Ana Sayfa 1998-2012 Alparslan Türkeş

Alparslan Türkeş

NİSAN ayı, birçok milliyetçiyi yitirmek bahtsızlığına uğradığımız bir ay. Söz gelişi, Cafer Seydahmet Kırımer’i, Remzi Oğuz Arık’ı, Mareşal Fevzi Çakmak’ı, Necati Torun’u, Erol Güngör’ü, vb. bu ayda sonsuzluğa uğurlamıştık. O acı olaylar, baharın başlangıcı olan, bundan dolayı içimizi sevinçle doldurması gereken bu günleri gölgeliyor.

Türk milliyetçiliğini dergi sayfalarından, dernek odalarından çıkarıp siyasî bir hareket durumuna getiren, Türk milliyetçiliğinin ve Türk dünyasının önderi ve ‘Başbuğ’u olan rahmetli Alparslan Türkeş de bir Nisan başlangıcında uçmağa varmıştı. Yitirişimizin yedinci yılında O’nu saygı ve özlemle anmak, bütün Türkçüler için kaçınılamaz bir görev. Ülkemizin içine düşürüldüğü olumsuzluklar içinde O’na duyduğumuz ihtiyaç her geçen gün daha da artıyor. Onu insan olarak, önder olarak daha çok özlüyoruz.

•••

Alparslan Türkeş, Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinden Kıbrıs’a göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak, 25 Kasım 1917 günü Lefkoşe’de doğmuştu. Babası Ahmet Hamdi Beğ idi. İlk ve orta okulları doğduğu şehirde okuduktan sonra İstanbul’a göçtüler ve O, 1933 yılında Kuleli Askerî Lisesi’ne girdi, ardından Harbiye’ye geçti ve orayı 1938’de bitirdi. Aynı yıl başladığı Piyade Atış Okulu’nu da bitirerek 1940’da teğmen rütbesi ile orduya katıldı. Daha sonra Harp Akademisi’ni tamamlayarak ‘kurmay’ oldu. Ardından başarı dolu bir askerî hayat yaşamağa başladı. Yurt dışı görevlerde ordumuzu ve ülkemizi temsil etti. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinde etkin rol alarak darbeden sonra kurulan ‘Millî Birlik Komitesi’nin üyeliğine ve Başbakanlık müsteşarlığına getirildi. 13 Kasım 1960’ta gerçekleştirilen bir iç darbe ile Komite’den uzaklaştırıldı ve ‘müşavir’ olarak Hindistan Büyükelçiliği’nde görevlendirildi. Yurda 1963 yılında döndü ve CKMP’ne girerek 1965’te siyaset hayatına adım attı. Çok geçmeden Parti’nin genel başkanlığına yükseldi. Kurmaylık ve önderlik yeteneği ile kısa sürede egemenlik kurduğu bu partiye ‘milliyetçi’ bir nitelik kazandırdı ve adının Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmesini sağladı. 1969’da Adana milletvekilliğine seçildi ve bu görevi sırasında koalisyon hükûmetlerinde başbakan yardımcılığı yaptı. Milletvekilliği yeni bir askerî darbenin yapıldığı 12 Eylü 1980’e kadar sürdü. O tarihte tutuklandı, uzun süre tutuklu kaldı, yargılandı ve aklandı. Fakat konulan yasak dolayısıyla 1987’ye kadar siyasetten uzak kaldı. Yasağın kaldırılmasından sonra MHP’nin yerine kurulmuş olan Milliyetçi Çalışma Partisi’ne girerek oranın genel başkanlığına getirildi. 1991 seçimlerinde yeniden milletvekili seçildi. Adı yeniden MHP’ye dönüştürülen Partisinin önderliğini uçmağa varışına kadar sürdürdü. Bu dönemde bilge bir siyasetçi olarak iç ve dış çevrelerde büyük saygınlık kazandı. Özellikle dış Türklere yönelik çalışmaları ile ilgi çektı ve yalnız Türkiye’nin değil Türk dünyasının da ‘başbuğ’u oldu.

