Ali Bey Hüseyinzâde Türk millî ideolojisinin yaratıcılarından biridir. Geçen asrın başlarında Rusya tarafından işgale uğrayan Azerbaycan’da halk, istilâya karşı mücadeleye başlamış, genellikle işgalcilerle yıldızı bir türlü barışmamıştır. Tabiî ki, bu mücadele gizli bir biçimde yürütüldüğünden ve işgal güçlerinin mukayese edilemez derecede üstünlüğünden dolayı uzun müddet bir netice vermemiştir.
Halkın, istiklâl mücadelesinin yüksek seviyede teşkil edilebilmesi için, öncelikle mücadelenin büyük ideologlarının, fikir adamlarının yetişmesi şarttı. Bu şart, uzun zaman beklenmedi. Geçen asrın ortasında Azerbaycan ruhu M.F. Ahundov dâhisini yetiştirdi. Mirza Feteli Ahundov yalnız başına yeni devirde ilk defa halkın esaret ve kölelikten kurtulması için büyük ideolojik işe başladı. O, bütünüyle şarkın, o cümleden Türk ve Müslüman halkların mahkûm ve köle durumunda kalmalarının sebebini her şeyden evvel onların medenî geriliğinde yeniliklerden bîhaber olmalarında gördü ve buna göre de ilk anda ilim ve irfan sahibi olmayı, ilim ve sanayide gelişmeyi başlıca maksat olarak ortaya koydu. Onun “maarifçilik” olarak ortaya koyduğu düşüncesinin temelini, batı dünyasının ulaştığı düzeye ulaşmak, başka bir ifadeyle “Avrupalılaşmak” oluşturuyordu.
M.F. Ahundov’un ileri sürdüğü “Avrupalılaşmak” fikri, o devir için millî gelişmenin, bütün özünü oluşturuyordu. Ondan sonraki 50-60 yıl içinde maarifçilik hareketi bu istikamette mühim gelişmeler kaydetti. Avrupa tarzında edebiyatın, diğer sanatların, (musıkî, tiyatro, resim) tahsil sisteminin, sosyal ve medenî cemiyetlerin formlaşması işleri başarıyla yürütüldü.
M.F. Ahundov’un esaslarını ortaya koyduğu gelişme düşüncesi yaşadığı devir için önemli olsa da, tamamlanmamış ve zıtlıkları olan bir düşünce idi. Yani gelişme dendiğinde, bunu tek taraflı ele alıp yalnız Batı medeniyetine kavuşmak ve aynı zamanda Doğu’dan uzaklaşmak şeklinde anlıyordu. Buna göre Ahundov’da millî ideolojik faktör esas yeri tutmuyordu.
Buna rağmen, onun ardından gelen ideologlar, -Hasan Bey Zerdabi, Ali Bey Hüseyinzâde, Ağaoğlu Ahmet, Mehmet Emin Resülzâde- Ahundov’un bu tek taraflı görüşlerini ortadan kaldırdılar.
Bilindiği gibi, yüzyılın başında Bakü’de çağdaş medenî hayat ve millî sermaye teşekkül etmişti. Bu ise millî ideolojinin ortaya çıkması ve yayılması için uygun zeminin oluşması demekti. Gazeteler, dergiler neşredilmeye, birçok yeni okul açılmaya, dernekler kurulmaya, aydınlar arasında millî hayatın çeşitli alanlarına dair sosyal muhtevalı görüşmeler yapılmaya başlandı. Bütün bunların ortaya çıkmasının önemli sebeplerinden biri de Rusya’da 1905-1907 yılları arasında başlayan burjuva devrimi ve bu devrim sayesinde elde edilen belirli demokratik halkların kazanılmasıydı.
Hemen hemen aynı devirde (1904) Türkiye’den Bakü’ye gelen Ali Bey Hüseyinzâde, coşkun bir sosyal hayatın içine atılıyor. 1905 yılının Haziran ayından itibaren “Hayat” adlı bir dergi neşretmeye başlayan (Hacı Zeynel Tagıyev tarafından finanse ediliyordu) Ali Bey Hüseyinzâde, ilk devirden itibaren iyice farkına vardı ki, Rusya’da başlayan bu devrim, imparatorluk sömürgeleri için, sadece sosyal-siyasî karakterli değil, aynı zamanda millî ideoloji için uygun bir zemin oluşturacak yapıdaydı. Diğer devrimlerden onun derin farkını açıklayan Hayat dergisi “Şu hususu hatırımızda tutmalıyız ki; Rusya’nın değişimi Frengistan’ın inkılâplarından çok daha şiddetli ve kanlı olacaktır. Rusya’nın değişimi bir siyasî hâdise olmadığı hâlde, belki siyasî ve millî değişim olması için akla hayâle gelmeyen ve hiçbir tarihte görülmeyen hâdiseler olacağını düşünmemize kimse hata demesin”. Bunun hemen ardından gazete “Bu günlerde Rusya’da ve Kafkasya’da büyük büyük hâdiseler ortaya çıkabilir, ama bizler gafil olmuş olabiliriz. (Hayat Gazetesi-29 Temmuz 1906. s.141).
