunmaktadır. Örneğin, Avrupa Adalet Divanı’nın Belçika ve Hollanda ile ilgili aldığı kararlarda, “Dil hürriyetinin sözleşmenin kapsamı dışında kaldığı ve ayrıca sözleşmenin 10. maddesindeki düşünceyi açıklama hürriyetinin de dil hürriyetini içerir şekilde yorumlanamayacağı” açıkça belirtilmiştir.

Yine İsviçre Federal Mahkemesi, Anayasanın dillerle ilgili hükmünü dikkate alarak, “Millî diller Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rotoromanca ve resmî diller Almanca, Fransızca ve İtalyanca dışında vatandaşların anadili hangisi olursa olsun, kantonda konuşulan dil dışında başka bir dille okul açılmasını, eğitim ve öğretim talebinde bulunması haklarını, kantonların dil konusunda egemen olduğuna karar vererek” reddetmiştir.

AB’nin ana dillerde yayın ve eğitim taleplerinin Türkiye tarafından büyük bir uysallıkla karşılandığı günlerde, Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, kendi ülkesi ile ilgili anlayış ve uygulamalar konusunda bir açıklama yapmıştır. Bilindiği gibi bugün Almanya’da yabancıların yüzde 30’unu Türkler oluşturmaktadır ve en büyük yabancı nüfus konumundadırlar. Alman İçişleri Bakanı, Türklerin Almanya’ya uyumu konusunda, “En iyi uyum asimilasyondur” demiştir. Schily, Almanya’da Südet, Frizya, Ruman ve Danimarka azınlığının dışında yeni azınlıklar oluşturulmasına karşı olduklarını da dile getirerek, ülkede geçerli yasalara göre sadece sözkonusu yasal azınlıkların dillerinin desteklendiğini belirtmiştir. Almanya’da Türklerin iki dilde radyo, tv yayını izleyemedikleri, hattâ çanak anten taktırmalarına izin verilmediği bilinmektedir. Alman Bakan, bu uygulamalarla ilgili olarak da, “Uyumun hedefi insanları Alman kültürüne çekmektir. Her dili destekleyemeyiz. Ayrıca böyle bir şey kaosa sürükler. Ben birinci dili Türkçe olan homojen bir Türk azınlığı oluşmasını istemiyorum. Türkler bizim kültür alanımızda büyümeli. Anadilleri Almanca olmalı”. savunmasını yapmıştır. Türkiye’den, yaratmaya çalıştıkarı sanal azınlıklar için yasa üstüne yasa değişikliği isteyen Almanya’nın, azınlıklarla ilgili maddelerin Anayasa’ya konmasını reddeden bir ülke olduğunu ayrıca vurgulamamız gerekmektedir.

Sonuç olarak, ana dil ile millî dilin farklı olduğu ülkelerde, anayasalar farklı olan dili güvence altına almamakta, aksine kamu menfaati gereği, belli sınırlamalara tabi tutmaktadır. Türkiye’nin, AB’den gelen talepleri sorgusuz sualsiz kabul etmeden önce AB’ye, kendi mevzuatını ve içtihatlarını neden göz ardı ettiğini sorması gerekmiyor mu?

AB ülkelerindeki mevzuata ve uygulamaya dair örneklerden sonra Kopenhag kriterlerinin ne olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Ülkemizde çok sık tartışıldığı ve yapılan her şey Kopenhag siyasî kriterlerinin gereği gibi sunulduğu için bunun ciltlerce mevzuat veya kriter olduğu zannedilmektedir. Oysa ki adı sıklıkla geçen kriterler 8-10 satırdan ibarettir ve tüm siyasî kriterlerin çerçevesi, “Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azılıklara saygı gösterilmesi ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı” şeklindedir. Bu çerçeveye göre, AB’ye girmeye aday ülkelerde; “İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ile azınlıkların korunması” şartları aranmaktadır. Bunun için de, “O ülkenin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması, (genel hâllerde idamın kaldırılmış olması, istisnaî hâllerde korunması), azınlıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş olması, Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilmiş olması” istenmektedir. Görüldüğü gibi azınlıklar konusundaki düzenleme, “saygı gösterilmesi, korunmaları ve ayırımcılık yapılmaması” şeklinde beş kelimedir.