•••

Alparslan Türkeş’i 195l yılından başlayarak 68 sayı çıkan haftalık Orkun dergisindeki yazıları ile, gıyaben tanımıştım. Asker olduğu için yazılarını Kazganoğlu iğreti adı ile yazıyordu. Ama o yıllarda Türk Milliyetçiler Derneği’nin genç üyeleri olan bizler, iğreti adlı yazıları kimlerin yazdığını, Derneğin yöneticisi olan ağabeylerimizden öğrenebiliyorduk. Yine aynı dergide yayınlanan “1944-45 Irkçılık-Turancılık Dâvası” adlı yazı dizisinde ve o dâva ile ilgili anılarda da, dâvanın 24 sanığından biri olarak, O’ndan sıkça söz ediliyordu.

Türkeş ile yüz yüze tanışmam 1959 yılında Ankara’ya atanmasından sonra mümkün oldu. Genellikle Nejdet Sançar Beğin evinde karşılaşırdık. O’nun ve Nejdet Beğin evine sıkça gelen öteki Türkçü ağabeylerin ülküye ilişkin sohbetlerini, günün sorunları ile ilgili bilgi ve görüş alış-verişlerini, tartışmalarını büyük bir zevk ve merakla dinlerdim.

Yüreği millet ve yurt sevgisi ile dolu olan bu genç subay nezaketi, kibarlığı, engin bilgi birikimi, sorunlara vukufu ve olayları yorumlama gücü ile üzerimde derin etkiler bırakırdı. Bunlar, tabiî olarak, kendisine derin bir sevgi ve saygı duymama sebep olmuştu. Böylece başlayan ilişkilerimiz 27 Mayıs 1960’a kadar aksamadan sürdü. O tarihten sonra, üstlendiği çok önemli devlet görevleri dolayısıyla pek az görüşme fırsatı oldu. 13 Kasım 1960’da Hindistan’a gitmek zorunda bırakıldığı için bağlantımız kopmuştu. Hindistan’dan dönüşünden sonra daha sık görüşebilme fırsatları bulduk.

1964 Şubatında bir yıl kalmak üzere Amerika’ya gidecektim. Evdeşim ile birlikte evlerine veda ziyaretine gittik. Kendisi ile merhume evdeşi Muzaffer Hanımın büyük ilgisine mazhar olduk. Bana gideceğim, kendilerinin uzun süre kalmış bulunduğu o ülke hakkında çok değerli bilgiler verdiler, öğütlerde bulundular. Ankara’da bırakacağım evdeşim ve çocuklarım ile ilgileneceklerini, herhangi bir sorunları olursa onları çekinmeden kendilerine duyurmalarını tembih ettiler. Yurt dışında olduğum sırada Muzaffer Hanımın birkaç kez telefonla arayıp hal-hatır sorduğunu ve bir ihtiyaçları olup olmadığını öğrenmek istediğini dönüşümde evdeşimden öğrenmiş, çok mutlu olmuştum.

Rahmetlinin 1965’te siyasî hayatın yorucu çalışmaları içine girmiş bulunması, siyasete ilgi duymayan benim kendisi ile olan ilişkilerimi, ister istemez, oldukça seyrekleştirdi. O dönemlerde ya bir ortak dostumuzun evinde, ya bir düğün veya toplantıda, ya da 03 Mayıslarda veya benzeri vesi-lelerle kendisinin düzenlediği ve çağırmayı aksatmadığı yemeklerde karşılaşıp kısa görüşmeler yapar olduk.

