Atatürk hakkında bilgili inancım1, tarihçi Yılmaz Öztuna’nın sık sık tekrarladığı, benim de çok benimsediğim ve ondan fazla tekrarladığım şu ifade ile formüle olunabilir: “Gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçisi”2. Denebilir ki, Türk ulusunu açıkça vurgulayan, bunu anıtlaştıran Bilge Kağan milliyetçi değil miydi? Tabiî ki milliyetçi idi, ama “milliyet” kavramının XVIII. yy ürünü olduğunu unutmayalım. Atatürk, bu anlamda bir büyük Türk milliyetçisi, bir büyük asker, bir büyük devlet adamı ve bir mütefekkirdi. Onun hem askerlik mesleğinin gereklerini çok iyi öğrendiği ve uyguladığı hem de imkânları oranında Türk ve batı fikir hayatını incelediği ve ilerde yararlanmak üzere doğuştan sahip olduğu kurmay kafasının bir köşesinde sakladığı muhakkak.3 Belki bazı plânlarını uygulayamadan aramızdan ayrıldı. Bugün, İslâm dinindeki ülkeler içinde Türkiye tartışmasız en ileri olanıdır. Bunun yegâne ve aşikâr sebebi, Atatürk’tür. Onun en amansız düşmanları olan şeriatçılar bile içte ve dışta onun aydınlığından faydalanmaktadırlar. Ben şahsen hayatımın on bir yılı bu dahinin hayatı ile kesiştiği için kendimi mutlu ve ayrıcalıklı hissediyorum.
Atatürk, bir büyük insan ve yüzde yüz Türkçü idi. Türkçü nasıl bir kişilik taşır? Türkçü, zorunlu olarak, Türk denen bir ırk ile ve o ırkın üretmiş olduğu kültürle özdeştir veya kendini özdeşleştirir. Türkçü, Türkçülüğün tanımı gereği evrensel, uluslararası, enternasyonal olamaz. Türkçülük ve evrensellik asla bir arada düşünülemez. Salt mantık kuralları gereği bir “millî/ulusal” ile bir “evrensel/uluslararası”, öğreti bağdaşamaz. Bu bakımdan evrensel olan Hristiyanlık ve Müslümanlık4 ile yine evrensel olan Sosyalizm veya onun ilkel kafalara uygun modeli Komünizm asla “milliyetçilik/ulusalcılık”la bağdaşamaz. Bir Gagavuz, ben hem Türk’üm hem de tüm Hristiyanlar kardeşimdir dese, bu iş nasıl olacak? Olacağı şu: Bir Haçlı ordusunda bulunan Gagavuz beni kesecek; bir hilâlli ordusundaki ben Gagavuz’u keseceğim. Aferin Türk Gagavuz’a; aferin ben Anadolu Türk’üne! Polemiğe de uygun bu konuda kısa ve kesin kanaatimi şöyle dile getirebilirim: Evrensel olan dinler, milliyetçiliğe, binaenaleyh Türklere özgü milliyetçilik olan Türkçülüğe zarar verir, onun niteliğini bozar, yani yozlaştırır. Hristiyan uluslar da aynı süreçten geçti.