Azerbaycan sosyal hayatında ilk defa olarak, açık bir biçimde hürriyet, adalet, müsavat, ilkelerini ortaya atan Hayat gazetesi, Ali Bey Hüseyinzâde tarafından millî düşünce ve terbiye okuluna, aydınlar ocağına çevrildi. Gazetenin birinci yıl dönümünde yazdığı makalede, gazetenin üstlendiği misyonu hatırlatarak “Hayat gazetesi tesadüfen böyle bir zamanda ortaya çıktı, feryada başladı ki, Türk ve Müslüman cemaati de diğer halkların uyandığı bir zamanda uyansın. Yoksa yatanların, uyananların ayakları altında kalarak ezilecekleri kaçınılmaz bir son olacaktır.” (Hayat 9 Temmuz 1906).
Hayat’ın ilk sayısında “Gazetemizin meslek adabı” adlı program makalesinde Ali Bey Hüseyinzâde tanıyan ve bilen millet ancak kurtuluşa ulaşabilir. Yani her kavim ve millet kendi diline, dinine, tarihine, âdet ve ahlâkına, kendinin bütün geçmişine hattâ geleceğine sahip olmalıdır. Kurtuluşun tek yolu budur (Hayat 7 Temmuz 1905)
İlk önce mensup olduğu halka kendini tanıtması maksadını ortaya koyan Hüseyinzâde, bu alanda bizdeki ancak durumdan söz ederdi. Onun büyük hizmetlerinden biri, o zamana kadar “Tatar, Müslüman, Kafkaslı, Kafkas Tatarları” gibi adlarla anılan Azerbaycanlıların aslen TÜRK olduklarını ortaya koyması ve cemiyete kabul ettirmesidir. Hayat gazetesinin ilk sayısından itibaren bölüm bölüm neşredilen “Türkler Kimlerdir ve Kimlerden İbarettir?” eserinde “Türk Dilinin Medenî Vazifesi” “Yazımız, Dilimiz, İkinci Yılımız” “İnkâr Ediyoruz, inkâr ediliyoruz” ve bir çok başka makalelerinde o, Türkçülüğün ilmî esaslarını vermiş, geniş yönlü faaliyeti ile Türkçülüğü medenî bir hareket seviyesine ulaştırmıştır. Bu medenî hareket, sonraları Ali Bey’in çıkardığı derginin adı olan “Füyuzatçılık” olarak adlandırılmıştır.
Millî benlik şuurunun bilhassa aydınlar arasında son derece düşük bir seviyede olduğunu teessüfle yazan Ali Bey “Dilimizi, milliyetimizi, tarihimizi, tarihime şan ve şeref veren kahramanlarımızı, dinimizi bilinen sıfatlarla lekelemek isteyen garaz ve kin dolu yazılara, rakiplerimiz, çok kere de, biz kendimiz aldanıp, inanıyoruz, bunların ne niyetle ve ne maksatla yazılmış ve yazılmakta olduğunu bilmiyorum. Türklükle iftihar ettikleri hâlde kim ve kimlerden ibaret bulunduğunu bilmeyen ne kadar Türk yazarlarımız vardır” (Hayat 7 temmuz 1905).
Uzak Sibarya’dan, Afrika’nın büyük sahrasına kadar geniş bir araziye dağılmış bulunan Türklerin bir zamanlar güçlü devletler kurmalarına, az daha dünyanın yarısını feth etmesine, ilim ve medeniyet sahasında büyük başarılar elde etmiş bir millet olmasına rağmen, bir kaç asırdan beri yeteri kadar gelişmeyi yakalayamamalarını, bazı Türk halklarının fikir dünyasının en adî normlarını bile anlayamamalarını yazan Ali Bey, bu durumdan kurtulmanın yollarını arıyordu. Onun fikrince 20. y.y ilk yılları için bu meseleden en uygun çıkış yollarından biri, az çok gelişmiş, yükselmiş Türk halklarının geri kalış ırkdaşlarının medenî yükselişine her yönlü yardım etmektir. Bu düşüncesi ile o, Türk birliği maksadını ortaya koyuyordu. Bunun için ise ilk önce, Ali Bey’in fikrince dilde birlik sağlamak, daha doğrusu, genel Türk edebî dilinin (burada ise, şüphesiz, eski alfabe ve yazı-imlâ başlıca şarttır) yaratılması gerekir. Bütün Türk dünyasını çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak hakkında düşündüğüne göre Ali Bey, öyle hesap ediyordu ki; her Türk halkı, kendini bütünün bir parçası, aynı soya ve köke bağlı bir ırk gibi anlamalı, fikirde, dilde ve işte birliğe can atmalıdır. Onun ileri sürdüğü “Türkleşmek” ilkesinin genel mânâsı bundan ibaretti. Bu, bazen değindiği gibi başka milletlere, halklara karşı koyan, onları asimile etmeyi düşünen dar bir milliyetçilik anlayışı değildir. Türk halklarının birliğini arzu eden, insanî vasıflar taşıyan bir milliyetçilik anlayışıdır.
