3 Kasım 2002 seçimleri galibi AK Parti hükümeti ve parti yetkililerinin çok hızlı bir trafikle 12 Aralık 2002 Kopenhag zirvesi öncesi yaptıkları dış gezi ve temaslar maalesef tek taraflı verilen tavizlerin ötesinde Türk Milletine bir kazanım olarak dönmemiştir.
12 Aralık 2002 Kopenhag’da sinirler iyice gerilmiş, taraflar birtakım ayak oyun-ları ve baskılarla KKTC Türk Varlığı üzerindeki tezgâhlarını sürdürmüşlerdir.
Neticede Türkiye’nin AB kapısında bekletilmesinde bir sebep teşkil etmemesi gereken KKTC için BM Kofi Annan dayatma plânının kayıtsız şartsız kabulü (KKTC Dışişleri ve Savunma Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu’ na plânın iyi niyet göstergesi olarak imzalatılması) için yapılan zorlamalar ve baskılar sonuç vermemiştir.
Verilen birtakım sözlerin etkisiyle olsa gerek ki bazı yetkili –yetkisiz kişilerin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı müzakerelerden kaçmakla suçlamasına yol açmıştır.
Müzakere tarihi verip vermemeyi görüşmek üzere bir tarih, bir randevu vermeleri için peşinden dolanıp durduğumuz AB yetkilileri 2005 Temmuzu yerine aslanlar gibi kükreyen siyasetçilerimize isteklerinin kabulü şartıyla 24 Aralık 2004 gibi bir tarihten bahsetmeye başladılar.
•••
International Herald Tribune 11 Aralık 1999 Helsinki ertesinde: “- AB Türkiye’ye adaylık statüsü verirken; ağır şartlar empoze etti ve görüşmelerin başlaması için hiçbir tarih vermedi…” diye gelişmeleri değerlendiriyordu.
O tarihlerde ise (11-12-13 Aralık 1999) Türk Basınının manşetlerinde: “- Artık Avrupalıyız”; “- Avrupa’ya Katılımın Resmi”; “- Mutlu Sonun Öyküsü”; “- Beklenen Sonuç: Avrupa’dayız!..”; “- Türkiye en cazip aday”; “- Türkiye Rüzgârı” vb ifadelerle sanki bir zafer kutlanıyordu.
•••
Ecevit’in: “- İçime sindiremedim ama imzaladım..” dediği o gece; Javier Solana gece yarıları Ankara’ya gelip sabaha karşı Finlandiya’ya dönmüş, Liponnen Mektubu Ankara’yı ikna etmeye yetmişti
Kıbrıs’ta bugün karşılaştığımız tablo Helsinki’de 1999 Aralığında ortaya çıkmıştı. Kıbrıs’ın AB üyeliğine Türkiye’yi bay-pas ederek kapılar açılmış, buna karşılık Türkiye’ye “müzakere tarihi” verilmemişti. Yalnızca Lüksemburg’ da geri alınan bir “AB perspektifi” Türkiye’ye yeniden iade edilmişti. Dolayısıyla Helsinki bir başlangıç yada 1963 de verilmiş olan bir “perspektife” geri dönüştü yalnızca.
Ve de birtakım takıntıları da (Ege- Kıbrıs sorunlarını Türkiye ve Yunanistan’ın 2004’e kadar çözmeleri, aksi hâlde Lahey Adalet Divanına konunun taşınması gibi) kuyruğuna takmıştı.
•••
The Economist dergisinden bir çeviri “Türkiye’nin Yeni Rolü”. Atina’da yayınlanan ETNOS Gazetesi yazarı Nikos Meletis yazmış. Belgeden bir alıntı (Cumhuriyet Gazetesi 18 Eylül 2001 6.sayfa)
“Yunanistan Helsinki’de yapılan Avrupa Birliği (AB) zirvesinde Avrupa Birliği (AB) – Türkiye ilişkilerinin gelişmesinin Kıbrıs konusuna bağlanmasını ve Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki isteklerinden vazgeçmesini başarmıştır. Türkiye bu gelişmelerden sonra kendisini köşeye sıkışmış buldu. Çünkü Türkiye gerek Türk-Yunan ilişkileri, gerek Kıbrıs konusu, gerekse Türkiye’deki insan hakları ve azınlık hakları konularında adımlar atması için yoğun baskı altına alınmıştı.”