Yukarki hareket noktamdan yola çıkarak şu hükme varıyorum. Eğer ben bir Türk olarak fiilen mensup olduğum veya kendimi nisbet ettiğim ve kültürünü severek ve sayarak paylaştığım ve kabullendiğim Türk ırkının bir üyesi isem, benim önceliğim Türklük ve onun kuramsal çerçevesini çizen Türkçülük olmalıdır. Yani benim muradım olan Türkçülüğün Türkçesi açık ve seçik şudur: Önce Türk sonra Müslüman5 (veya Hristiyan); önce Türk sonra Sosyalist/Komünist (veya liberalist). Din, yani biz Anadolu ve Balkanlar ve Orta Asya Türkleri için Müslümanlık önemli bir unsur olduğundan ikinci hareket noktamı da açıklığa kavuşturayım: Kutsal kitapların portresini çizdiği Tanrı’nın benim (ve sizin) gibi zavallı fânilerin yardımına ihtiyacı yoktur. Eğer evreni (kâinatı) anneannem gibi bulutların hemen üstündeki, görünen yıldızlar ile sınırlı bir ortam olarak tasavvur etmiyorsanız ve Tanrısal sırrı, hareket noktanız uçkur olarak kadınların etek boyunda, sesinde, topuklarında, saçlarında, ille de dövülmesinde ve taşlanmasında değil de, asla değişmeyen fiziksel-kimyasal-biyolojik-astronomik vb. gibi ilmî kuralların değişik kombinezonlarından oluşan değişiklikler içinde arıyorsanız, o zaman ne Hizbullah, ne Taleban, ne Müslüman kardeşler ve benzerleri gibi ayaktakımına ne de onları manipüle eden kravatlılara Tanrı’nın ihtiyacı olduğunu anlarsınız. Tanrı’nın koruyuculuğuna soyunmak zavallılığı, kendini Tanrı’dan üstün görme ile eşdeğerdedir. Söylemeye gerek yok, bu fikirler sadece beni bağlar.
Konuya dönüyorum. Atatürk, önceliği Türk ulusunun esenliğine veren bir çağdaş zihniyetin temsilcisiydi. Yukarda da dediğim gibi Atatürk yüzde yüz Türkçü idi. Bu bakımdan da Türkçülerin hem tabiî hem de çağdaş önderidir.6 Atatürk’te neredeyse bir asır önce oluşan “Çağdaşlık Konsepti” (ki onun ana taşıyıcısı lâisizm’dir!) bugün hâlâ hiçbir Türkçüde ve Türk’te oluşamadı, hâlâ onun gerisindeyiz ve hattâ bazen ve yer yer daha da geriliyoruz. Pek tabiî Atatürk kıratında eşsiz bir Türkçünün Turan’ı dışlaması düşünülemez. O’nun Sovyetler Birliği’nin dağılacağını çok önceden öngörmesi; kardeşlerimizle bağlarımızı pekiştirelim, demesi; Güneş-Dil Teorisi; kafatası ölçümleri vs. O’nun Turancı olduğunun da açık delilidir.
Peki, Türkçü geçinenler O’na nasıl ihanet ettiler? Birinci olarak bir Zümrütü Anka kuşu olan Türk-İslâm Sentezi, bazı Türkçülerin zaten oldukça karışık, oturmuş kavramlardan çok slogana dayalı ve analitik çalışmayan kafasını karıştırdı. Saygısızca bir tabir kullanmak istemem ama, irdeledikçe batağa saplandılar diyeceğim. Çünkü, teorik olarak, millî olan Türklük ile gayrımillî İslâm’ın sentezi imkânsızdır.7 İkisini de aynen muhafaza ederek sentez yapılamaz. Denilebilir ki, bir Türk, hem Türkçü hem de Müslüman olamaz mı? Teorik olarak hayır! Yani şu veya bu durumda ikisinden birinden fedakârlık yapacaksınız. Yani bu durumda ya millî hareket edip evrenselden fedâ edeceksiniz, ya da evrenseli tercih edip millîden fedâ edeceksiniz, ya da ikisinden de az veya çok. Sentez, zorunlu olarak “ondan da biraz ve bundan da biraz”dır. Sentez ne tezdir ne de antitez. O bir melezdir. Zaten, Türk-İslâm Sentezi dediğimiz anda, teorik olarak, “Türk” ve “İslâm”dan birinin “tez” diğerinin “antitez” olduğunu baştan kabul ediyoruz demektir. Kanaatim şu ki, Türk-İslâm Sentezi sürecinde “fedakârlık” hep “Türk”ten istendi ve yapıldı. Anlatabildim sanıyorum. Peki ne yapacağız? Yapacağımız şey, dinsel inançsızlığımızı ve inancımızı (dinimiz, mezhebimiz, tarikatımızı’) Tanrı ile kendi aramızda özel bir durum telâkki edip, önceliği Türklüğe vermektir.8 İslâm zaten ölünceye kadar bizi forme eden, yönlendiren kültürümüzün bir aslî parçasıdır. Ateist Türk bile bu bakımdan bu kültürün ürünüdür ve asla reddi miras edemez. Türkçüler, sentez yapalım derken, pusuda bekleyen, dışardan da maddî ve mânevî destekli şeriatçıların tuzağına düştüler; zaten bazılarının fikrî formasyonu yetersiz9 de olduğundan, Atatürk’ten sistematik olarak soğudular. Gerçekten Atatürk’ü anlamak olağan dışı bilgi, objektiflik ve saygı gerektirir. Batı’da Atatürk’ün nasıl büyük takdir ve saygı topladığını, onun hakkında yazılan sitayişkâr kitaplarda, hem keyfiyet hem de kemiyet bakımından görmekteyiz. İkinci ihanet hususu olarak ucuz demokrasi anlayışını ve oy avcılığını dile getireceğim. Bu işi Demokrat Parti başlattı. Oy almanın veya çalmanın ucuz yolu, henüz zihnen sekülerleşememiş halka dinsel tavizler vermek yoluydu. Şahsen benim kulağıma munis gelen ve anladığım10 Türkçe ezan ilk taviz oldu ve arkası gelmeye başladı ve devam ediyor da. Bu ucuz ve tehlikeli yol maalesef bazı Türkçü ve hattâ Atatürkçü geçinenler tarafından da takip olunmaya başlandı. Misal mi? İşte bazı MHP’liler!11 Atatürk düşmanı da, bayrağa saygısız da üreten imam hatipliler kimin arka bahçesini oluşturacak? Şeriatçı partilerin mi, MHP’nin mi, ANAP’ın mı, DYP’nin mi yoksa hattâ DSP’nin mi? İlle de bir arka bahçe olacak nedense! Halk evleri solun arka bahçesine dönüştürülmeye başlanmış; müteveffa Köy Enstitüleri de Komünistlerin arka bahçesi olarak dizayn edilmişti. Bu hususta bir dış etken olarak da ABD’nin kendi maksadına uygun SSCB’yi saran “yeşil kuşak” uygulaması zikredilebilir. Komünizm zehirine karşı panzehir diye düşünülmüş olmalı. ABD’nin maddî ve mânevî desteğindeki aşırı dozdaki din, şeriatçıların ekmeğine yağ sürdü. Dinler, Tanrı ile kul arasında kalmalıydı. Bu hududun dışında sorun çıkarıyordu. Bunu Hristiyanlık çok acı yaşadı, İslâm da yaşıyor ve daha da yaşayacağa benzer. Benim gerekliliğine inandığım 12 Eylül hareketi de yeşil renge fazla merak sardı ve kötü bir miras bıraktı. Kenan Evren, daha ilk dört halifeden üçünün öldürüldüğünü bilmeliydi. Bir dünyalı olan İsa da bir dünyalı gibi can vermişti hem de “Eli, Eli, lama asabtani?”12 diye haykırarak!
Toplarsam, Türkçü sağın Atatürk’ü kaybetmesinin sebepleri başlıca iki husustur:
a) Teorik alanda, sekülerleşmiş, dini ait olduğu doğru yere yerleştirmiş ve yerleştirmekte olan ileri bir dünyada, dine, yeniden ama onun modern çağdaki maksadına artık uymayan fonksiyonlar vermek için, içinden çıkılması imkânsız kaygan ve çok rizikolu Türk-İslâm Sentezi gibi, dincilere Truva Atı işlevini de gören, bir tezi tartışmak suretiyle, Atatürk ilke ve inkılâplarının taşıyıcısı olan Lâisizmi aşındırmak ve hattâ tahrip etmek, b) Pratik alanda, ucuz maliyetle oy kazanmak veya çalmak için, inkılâpların ve dolayısıyla aydınlanmanın henüz gerçekleşmediği özellikle kırsal kesim zihniyetinin egemen olduğu ortamlarda, dinci-şeriatçı söylemlerle ve uygulamalarla bir çağdaşlaşma model ve atılımı olan Atatürkçülükten uzaklaşmak.