Bilindiği gibi, Ali Bey Hüseyinzâde millî dirilişimiz için Türkçülükten başka iki önemli şart daha koyuyordu. Meşhur üçlü düsturu daha 1905 yılın Temmuz ayında Hayat gazetesinin ilk sayısında açıklayan Ali Bey, bir yıl sonra “Füyuzat” dergisinde açıkça “tuttuğu yolun, Türkleşmek, Müslümanlaşmak ve Avrupalılaşmak” olduğunu yazdı. “Türklüğüyle gurur duyan, İslâm dinini iyi bilen ve Avrupa medeniyeti ile uyuşan insan olmaktır”.
Millî duygularını korumakla birlikte, halkın dinî itikat ve inancının nasıl olursa olsun korunmasının gerçek önemini güzel anladığına göre, selefi M.F. Ahundov’dan farklı olarak Ali Bey kesinlikle inanıyordu ki; “Bizim için İslâm dışında bir yol yoktur” onun fikrince bunu “geçmişte putperest ve ateşperest olan ecdadımız idrak ettikleri için İslâm dinini kabul etmişlerdi. Ancak İslâm hikmetine vakıf olmalıyız ve hikmetinden feyiz almamıza, nuru ile yadınlanmamıza engel olan mânileri ortadan kaldırmaya gayret etmeliyiz (Hayat 7 Temmuz 1905. Sayı 1).
İslâm’a Panhristiyanizm açısından yanaşanların yanlışları yüzünden bu din hakkında ne kadar yanlış düşüncelerin yayıldığını göre Ali Bey, bu alandaki yanlış düşünceleri, tahrifleri ortadan kaldırmak için bir hayli çalışmıştır. “Milliyet ve İslâmiyet” adlı eserinde o, İslâm’ın dinî açıdan üstünlüklerini açıklayıp “İslâmiyet’in maksadı insanın bağımsızlığıdır. Çünkü İslâmiyet öyle bir dindir ki, millet ve milliyet tanımaz, Kelime-i Şehadet getirip, ona inananlara, resimsiz, şekilsiz, yoldaşsız bir Allah’a iman edenlere bir ümmet gözü ile bakar. (Hayat 9 Nisan 1906 Sayı 77). Demek ki, o, dinimizde Totalitarizm meyillerinin olduğu iddiasını kesinlikle kabul etmiyor.
“İslâma hak ile dost olmak” görevini korumakla beraber, Ali Bey aynı zamanda kayd ediyordu ki; “Bir kaç asırdan beri İslâm âleminin gerilemesi ve bu müddet zarfında Batı âleminin hayli ileri gitmesi mizi becbur ediyorki, bir taraftan, Avrupa’nın medeniyet ve sosyal hayatında elde ettiği başarılara mümkün olduğu kadar çabuk ulaşabilelim. Diğer taraftan, İslâm’ın kendinde muhafazakârlıktan ve Ortodoksluktan uzaklayıp, ona reform motoru gibi yaklaşalım.
Avrupa’ya nasıl yetişebiliriz? Bu konu ortaya atıldığında Ali Bey’in çağdaşlarından farklı şekilde düşündüğü ortaya çıkar. Avrupa’yı idealleştirmeyi ve bunu bir prestij olarak görmeyi asla kabul etmiyordu. “Avrupa’dan esen bütün rüzgârları hattâ zehirli rüzgârları bile bir şifa bahş edilmesi olarak görenlere o “bu meselede dahi zehire aldanmayıp, batı medeniyetinin din ve milletlere değil, belki bütün insanlığa ait esaslarını İslâm’a uygunlaştırmakla milletimizin gelişmesi için kullanabiliriz” diyor ve “Türkün ihtida edip Frenkleşmesi Frenklerin, ya da mürtedilerin gelişmesi demektir, yoksa Türk’ün ya da Müslümanın gelişmesi demek değildir” diye ekliyordu.