10/11 Aralık 1999’da Helsinki de yapılan AB zirvesine Türkiye’yi temsilen Bülent Ecevit, İsmail Cem ve M. Ali İrtemçelik katılmış ve zirvede alınan kararları kabul edip imzalamışlardı.
•••
13 Aralık 2002 Türkiye’de Kopenhag seferi ve kararları bir zafer olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. 12 Aralık öncesi Ak Parti genel başkanı Erdoğan’ı kabul eden Danimarka Başbakanı görüşmeden sonra “- 12 Aralık’ta Kopenhag da AB zirvesinde Türkiye için iyi bir çözüm bulunur” dedi.
TBMM geceli gündüzlü çalışıp 12 Aralık 2002 öncesi “AB Uyum (teslim)Yasalarının” büyük bir kısmını acele ile meclisten geçirip AB’li dostlarını mutlu etmeye çalıştı.
Ne yazık ki dostları mutlu edemedik!…
•••
12 Aralık 2002 Kopenhag zirvesinden çıkan sonuç bizce beklenen hezimettir. Gerçekleri ters yüz etmekte usta olan çevreler bu sonucu da bir zafer olarak Türk Milletine yutturma gayretlerini hemen sergilemekte gecikmediler.
•••
Kopenhag zirvesinde gündeme getirilen; sırtımızın sıvazlanmasının, istiskalle karışık biraz da pohpohlanmamızın ötesinde Kıbrıs’ın pazarlanma girişimidir.
Ne yazık ki AB’ne girmek için değil; AB kapısında her şeyi fedaya hazır bir ruh hâliyle dolanıp, bu ince ve uzun yolda yalnızca bir “müzakere tarihi” almak için Kıbrıs’ta her şeyi pazarlamayı doğal sayan bu zihniyet taraftar ve savunucu bulabiliyor.
•••
AB, Türkiye’ye tarihin tarihini vermiştir.
2004 yılı Aralık ayı sonunda Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğimize eğer lütfedip de karar verilirse “mümkün olan en kısa sürede” müzakereler başlayacak. Bunun anlamı Türkiye AB bekleme odasında daha çok bekleyecek demektir.
Kayıtsız şartsız AB tezini savunanlar için bu karar bir zaferdir. Bu karardan hemen olumlu sonuçlar çıkartmaya başlamışlardır.
•••
12 Aralık 2002 öncesi AKP genel başkanı Erdoğan’ı iltifatlara boğan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in: “- 12 Aralıkta, Kopenhag’daki AB zirvesinde Türkiye için iyi bir çözüm bulunur” sözlerini sarf etmeden çok önceleri verilmiş bir demeci vardı.
Rasmussen bu demecinde: “- Ben başbakan bulunduğum müddet içinde,Türkiye AB’ne tam üye olamaz” demişti.
Rasussen’in bu birbirinden oldukça farklı iki beyanı hakkında kendi kabinesindeki bakan arkadaşlarından ve basından birtakım tepkiler ve de sorulara muhatap olduğunda verdiği cevap AB ahlâkının tipik örneğidir.
“- Tayyip Erdoğan’ın bana gelmeden önce ziyaret ettiği başbakanlarla konuştum . Hemen hepsi ayni üslûbu kullanmışlar!.. Ben de öyle yaptım…”
•••
Avrupa Anayasasını hazırlayan konvansiyonun Fransız Başkanı (Fransa eski Cumhurbaşkanı) Valery Giscard d’Estaing Türkiye’yi AB içinde istemediğini 8 Kasım 2002 tarihli Le Monde gazetesindeki söyleşisinde açıkca itiraf etmişti.
“- Türkler yabancıdır, onlarla çalışamayız!..”
“- Türkiye’nin başkenti ve nüfusunun yüzde 95’i Avrupa’da değildir. Türkiye’yi almak, AB’nin sonu olur!..”
Valery Giscard d’Estaing’in bu sözlerine sureta tepki gösteriyormuş havasındaki AB liderlerinin ağizlarında geveledikleri: “- Bu d’Estaing’ in kişisel görüşleridir. Türkiye’ye adaylık statüsü verilmiştir. Şartları yerine getirirse üye olabilir. Aksi hâlde üye olamaz!..”
Satır araları okunduğu ise bu ifadelerin anlamı: “- Aslında haklısın arkadaş. Bir halt ettik, Türkiye’ye adaylık statüsü verdik. Şimdi nasıl yan çizeriz, işin içinden sıyrılırız diye debelenip duruyoruz. Öyle veya böyle, zaman içinde bir çözüm, ara yol bulup Türkiye’yi dışlayacağız, hiç merak etmeyin!..” ifadeleri sırıtmaktadır.