Türkçü sağın bu gafletinden ve hattâ dalâletinden yararlanan, sosyal demokratından komünistine kadar sol, dört bakımdan Atatürk’e sahip çıkmaya başlamış ve sahiplenmiştir de. SSCB’nin yaşadığı dönemde talimatını ve nafakasını Moskova’dan alan Türk solu, elinde imkân olduğu ve yardım da aldığı hâlde Türkiye’yi komünist yapmamış olan ve davranışları ile açık seçik Türk milliyetçisi yani Türkçü ve Turancı olan, hattâ komünizmin ezilmesini söyleyen Atatürk’e ve onun izinden gidenlere, sıcak bakamıyordu, bakmıyordu. Moskova’nın gücünün zamanla azalması, alternatif sol güçlerin zuhuru ve nihayet SSCB’nin yıkılması dış kaynaklı Atatürk düşmanlığı baskısını ortadan kaldırdı. Bunun üzerine Türk solu, Atatürk ile düşmanlığı sona erdirmeye başladı, bu birinci etken. İkinci etken özellikle komünist solun dışta kofluğu, pisliği, kanlılığı artık iyice su yüzüne çıkmış olan komünizmi Türk entelekyasına şirin göstermek, onu yerlileştirmek; yasal engelleri kolay aşabilmek için Atatürk’ü kullanmasıydı.13 Üçüncü etken, Türk solu, lâik Türk entelekyasının Atatürkçü olduğunu ve onu kendi saflarına çekmek için Atatürkçü geçinmesinin gerektiğini düşündü ve uyguladı. Bu arada Atatürk’ün cumhuriyetin ilk geçiş yılları için öngördüğü devletçiliği de sosyalizm uygulaması olarak yorumlayarak kendine mâletti. Bugünlerde (Mart 2002 sonları) meselâ Attilâ İlhan Cumhuriyet gazetesinde Atatürk’ü neredeyse tam bir solcu yapma çabası14 içindedir. Kendisini, eski İstanbul mahalle çocuklarının son temsilcisi sayan (Star, 2 Nisan 2002) Engin Ardıç da onu Ardıçça benzetmektedir. Dördüncü husus olarak komünizmin enternasyonallik maskesi altında bir Rus emperyalizmi rolü oynamış olmasından rahatsız olan ve ona millî bir renk vermek isteyen ve zaten (hattâ şoven) milliyetçi olup da bunu sol söylemle ifade etmiş olanların artık bir melce olarak, Atatürk’e sığınmaları zikredilebilir. Bu sağlıklı bir gelişmedir de… Ummak isterim ki, aslında Türk milliyetçisi olup da bunu şimdiye kadar İslâmî söylemle ifade etmekte olanlar da bu sağlıklı gelişmeyi izlerler. Bu döneklik değildir. Aklın yolu birdir ve Atatürkçülük de dogma değil aksine tam akıldır, aydınlıktır!
Benim bu yazının konusu bakımından üzerinde durduğum husus, Türk toplumunun en sağlıklı ve çağdaş bölümünü oluşturan lâik Atatürkçü Türk entelekyasının esas fikrî vatanı olan Türkçülükten-âdeta-antilâik, çağdışı hareketlerle uzaklaştırılması ve solda yapay oluşturulan Atatürkçülük ortak paydası nedeniyle sol ile zoraki buluşmasıdır. Vurguluyor ve tekrar ediyorum: a) Türk toplumunun en sağlıklı ve çağdaş bölümü Atatürkçü-ve dolayısıyla lâik, akılcı-entelekyadır. b) Bu kesimin doğal ocağı Türkçülüktür. c) Türkçülük, şeriatçılarla flört eden, dolayısıyla gaflet hattâ dalâlet içinde bulunan, yavanlaşmış, Araplaşmış bir ortamda asla yaşayamaz. Ve, d) Sonuç: Türkçüler, bir dogma değil, bir esenlik, bir çağdaşlaşma15 ve bir varolma modeli olan Atatürkçülüğe, onun gereklerini yerine getirerek, dört elle sarılmalı; üç-beş sağlıksız, geçici oy çalmak için şeriatçılara ödün vermemelidir. Tanrı Türk’ün aklını korusun!