Ancak, 1970’li yılların birinde, dâveti üzerine Or-An’daki evine Türkçü ağabeyler ve evdeşlerimizle birlikte yaptığımız ziyareti unutabilmek mümkün değil. O dönemde, Ankara’daki Türkçüler olarak aylık çaylı sohbet toplantıları düzenliyorduk. Her ayın bir cumartesi günü, öğleden sonra birimizin evinde toplanıyor, millet ve yurt sorunları üzerine sohbetler ve tartışmalar yapıyorduk. O sırada başbakan yardımcısı olan Türkeş bu toplantılarımızı duymuş, bir toplantının da kendi evinde yapılmasını istemişti. Toplantılarımızın birinde rahmetli Yılanlıoğlu dâveti bize duyurdu. Bu çağrısı bizi çok sevindirdi. Bir sonraki toplantıyı O’nun evinde yapmağa karar verdik. Belirlenen günde evine, evdeşlerimizle birlikte gittik. Toplantıya katılanlar arasında, hatırlayabildiğim kadarı ile, kendilerine uzun ömürler dilediğim Zeki Sofuoğlu ve Halûk Karamağaralı beğler ile şimdi hepsi de rahmetli olan Ali Çankaya, Hikmet Tanyu, Ismail Hakkı Yılanlıoğlu, Mustafa Hacıömeroğlu, Necati Torun beğler ve eşleri vardı. Bize iltifatlarda, ikramlarda bulundu. Uzun süredir görüşemediği Türkçü dostları ile bir araya gelmek O’nu da çok mutlu etmişti. Kendisi ile ülkenin o yıllarda içinde bulunduğu sorunlarla ilgili çok yararlı sohbetler yaptık. Özlem giderdik. Görüşmemiz gün kararıncaya kadar sürdü.

1965-97 arasında kendisi ile sık görüşemesem de çalışmalarını daima takdir ve gıpta ile izledim. Siyaset hayatında önüne çıkarılan engelleri ustalıkla ortadan kaldırıp milliyetçiliği edilgin bir fikir olmaktan çıkarıp siyasî hareket durumuna dönüştürme çabalarını ilgi ile gözlemledim. O sıradan bir asker değildi, sıradan bir siyasetçi de olmadı. En hızlı muarızlarının, hattâ düşmanlarının bile saygısını, takdirini kazanmayı başardı.

Türkeş’in en önemli ve başarılı çalışmalarından biri, bana göre, ülkücü gençlik hareketini başlatması ve başarıya ulaştırması olmuştur. O sayede millet ve yurt sevgisi ile yoğurulmuş, millî dâvalara sahip çıkan genç kuşaklar yetişti. Milliyetçi hareket, ondan dolayı hiçbir siyasî kadroda bulunmayan insan gücüne sahip oldu. Onların çoğu devlet hayatının önemli unsurları olarak milletlerine hizmet görevlerini yerine getirdiler ve getiriyorlar.

Ayrıca, çok yoğun çalışmalar arasında, yirmi kadar da kitabı yayınlandı. Dokuz ışık; 1944 milliyetçilik olayı; Türkiye’nin meseleleri; Yeni ufuklara doğru; 13 Kasım, 21 Mayıs ve gerçekler; Temel görüşler onlar arasındadır.

O, siyasî tavır ve davranışları ile örnek bir önder olmuş, ülkücü gençliğin kendisine armağan ettiği Başbuğ sanına tümüyle lâyık bir tutum sergilemişti. ‘Emr-i Hakk’a uyarak 04 Nisan 1997’de aniden aramızdan ayrılışı, milletimiz, siyaset hayatımız ve Türk dünyası için büyük bir kayıptır. Bunun onulmaz acısını daima yüreğimizde hissediyoruz. Aynı acıyı büyük sevgi gösterdiği ve saygılarını kazandığı Türk dünyası topluluklarının da duymakta olduğuna eminim.

Günümüzün Türkçü kuşaklarına ve ülkücü gençlerine O’nun anısını yaşatmak konusunda önemli görevler düşüyor: Sevgili ve rahmetli Başbuğ’un yükselttiği milliyetçilik bayrağını yükseklerde tutmak ve Türklüğe hizmetten her türlü ‘ahval ve şerait’ altında geri kalmamak! Milletimiz şu bunalımlı günlerde böyle çabalara her zamankinden daha çok muhtaçtır. Ülkemizin ve milletimizin içine sürüklendiği acıklı durum, ülke yöneticilerinin Türklüğü utandıran, duyarsız eylem ve davranışları, kuşkusuz O’nun ruhunu da azap içinde bırakmaktadır. O’nu bu azaptan kurtarmak, ruhunu şâd etmek için çizdiği yolda yılmadan ilerlemek gerekir.

Durağı uçmak olsun!
 

Orkun'dan Seçmeler