•••
Almanya eski Başbakanı Helmuth Kohl de işbaşındayken:”- Bana coğrafya derslerinde Türkiye’nin Avrupa’da olduğu öğretilmedi. Türkiye Avrupa’da değildir.” demişti.
AB’nin Türkiye’ye karşı bir ortak zihniyeti mevcuttur. Bakmayın siz 12 Aralık öncesi Türk medyasında şişirilen balon haberlere. Bakmayın siz Fransız ve Alman devlet yetkililerinin söylediklerini çarpıtıp Türk milletini kandırma, yönlendirme faaliyetine kendilerini kaptırmış dış destekli siyasetçi tayfasının gayretlerine.
AB bu zihniyetini devamlı sergilemektedir. Onların ifade ve beyanlarından yola çıkarak değerlendirelim ve kendimizi aldatmaktan, aldatılmaktan uzak duralım .
•••
Prof. Dr. Fritz Neumark İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde uzun yıllar maliye ve iktisat derslerine giren Alman asıllı bir öğretim görevlisi idi. Bir öğrencisinin:
“- Hocam, Avrupa bizi neden sevmez?” sorusuna gerçek bir bilim adamı haysiyeti ile verdiği cevabı ibret vericidir: “- Çok samimî olarak itiraf edeyim ki Avrupalı, Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı, Hristiyanların hücrelerine (genlerine) sinmiştir. Sebebine gelince, Müslüman olduğunuz için sevmez ama, faraza lâiklik şöyle dursun, Hristiyan olsanız da, size düşman olarak bakmaya devam eder. Sizler farkında değilsiniz, onlar şu gerçeğin farkındalar. Tarihten Türkler çıkarılırsa tarih kalmaz! Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa bugünkü tarihin yeniden yazılması gerekir. Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız. En az dört yüz yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz. Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa’yı ve Balkanları, Haçlı ve Hristiyan ülke ordularına mezar ettiler. Sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini fedâ etmeseydi, İslâmiyet bugün varlığını sadece Hicaz’da devam ettirirdi. Kaldı ki Vehhabîliği kuranlar da İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Batı, İslâmiyeti, her yerde sapık inançları kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Seadeti devam ettirdi. Kilise size kan kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır. Sizler gerçek hüviyetlerinize döndüğünüz an, Avrupa’nın medeniyeti, refahı yıkılır. Yani sizler Avrupa’nın tarihî düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız…”
(Kaynak: Hürriyet.gaz. Yalçın Bayer, Türkiye gaz. Fuat Bol 11.06.2002; Cumhuriyet gaz. Atilla İlhan 28.06.2002)
•••
Avrupa Birliği’nin (AB) aday ülkelerle ilgili ilerleme raporu 9 Ekim 2002 tarihinde yayınlandı.
Raporda Türkiye için müzakere tarihi verilmedi. AB kapısından yine nasihatle döndük!.
Bu netice bizim için bir sürpriz teşkil etmedi.
İdam, Kürtçe yayın ve eğitim gibi siyasî kriterler yerine getirilse bile Avrupa Birliği’nden takvim alamayacağımızı işin başından beri biliyor ve ifade ediyorduk.
Daha doğrusu AB yetkililerinin bu konudaki ifadelerini alt alta sıraladığımızda bu gerçek sırıtıyordu.
Raporun yayınlanması ile patlak gözlü, kurbağa bakışlı bazı zevat; AB yalakalığında ısrarlı “- yazılanlar yalan mı?” deyip vaziyeti geçiştirme gayretlerini sürdürdüler.
Avrupalı gazeteciler bile Türkiye’ye haksızlık yapıldığını “en ağır” ifadelerle yazıp AB’yi suçlarken, bizdeki bu AB yalakalarının davranışları o gün olduğu gibi bugün de ibretle izlenmesi gereken bir tablodur.
“- Aralık 2002 içerisinde Kopenhag’daki tavır değişmeyecektir. İstiskal edilen, burnu sürtülmek istenen, ders verilmek istenen bir Türkiye görmeyi arzulayan AB’nin ileri gelenleri söylüyor bunu bizler değil!..” demiştik. Teşhisimiz doğru çıktı. Ve 9 Ekim’den sonraki bu netice 12 Aralık 2002 Kopenhag zirvesinin de bir işaretiydi.