İslâm’ın asırlar boyu resmî enstitüleri ve fonksiyonları tarafından gittikçe monopole alınması ve kütle tarafından onun cihanşumül özelliğinin değil, ancak görünüşteki konferansyonal yönlerinin benimsenilmesi Ali Bey’i oldukça rahatsız ediyordu. Ve bu da onun Ortodoksluğa karşı çıkmasının esas sebebi idi. Hristiyan âleminde ortaya çıkan mühim değişikliklere rağmen, Müslüman âleminin tembelliği onu çok fazla üzüyordu. “Müslüman âlemi bu inkılâpların hiç birinden müteessir olmuyor, durağan hâlinde devam edip duruyor… Dinî inkılâp yeni mezhep çıkaramıyor, dini azınlığın elinden kurtarıyor, genelin malı hâline getiriyor. Böylece gelişmenin önü açılıyor. Protestanlık bunu yaptı. Protestanlık yeni mezhep değildir. onun kurucularından biri olan Luther, ne peygamberlik ve ne de mukaddeslik iddiasında bulunmadı. O zat İncili her milletin anlayacağı dile tercüme ettirip, herkesi okuyup anlamakta hür bıraktı. Bugün Protestan memleketlerinde İncil’i okuyup anlayamayan hiç kimse yoktur. Bu durumun, Kur’an-ı Kerim’in anlamından habersiz bırakılan Müslümanlara da uygulanması gerekir. Elhak, geri kalmışlığımızın esbabından biri budur”. (Füyuzat 1907 Sayı, 19)
İslâm’ın derin reformlara ihtiyacı olduğuna inanan Ali Bey, İslam’ın modernizasyonu yolunda ilk adım olarak ve İslâm âleminde ilk defa, Kur’an-ın tercümesi meselesini ortaya atmıştır.
Avrupalılaşmak, düsturunu müdafaa ve tebliğ ederken, Hüzeyinzâde bu meselede çok açık ve esaslandırılmış bir mevkide bulunmuştur. O bunu, medenî yönden gelişmiş batının doğuyla ilişkide yürüttüğü emperyalist politikasına karşı en önemli araç olarak görüyordu. “Kazablanka Faciası ve Osmanlı İran Komedisi” adlı eserinde o, düşündüklerini “Şimdi bize diyorlar ki, madem ki, İngilizler, Frenkler, filânlar böyle imişler, ne için “Füzyuzat”ınızda onlara baş vuruyorsunuz? Kâh Gothe’nin “Faust’unu, kâh Şekspr’in’in “Jül Sezar’ını kâh ne bileyim hangi Avrupalı’nın eserini ortaya çıkarıyorsunuz? Avrupalılaşalım, Frenkleşelim diyorsunuz? Lâkin, müracaatdan müracaata fark vardır. Biz Avrupalıların edebiyatına, sanayilerine, ilim ve mariflerine, keşfiyat ve ihtiraslarına müracaat etmek istiyoruz; kendilerine değil. Biz isteriz ki, İslâm ülkelerine onların beyinleri, dimağları girsin, boğazları mideleri girmesin. Biz isteriz ki, ülkemiz onların beyinlerini hazmetsin, yoksa midelerinde hazmolunmasın. Bugün, onların midelerinde hazımolunmamak için bir çare varsa, o da onların imalâtı dimağlarını alıp hazmetmekten başka bir şey değildir şeklinde açıklıyordu.
Türkçülük, İslâmcılık, Avrupalılıktan ibaret gelişme çizgilerinin her birinin ayrılıkta ve birlikte millî kurtuluşumuz için müstesna önemini ısrarla vurgulayan Ali Bey Hüseyinzâde, millî ideolojinin esaslarını daha asrın başlarında mükemmel şekilde açıklamıştır. Sonradan bir ideolojik zemin, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin resmî ideolojisini oluşturmuştur.
Aynı zamanda o, imparatorluğun dağılacağını, başka halkalarla beraber Azerbaycan’ın da bağımsızlığına kavuşacağına inanıyordu. 1905 yılında bunu önceden haber vererek “Biz bir sevk-i tabiî ile, değişmesi mümkün olmayan bir hükm-i kaderle, bütün dinlerin, bütün hakların ve milletlerin gittiği yola gidiyoruz. O yolun sonu karanlık ve dikenli ise de ilerisi ışık ve çimenliktir. Zulmet yerine nur, esaret yerine hürriyet, keyfî zulüm idaresi yerine meşrutiyet, anayasa, cemaat ihtiyaratı, kaim oluyor… Neva sahilinden yüz milyon insanın üzerine atılan zincir kırılıyor…”
Ali Bey Hüzeyinzâde’nin bu derin inancı bugün bize geçebilirse, yakındır ki, selefimizin lâyıklı evlâtları, devamcıları olduğumuza emin olabiliriz.