Orhan Şaik Gökyay 2 Aralık 1994’te uçmağa varmıştı. Sanki dün gibi. Zaman su gibi akıp gidiyor. Yitirdiklerimizin anıları ile avunmak zorunda kalıyoruz. Ben de bu uçmağa varış yıl dönümünde O’nunla ilgili birkaç anı kırıntısını dile getirmek istiyorum.
Çoğu yaşıtlarım gibi, Orhan Şaik Gökyay’ı ben de “Bu vatan toprağın kara bağrında / sıra dağlar gibi duranlarındır” mısraları ile başlayan ünlü şiiri ile tanımıştım. O şiir zamanın Türkçe veya edebiyat kitaplarının vazgeçilemez edebî örnekleri arasındaydı. Yâni, bir Türk şiiri klasiği…
1951-52 yıllarında 68 sayı yayımlanan haftalık Orkun dergisinde tefrika hâlinde yayımlanan “1944-45 Irkçılık-Turancılık dâvası” adlı yazı dizisinde de sıkça adı geçerdi. Çünkü O, o ünlü dâvanın 24 sanığından biri idi. Suçu da 3 Mayıs 1944’te büyük bir gençlik gösterisine vesile olan Atsız-Sabahattin Ali dâvasının taraflarından biri olan Atsız Beğin Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşı olması ve dâvanın duruşması için geldiği Ankara’da O’nu evine, akşam yemeğine dâvet etmiş bulunması idi. Atsız’dan sonra tutuklanarak Sıkıyönetim uygulaması bulunan İstanbul’a götürülüp ünlü Sanasaryan Hanı işkence evine kapatılanlardan biri de o idi. Oysa devlet bürokrasisinde önemli bir yeri vardı ve zamanın Cumhurbaşkanının çok önem verdiği bir sanat kurumunun, Devlet Konservatuarının müdür ü idi. Fakat Türkçülüğe yöneltilen devlet terörü, onunla ilgili olduğu sanılan herkesi kapsamına aldığı için, Orhan Şaik Gökyay da o fırtınanın sürüklediği kimselerden biri olmuştu. Milletini, vatanını sevmenin çilesini, bir buçuk yıl zindanda tutularak, O da çekmişti. Sonunda beraat etmişti; ama ne sıkıntılar pahasına! Türkçüler adına 24 kişiye uygulanan bu teröre O da ülküdaşları gibi yiğitçe katlanmış, göğüs germişti.
Gökyay’ı yüz yüze tanımam, kendilerini daima saygı ve rahmet dilekleri ile andığım Abdülkadir İnan ve Şakir Ülkütaşır’ın delâletleri ile üye olduğum Türk Dil Kurumu’nun kurultaylarında gerçekleşti. O sıralarda Kurum’un 40 kişiden oluşan Yönetim Kurulu’nun üyelerinden biri idi. O yüzden sık sık kürsüye çıkıp kimi çalışmaların açıklamasını yapmak, fakat çoklukla eleştirilere cevap vermek için ilgi çekici konuşmalar yapardı. Vücut yapısı ile, sesi ile, konuşma üslûbu ile kürsüyü doldurur; ilgi ile dinlenirdi. Konuşmaları nükteli, iğneleyici, çok zaman da vurucu olurdu. Bu yüzden ona karşı çıkanlar, söylediklerine itiraz edenler çoktu. Çünkü zamanla Kurum’un üye ağırlığı sola kaymıştı. Zaten Kurum bir “dil kurumu” olmaktan çıkmış, biraz Türkçeyi sevenlerin, çokça da edebiyatçıların bulunduğu bir derneğe dönüşmüştü. Gerçek dilciler onlar arasında “yok” derecesinde kalıyordu. Edebiyatçı üyelerin çoğu solcu idi. Yöneticilerin hoş görüsü ve basiretsizliği yüzünden Kurum, zamanla “aşırı solcu”ların işgaline de uğramıştı. Onlar kısa sürede yönetime egemen oldular. Kendi anlayışlarında olmayanları tedirgin ederek, onu yapamazlarsa zor kullanarak Kurum’dan uzaklaştırmağa yöneldiler. Tabii hedeflerinden biri de Gökyay’dı. Çünkü O, hem bütün ılımlı görünen davranışlarına rağmen “karşı tarafın adamı” hem de onların amansız bir eleştirmeni idi. Çok titiz bir edebiyat eleştirmeni olan Orhan Şaik Hoca, onların eserlerinde rastladığı yanlışları bir bir ortaya çıkarıyor, yazılarında “destursuz bağa girenler” dediği bu kişileri insafsız bir üslûpla eleştiriyordu. Bu eleştiriler, yalnızca birbirlerini övmeğe, pohpohlamağa alışmış olan o nevzuhur edebiyatçılar güruhunu çileden çıkarıyor, O’na daha bir düşman ediyordu. Hoca gerektiğinde öylelerin ağzının payını kürsüde ve salondaki teke tek sohbetlerde de veriyordu. O’nun konuşma ve sohbetlerini dinlemek başlı başına bir zevkti. Zamanla Kurum’daki çokluk tahakkümü galip geldi ve Hoca önce Yönetim Kurulu’ndan, sonra da -zannediyorum- Kurum’dan uzaklaştırıldı.
Orhan Şaik Gökyay ile doğrudan konuşabilme şansını da yine böyle Kurultay’da, toplantının yapıldığı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki bölümümüzü de ziyaret edişi sırasında elde ettim. Kendisi Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Osman Ersoy’un da tanıdığı ve çok saygı duyduğu bir kimse idi. Sanırım bizim Bölüme bir öğle yemeği boşluğundan yararlanarak gelmişti. Böylece kendisi ile bire bir konuşma fırsatını buldum ve iltifatından yüz bularak kendisinden, ülkemizin en büyük bibliyografyacısı olan Kâtip Çelebi’ye ilişkin çalışmasının bir metnini edinmede yardımcı olmasını rica ettim. Hemen adresimi aldı ve İstanbul’a döndüğünde makalesinin bir ayrı baskısını göndereceğini söyledi. Çok bir zaman geçmeden de gönderdi. Bu, beni çok sevindiren bir olaydı. Daha önce gıyaben sevdiğim ve büyük saygı duyduğum Hoca’nın çok değerli bir çalışmasının metnini, hem de ithaflı olarak almak beni çok mutlu etmişti. Fakat, çoğumuzda mevcut olan bir ihmalcilikle, kendisine bir teşekkür mektubu yazmamıştım. Bunun cezasını, sonraki ilk karşılaşmamızda Hoca’dan esaslı bir azar işiterek çektim. Kendisinden defalarca özür diledim. Fakat bu özür dilemelerden duyduğum mahcubiyeti hiç unutamam, hatırladıkça da yüzüm kızarır. Ama böylece kendisine, verdiği bu muaşeret dersi dolayısıyla daima minnettar oldum.
Sonraki yıllarda O İstanbul’da yaşadığı, ben de oraya sık gidemediğim, gittiği zamanlarda da kendisini rahatsız etmiş olmaktan çekindiğim için, Orhan Şaik Beğle yüz yüze görüşmek kısmet olmadı.
Nur içinde yatsın; Tanrı rahmetini üzerinden eksik etmesin!