•••
AB’nin ( 9 Ekim 2002) açıklanan bu raporunda Türkiye ile üyelik görüşmelerini başlatacak tarih verilmemektedir.
2002 Haziran sonu, Temmuz başı AB komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Günther Verheugen, Frankfurter Algemeine gazetesine yaptığı açıklamada “- Kopenhag zirvesinde, Kıbrıs meselesinde yada aylardan bu yana bloke edilen NATO ile AGSP arasın-daki işbirliği konusunda olumlu bir yaklaşım sergilemesi durumunda, bunun karşılığında Türkiye’ye katılım müzakerelerinin başlatılması için somut bir tarih verilmesinin söz konusu olmadığını” belirterek; “-komisyon, siyasî amaçlı pazarlığa karşı” demişti.
Başta siyasi kriterler olmak üzere kaydedilen gelişmelere rağmen Türkiye’nin daha eksikleri bulunduğunu ifade eden Verheugen “- prensiplerimizden taviz verip taktik uygulamaya geçersek yolumuzdan saparız” diye konuşmuştu.
Verheugen’in o gün küstahça söyledikleri ile bugün söyledikleri farklı mı?
Bugün geldiğimiz noktada gerçekleri küstahça ifade edip gereğini yerine getiren AB yetkililerine mi, yoksa bu küstah olduğu kadar gerçek de olan ifadeleri bizlere çarpıtarak, değiştirerek yutturma gayretindeki ruhlarına uşaklık sinmiş AB yalakalarına mı kızalım?
Ne dersiniz?…
•••
AB 2002 ilerleme raporunun açıklanması sonucu görünen o ki: AB komisyonu Türkiye ile ilişkilerini yeni bir “Katılım Ortaklığı Belgesi” üzerine oturtma niyetini gerçekleştirme gayretindedir. Kısaca yeni dayatmaları Türkiye’ye ve Türk insanına kabul ettirme gayreti diyebiliriz.
Raporda ilişkileri derinleştirme ihtiyacından söz edildiği bildiriliyor. Başından beri komisyonun Türkiye’ye objektif olmaktan ziyade subjektif yaklaştığı bilindiği için bu sözler haliyle kuşku yaratmaktadır.
Başından beri AB’nin rahatsızlık veren aşağılayıcı, emrivakilere dayalı bir tavrı var.
Dayatılan istekler gerçekleştirildiği hâlde AB’yi tatmin etmek mümkün olmuyor. Yeni istekler sıralanmaya devam ediliyor.
Öyle anlaşılıyor ki isteklerin ardı arkası kesilmeyecektir.
“- Ceza yargılama usulü yasasını değiştirin” diyorlar, değiştiriliyor. Tam “- işte bitirdik” denildiği anda; “- gözaltı süresini kısaltın “ diye dayatıyorlar.
Onu da yapınca “- şimdi de Leyla Zana’yı hapisten çıkartın” diyorlar.
Bu zihniyet ve anlayışla 12 Aralık 2002 Kopenhag’dan netice beklenemezdi. Tahminler boşa çıkmadı.
•••
AB 2002 ilerleme raporunun eksiklikler bölümünün en önemli unsurlarına bir göz atarsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Türkiye 3 Ağustos 2002 kararlarıyla AB dayatmalarının önemli bir bölümünü kabul etmiştir.
Ne var ki AB “Uygulamada bazı aksaklıklar yaşanıyor” ifadesi arkasında birtakım geri dönüşü mümkün olmayacak adımlar atmasını Türkiye’den beklemektedir.
Beklenen bu adımları atmadan, geri dönüşü olmayan tavizleri vermeden; AB’nin ileri gelen devlet adamlarının Türkiye ile ilgili ifadelerini bir gözden geçirelim:
Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt: “Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını Avrupa içinde dolaştıramayız.” (8 Nisan 2000 Berlin’de düzenlenen “Avrupa’nın Geleceği” konulu konferans konuşmasından.)
Schmidt:“- Türkiye’nin nüfusu 35 yıl içinde 100 milyona çıkacak.21.yüzyılın sonlarına doğru nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamı akıllarında tutmaları lâzım. Türkiye ile Avrupa arasındaki kültürel farklar Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok daha derindir.” (Avrupa’nın kendini idamesi – 21. Yüzyıl için Perspektifler adlı kitabından)
Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing: “Bugün Avrupa’da hiçbir lider Türkiye’yi AB’nin içinde görmek istemiyor. Yarın için de böyle bir niyetleri yok. Türkiye AB tarafından aldatılıyor. Helsinki’de aday yapılması Türkiye’ye boşuna umut vermektir. Yunanistan aday üyelik sayesinde Türkiye’den istediklerini elde etmenin peşindedir. Türkiye’nin AB içinde yeri olmayacaktır.”