YAPILAN DÜZENLEMELER KOPENHAG KRİTERLERİNE AYKIRI

BM ve AB mevzuatları ile üye ülkelerdeki uygulamalara ilişkin tüm bu tespitler de göstermektedir ki, TBMM’de yapılan düzenlemeler “Kopenhag kriterlerinin gereği” değildir, aksine bu kriterlere aykırıdır. Çünkü hem mevzuat ve hem de uygulamalara göre, değil azınlık dillerinde yayın, öğrenim veya eğitim imkânı tanınması, sınırlamaya gidilmesi gerekmektedir. Demek ki sorun Kopenhag kriterleri değildir. Kaldı ki, Türkiye’nin bu kriterlerle ciddî bir sorunu yoktur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlüklere gerçekten inananların bu kriterlere bir itirazı sözkonusu olamaz. Sorun, bütün ülkeler için hazırlanan bu kriterlerde değil, AB’nin, Türkiye hakkında düzenlediği ne kadar belge varsa karşımıza çıkan ve en başta da kendi müktesebatına aykırı olan taleplerindedir. Nitekim, AB’nin ne Kopenhag kriterlerinde ve ne de Helsinki Belgesi’nde yer almayan taleplerde bulunup Katılım Ortaklığı Belgesi ve ilerleme raporları gibi evraklarla Türkiye’yi cendereye sokma çabası, tespitimizin önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Söz konusu belgeler haksız, hukuksuz olduğu gibi tek yanlıdır. Çünkü, AB’nin husumet dolu talepleri ile bölücü terör örgütlerinin stratejisinin örtüştüğü sıklıkla dile getirilmekte, ancak bunlar arasındaki organik bağın ifade edilmesinden nedense kaçınılmaktadır. Oysa kurum olarak AB’nin, tek tek de AB üyesi ülkelerin, bölücü terör örgütüne 20 yıldır lojistik ve stratejik destek verdiği, defalarca suçüstü yapılmıştır. Demek ki AB’nin bölücü terör örgütleriyle ilgili bir stratajisi bulunmaktadır. Hâl böyle olunca, AB’nin adı geçen belgelerde yer alan taleplerinin, bu strateji doğrultusunda hazırlanmış olmasının ve bunların bölücü terör örgütlerinin istekleri ile örtüşmesinin kesinlikle rastlantı olmadığı, olamayacağı, aksine plânlı bir çalışmayı yansıttığı görülmektedir.

AB’nin kendi ölçüleri ve tüm bu gerçekler karşısında, Türkiye daha fazla vakit geçirmeden Kopenhag kriterlerini değil, AB’nin, KOB ve ilerleme raporlarına ustaca yerleştirdiği husumet içeren haksız taleplerini tartışıp, sorgulamalı ve AB’yi Kopenhag kriterlerine uymaya davet etmelidir. Çünkü artık gerçekten kritik ve geri dönülmezse telâfisi mümkün olmayacak vahim gelişmelere yol açacak bir sürece gelinmiştir. Türkiye tüm gücüyle, AB’nin söz konusu belgelerindeki haksızlık ve hukuksuzlukların düzeltilmesi için çalışmalıdır. Bu düzeltmeler yapılmadan, doğrudan ülke bütünlüğünü hedef alan ve dışarıda hazırlanmış bir stratejiye uygun düzenlemelere gidilmesi, sadece Türkiye’ye ağır zararlar vermekle kalmayacak, Türkiye’yi de AB’den uzaklaştıracaktır. Bu sebeplerle, üstelik de seçim dönemine girilmişken, yangından mal kaçırırcasına yapılacak uygulamaya yönelik hazırlıkların askıya alınması kaçınılmaz hâle gelmiştir. Böylesi bir karar, hem Türkiye, hem de AB için daha hayırlı olacaktır.

 

Orkun'dan Seçmeler