DİPNOTLAR
1. Bilgili inanç ile aklî inancı kastediyorum, yani okuyarak, öğrenerek, inceleyerek, karşıt fikirleri de bilerek, objektif olarak edinilen bilgi. Karşıtı naklî bilgi oluyor, yani aklı devre dışı bırakarak inanma, dinî açıdan Gazalî’nin ekolü. Bu meyanda Atatürk’ün fikir dünyasının hermanötik incelenmesinin de (konumuz dışı ama din kitapları ve Kur’an böyle incelenmeli) yararlı olacağını sanıyorum. Meselâ, “İstiklâl-i tamme”, üç çeyrek yy. önce nasıl anlaşılıyordu? O zamanlar ABD bir ölçüde “bana ne”ci; AB yok, birbirine düşman ulus devletler var; koloniler var NATO yok, Birleşmiş Milletler yok; Avrupa Konseyi yok; AİHM yok; IMF yok, bankerler var; internet yok; uydular yok; cep telefonu yok; aids yok; mangal kömürü var, Rus doğalgazı yok vs. vs… Acaba Atatürk olsa yine “İstiklâl-i tamme”yi nasıl kullanırdı? Bazı ulema-i kiram Rus doğalgazlı sıcacık odasında whisky içip McDonalds’ı protesto edip ama Microsoft’u kullanarak “müdafaa-i hukuk” edebiyatı ile “İstiklâl-i tamme”den dem vurup kül bırakmıyor da…
2. Atatürk hakkında bilimsel fikirler yürütmek benim gibi sıradan bir insanı çok aşar. TDAV’ının yayınladığı Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi’nin şubat 2002 sayısında Celâl Bayar’ın 1953’te Anıt Kabir’deki sözleri çok veciz: “Sen bizimdin. Seni halife yapmak, padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin, millî irade yolunu seçtin. Hayat ve şahsiyetini milletin hizmetine vakfettin. Türk’ün gıpta ettiği, taziz ettiği, övdüğü vasıflara mâliktin. Bütün bu meziyetlerinle Türk’ün ta kendisi idin.” Bu alıntı ile Atatürk’ü putlaştırdığım sanılmasın. Bu hem Ata’yı anlamamak hem de ona saygısızlık olur. Atatürk ne diyor: “Ben, mânevî miras olarak hiçbir dogma bırakmıyorum… Benim mânevî mirasım ilim ve akıldır”. Ve aklın referansı Gazalî değil Matüridî, Descartes, Kant, Comte vs’dir. Dubai Emirliği, erkeğin, kadını, kemiklerini kırmayacak kadar dövmesine cevaz vermiş. İşte Gazalî ve işte bir avuç İsrail’i durduramayan bir Arap dünyası ve Dubai kriteri! Ya habibi sizde bu para ve bu kafa varken, siz kadının kemiklerinin kırılma derecesini ölçen âleti de yarın Yahudi sermayeli bir ABD şirketinden ithal edeceksiniz! Ama gerçek olan birşey varsa o da, hiç bir ABD âletinin Dubai-erkek-kafasanı kıramayacağıdır! Nerde Dubaili kadınlarda Dubaili yargıçlardaki kemik sağlamlığı!
3. Atatürk’ün, ciddî kitaplar okuyan, not düşen, önemli yerlerin altını çizen zeki ve akıllı ve çok başarılı bir kurmay subay olduğunu unutmayalım. Kitap okuyan kaç devlet adamı tanıyorsunuz? Şimdi bile!
4. Musevîlik bir kavim dini niteliği taşıdığından ayrı tutulmalıdır. Budizmi ayrı felsefesi gereği evrensel klâsık dinlerden ayırıyorum.