Almanya CDU/CSU Koalisyonu Meclis Grubu Başkanı Wolfgang Schaeuble: “- AB üyeliği yalnızca Avrupa – Hıristiyan geleneğine sahip ülkeler için söz konusu olabilir.
Müslüman Türkiye ve Asyalı Rusya AB üyesi olamaz. Avrupa Birliği’nin sınırları, Avrupa’nın coğrafî sınırları ile biter. Türkiye bu yüzden de AB’ye üye olamaz. Türkiye Avrupalı bir ülke değildir.”
AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer: “Türklere, ileride bir gün Avrupa’nın parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB’nin Türkiye’yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyeti olmadığıdır.” (Amerikan Dow Jones haber ajansına verdiği demeç)
Fransa Meclisi Dış işleri Komisyonu Başkanı François Loncle: “Tarihi ve özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB’ye hiçbir zaman giremez.” (Nice Zirvesindeki konuşması)
Katolik Kilisesine bağlı İtalyan Piskoposların yayın organı L’Avvanire gazetesi: “Müslüman Türkiye’nin AB’ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleriyle şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutulmamalı ki Avrupalı fikri başlı başına düşman Türklere ve Türkiye’nin başını çektiği İslâm dünyasına karşı gelişti. Ankara ile yakın ilişkiler geliştirmeye evet ama farklı tarihî ve kültürel gerçekler farklı kalmalıdır.” (3 Ocak 2000)
Avrupa Parlamentosu üyesi Daniel John-Bendit: “Gümrük Birliği, Türkiye için kötü bir hediye. Ekonomik alanda güçlük çekecek olan Türkiye, politik birliğin nimetlerinden de yararlanamayacak.”
Oğlu bir Türk kızıyla evli Almanya eski Başbakanı Helmut Kohl: “- Türkiye’nin AB’ye üye olmaması gerekiyor. Türkler olağanüstü kişiler, ancak ayrı kültürleri var.” Kohl’e göre “- Türkiye’nin AB’ye mümkün olduğunca yakınlaşması uygun, ama AB içinde olmaması şart.
Kohl devam ediyor: “Türkiye din özgürlüğünün olmadığı bir ülke .”
•••
Ankara’da TBMM kapısının karşısına dikilmiş bir saat 12 Aralık gününe göre ayarlanmıştı ve geriye doğru çalışıyordu.
12 Aralık tarihine şu kadar gün, şu kadar saat, şu kadar dakika kaldı!
(Başka yarın yok-AB için kalan süremiz) yazılı saat 12 Aralık günü sıfırlandı.
Beklenen müjde yerine nasihat aldık. Hezimete uğradık. Sıfıra sıfır, elde var sıfır derken bir de Kıbrıs konusunda siyasilerimizce içten de desteklenen baskılar.
Hadi hayırlısı!…
•••
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş geçirdiği ağır ameliyatı (dahi değerlendirip) fırsat bilen kesimlerce BM Genel Sekreterinin kabulü mümkün olmayan Kıbrıs dayatma plânını kabule zorlanırken (müzakerelerden,masadan kaçmakla itham edilip);18 Aralık 2002 tarihinde Ankara Çankaya zirvesinde kendisine verilen (hükümet değil) devlet desteği ile rahat bir nefes almıştır.
BM Genel Sekreterinin dayatma plânının İngiliz-Amerikan tezgâhı olduğunu ve hazırlanışında Rumların da parmağı olduğunu iddia ediyorduk.
Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis 18.12.2002 tarihinde yaptığı açıklamada bizim haftalardır söylediklerimizi doğrulamıştır. Simitis bu açıklamasında: “- BM plânının, Rum Ulusal Konseyi tarafından 1989 yılı Ocak ayında alınan kararları ile tamamıyla örtüştüğünü, tek egemenliği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamlılığını, göçmenlerin geri dönmesini öngördüğünü” vurgulamıştır. Bilindiği gibi Rum Ulusal Konseyi tarafından 1989 yılı Ocak ayında oy birliğiyle alınan karar şu hususları içermektedir:
1- Devlet, hiçbir koşulda dağılmamalıdır.
2- Tüm Rum göçmenler geri dönmelidir.
3- Tüm yerleşikler geri gitmelidir.
4- Türk Ordusu adadan çıkarılmalıdır.
5- Bulunan çözüm, tek egemenliğe, tek vatandaşlığa ve tek uluslar arası kimliğe dayanmalıdır.
BM Plânı’nın bu Rum isteklerinin tümünü içerdiği açıktır. Allah insanı söyletir; Simitis’in de dediği budur. Gerçekler ortada iken hâlâ birtakım aklıevvel kişilerin dayatma plânının kabulü için sarf ettikleri gayrete ne diyelim.
Allah bildiği gibi yapsın!…
•••
Bütün dikkatlerimizin AB ne teksif edildiği şu günlerde Kuzey Irak’taki Kürt-ABD emrivakilerine dayalı gelişmeler yaşanmaktadır. Geçtiğimiz zaman dilimi içerisinde Kuzey Irak’ta bir Kürt devletine müsaade etmeyeceğimizi, savaş nedeni sayacağımızı Türk Devleti kararlılıkla ifade etmişti. ABD’nin 57. hükûmetçe kabul edilmeyen isteklerinin yeni AKP hükûmetinden de talep edildiğini basından öğrenmiş bulunuyoruz.
ABD’nin her şarta göre değişen emrivaki ye dayalı istekleri olduğunu bildiğimiz ve de son zamanlarda Türkiye’yi komşu kapısı yapan Wolfowitz’ in ziyaretleri, istekleri, biraz da aba altından sopa göstermeleri bizleri oldukça rahatsız etmeye başlamıştır.
Hava alanlarımızın, limanlarımızın ABD kullanımına açılması, ülkemize geçiş için dahi olsa ABD askerinin yığılması talepleri ciddî rahatsızlıklar yaratmaktadır.
Cumhuriyet ilkelerine bağlı kesimin bugünlerde Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini tekrar okumalarını tavsiye ederiz.
Özellikle ne olursa olsun petrol bölgelerine, enerji kaynaklarına müdahale edip yerleşmeye kararlı ABD’nin hukuk tanımazlığının bir göstergesi olarak kendi egemenliğini (kowboy nizamını) bölgeye monte etme gayretlerini de görmezlikten gelemeyiz.
İşte Türkiye’ye gelecek olan on binlerce Amerikan askerinin “hukukî statüsüyle” ilgili basından izleyip rahatsızlık duyduğumuz hususlar.
Türk topraklarına konuşlanacak olan ABD askerleri, herhangi bir durumda hangi hukuka bağlı olacaktır?
Meselâ bir ABD askeri, Adana’da veya Diyarbakır’da adlî bir suç işledi. Türk hukukuna göre yargılanabilecek midir?
Geçmişte örneklerini unutmadığımız ABD askerlerinin, subay ve astsubaylarının işledikleri suçların cezalarını NATO kapsamındaki anlaşmalar çerçevesinde ABD yasalarına göre yargılanıp kayrıldıklarını ve de suçu işleyenin yanına kaldığını hatırladıkça huzursuzlaşıyoruz.
Özellikle değil işgal gücü olarak, müttefik olarak dahi gittikleri ülkelerde kendi kowboy nizamını hâkim kılan ABD’nin suç dosyası bu konuda oldukça kabarık.
Bu hassasiyetimiz canlılığını muhafaza ederken basından öğrendiğimize göre ABD in bu konudaki talebi:
• Türkiye topraklarında ve üslerde görev yapacak ABD askerlerinin NATO kapsamında ele alınması ve herhangi bir durumda Türk hukukuna bağlı olmaması, görev süresince uygun olacaktır.
Anlayabildiğimiz kadarıyla ABD hem topraklarımızı kullanmak istiyor, hem de topraklarımızdan “Türk hukukunu” kaldırmak istiyor.
Bu egemenlik haklarımıza bir müdahaledir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünden birtakım çevrelerin rahatsızlık duyduğunu biliyoruz.
Ama bildiğimiz bir gerçek daha var; o da Egemenlik ve Türkiye Cumhuriyeti konusunda hassas bir milletin bu coğrafyada var oluşudur.
•••
Her şeye, bütün olumsuzluklara, bütün dayatmalara rağmen Türk milleti yıkılmayacak, dimdik ayakta duracaktır. Kudret ve kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcut oldukça bu kararlılık sürecektir.
DİL BİR; BAYRAK BİR; MİLLET BİR; VATAN BİRDİR.
CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.