5. Benim bu ifadem kimsenin dudağını uçuklatmasın. Zaten bilinen, uygulanmış bir husus bu. Yani örfî geleneksel olanın dinî olanın önüne geçebilmesi. Osmanlı atalarımız bunu uyguladı.
6. Nihâl Atsız’daki Atatürk antipatisini anlamakta güçlük çekiyorum. Altan Deliorman’ın “Tanıdığım Atsız” adlı eserindeki (2. baskı, sayfa 125-126) izahını da doyurucu bulmuyorum.
7. Buharî hadisinin “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” demesi sorunu çözmüyor. Diğer taraftan aynı sorun Türkiye-AB ilişkilerinde de ortaya çıkıyor.
8. Benim gençlik yıllarımda Türkçülük genel olarak böyle anlaşılırdı. Hâlen hayatta olan pekçok eski Türkçü de bu özelliklerini korumakta ve İslâm’ı kredi kartı gibi kullanmamaktadır. Hemen hemen hepsi inançlıdır ve Türk Müslümanlığı veya Anadolu Müslümanlığını temsil etmektedirler, yani, Türk’e yakışanı, Türk olanı! Şu çok önemli husus da var: Türklük (Türkçülük) ve İslâm her durumda ve sık sık birbiri ile çatışan hususlar değildir. Çatışma olmadıkça bir “Birlikte Yaşama/Coexistance” söz konusudur. Taarruz, taciz ve tasallut eden şeriat ve siyasî İslâm’dır.
9. Bilgi dağarcığı yetersiz ve aklı kullanma alışkanlığı olmayanlar, dogmalara yatkındırlar.
10. Onun içindir ki, benim kafamda hâlâ “Ulu Tanrı”, “Ekber Allah”tan daha anlamlıdır.
11. İşte bir ucuz oy avcılığı uğruna yapay “Türban Sorunu”na sempati duyar gözükenler. Peygamber zamanında ceriyelerin memeleri meydanda gezdiğini gözardı edip XXI. yy.’da türbanı savunmak ve kızlara zorla, evet zorla savundurmak! Aslında sorun, kadına psikolojik baskı, şiddet, dayak taraftarı sadist, psikopat bir kısım erkekler. Türban, kadına dayak, kadını taşlamak; komşu erkeğin bizim kölemiz(!?) saydığımız dişilerimizin, saçından, topuğundan, sesinden tahrik olacağını varsayıp çare olarak kadını hapsetmek, tipik sarî Müslüman erkek ruh hastalığı. Ve, evet ve bu hastaları manipüle eden şaibeli siyasal İslâmcılar, inanç sömürücüleri ve din tüccarları!
12. Tanrım, Tanrım neden beni terkettin? Matta İncili ayet 46; Markus İncili ayet 34.
13. Peygamber bile bu solculaştırmadan nasibini aldı. Bilim ve Ütopya dergisinin temmuz 1999 sayısında Özcan Buze Muhammed düzeni değiştirdi, binaenaleyh devrimcidir, solcudur, diyor.
14. “Ne Mutlu Türküm diyene” diyen, muhtaç olduğumuz gücün damarlarımızdaki “asil kan”da olduğunu söyleyen Atatürk solcu ha! Zırvalıyorsunuz sayın Attilâ İlhan!
15. Milliyetin 2 Nisan 2002 tarihli sayısında Mısır gezisine katılan Taha Akyol, yine aynı geziye katılmış olan Diyanet İşleri Başkanı. M.N. Yılmaz’a “El Ezher” hakkındaki fikrini soruyor. Yılmaz’ın cevabı, bence çok anlamlı. Yılmaz, El Ezher için “çok skolastik kafalı, yeni bir şey söylemiyor” diyor ve dekanı için de “bir akademik toplantıda dinledim vaaz verir gibi konuştu” diyor (kalın harflerle yazdığım kelimelere lütfen dikkat!) İşte Mısır ile Türkiye ve El Ezher dekanı ile Yılmaz arasındaki fark! Atatürk aydınlanması farkı…