Ana Sayfa 1998-2012 AKDENİZ SULARINA DÜŞEN KÜR-ŞAD AKSİ - I

AKDENİZ SULARINA DÜŞEN KÜR-ŞAD AKSİ – I

Türk’ün “yayla tabiatlı” olduğu, her hâlinden bellidir. Târih aynasında görülen Türk slüetinde de bol miktarda yayla motifi vardır. Bu durum, eşyânın ve insanın fıtratıyla yakından ilgilidir. Türk milletinin târihe ilk göründüğü yer, Merkezî Asya’nın yaylalarıdır. Yayla hayâtına doğan bir cemiyetin, çevresine intibâk etmesi kadar tabiî ne olabilir?

Üzerinde yaşadığı coğrafyanın hasletleri yüzünden, Türk insanı denize hep yabancı kalmış, denizcilik fiillerine soğuk bakmıştır. Asya yaylalarının muhteviyâtı ölçüsünde göl ve ırmak mâcerâları yaşayan Türk; ne zaman ki, Anadolu’ya dâmâd oldu, vaziyet birden değişiverdi. Yeni ve ebedî vatanın üç tarafı denizdi. Anadolu’da kalmanın ve onu elde tutmanın anahtarı denizlerdeydi.

Türk karakterine “deryâ”lı alışkanlık ilâveleri, önce Anadolu’yu kuşatan denizlerin sâhillerinde başladı, yavaş yavaş yakın mesâfedeki adalara sirâyet etti. Bu vesîle ile, hamlıklarımız pişmeye, acemîliklerimiz olgunlaşmaya yöneldi ve denize dâir tasavvurlarımız daha ötelere kulaç atar hâle geldi. Anadolu etrâfındaki suları aşarak, enginlere ulaştığında, yeni muhit ve şartlara ne kadar kolay uyduğumuzu, zirveleri zorladığımızı bütün Dünyâ’ya gösterdik.

Daha Malazgird Zaferi’nin ertesine rastlayan zaman diliminde, yâni Anadolu Fethi’nin dibâcesi yazılırken, “rekor” kelimesini âciz bırakan bir sür’atle, Marmara ve Adalar Denizi kıyılarına kılıç dayayan Oğuz alpları, “su”ya yazılan Çaka Bey Destânı’nı okuyorlardı. İzzeddin Keykâvûs ile Alâeddin Keykûbâd’ın Alanya’dan Sinop’a uzanan martı uçuşları; Karası, Aydın, Saruhan, Menteşe, Teke beyliklerinin hiç de hesap dışı olmayan donanmalı duruşları, Osmanlı fidanına can suyu taşıyordu.

Emîr Ali ve Karamürsel’in başlattığı Osmanlı Bahriye Mektebi’nin hızla artan akademik kadrosuna, annesi Nîlüfer Hâtûn’un adına yaraşır biçimde “suda açılan” Gâzî Süleyman Paşa’nın seccâdesi kerâmet içre dâhil oluyordu. Bu hâli keşfederek:

“Kerâmet gösterüb halka suya seccâde salmışsın,

Yakâsın Rûmeli’nin dest-i takvâ ile almışsın!”

diyen Şeyh Mahmûd, torunu Süleyman Çelebî’nin “Vesîletü’n-Necât”ına “su kadar azîz” ilhamlar veriyordu.

Gâzî Süleyman Paşa ve onunla Rûmeli Yakası’na geçen kerâmet hâmili kahramanların yürek atışları, zerrîn yakamozlar hâlinde Gelibolu’dan Midilli’ye çarpıyor; 1462 yılında, İstanbul’un Ebu’l-Feth’i, bu adayı da dest-i kavîsiyle kavrıyordu.

Midilli Seferi’ne gönüllü olarak katılan sipâhîlerden, “gâyet bahâdırlıkla meşhûr” Vardar-Yeniceli Yâkûb Ağa, fetihden sonra Ada’dan ayrılmayıp oraya yerleşti. Bekâr olan Yâkûb Ağa, Midilli’de evlendi ve bu izdivaçdan dört oğlu Dünyâ’ya geldi. Yaş sırasına göre İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adlarındaki bu dilâver oğullar, çocukluk oyunlarına, deniz kıyısında ağaç kabuğundan kayık yüzdürerek başladılar ve hepsi de son nefeslerine kadar denizi mekân tuttular.

Yâkûb Ağa’nın “deryâ içre” serpilen oğullarının yaşca en büyüğü İshak olmasına rağmen, liderlik şahsiyeti ağır basanı Oruç idi. Hızır ile İlyas’ın ağabeyi, İshak’ın küçük kardeşi Oruç, 1474’de doğmuştu. O sırada Osmanlı Cihân Tahtı’nda hâlâ Midilli Fâtihi Sultan Mehmed Hân-ı Sânî oturuyordu. Erzincan yakınlarında Akkoyunlu ordusunu bozguna uğratarak kazandığı zaferinin buğusu tütmeye devâm ediyordu. Türk yıldızının bütün burçlarda ışıldadığı, tâlihimizin yâver gittiği bir zamânı yaşıyorduk.

Oruç, denize sevdâlı olarak doğmuş ve bütün hayâtını bu sevdâya kapılarak tamamlamıştı. Oruç’daki bu “su” aşkını, kardeşleri de taklîd edecek ve onunla müşterek deniz mâcerâları yaşayacaktır. İshak ve İlyas’ın bu mesâîleri kısa, küçük tadımlıklar hâlinde tecellî ederken; Hızır, “Oruç Ağa”sının 1518’de şehâdet şerbetini içinceye kadar yanında, hattâ dizinin dibinde duracak, Akdeniz’in her ton ve derecedeki rüzgârını nefes bilecektir. Ağabeyinin bütün mîrâsıyla berâber, şânını da devralacak Hızır, “Barbaros Hayreddin Paşa” hüviyetine bürünerek, Dünyâ denizlerine Türk mührü basacaktır. Dolay ısıyla; yerli-yabancı cümle kalemlerin zirveye oturttuğu Barbaros ihtisâsının arkasında, çok mühim bir Oruç desteği ve gayreti bulunmaktadır.

Aslında Oruç, bizâtihi Barbaros’dur. Öyledir, çünkü, “Barbaros” kelimesinin etimolojisini yapanlar, iki ihtimâl üzerinde durup, ikisinde de Oruç izi bulmaktadır. Kırmızıya çalan kızıl sakallı olan Oruç ve Hızır kardeşlere, Avrupa Hristiyan âleminde “Barb+Rossa”, yâni, “Kırmızı Sakallı” denmiş. Diğer rivâyete nazaran da; Oruç, çocuğu gibi üzerlerine titrediği levendleri arasında “Baba Oruç” diye anıldığından, bu söyleniş, zamanla “Barbaros”a dönüşmüştür. Görüldüğü gibi, “Barbaros” sözünün kaynağında berrak Oruç tavırları, renkleri bulunmaktadır.

Adını, Akdeniz’in her tarafına duyurduktan sonra, ondan bahsedenler, artık “Oruç Reis” diyorlardı. Bâzı yabancı kaynaklarda onun için gösterilen Rûm, Arnavut, hattâ Sicilyalı menşe’ler, aslâ kaale alınacak cinsten değildir. Oruç Reis, özbeöz Türk’tür ve Türklüğün iftihâr kaynaklarındandır.

Gençlik emârelerini vücûdunda taşımaya başladığı günlerde, bir tekne yaptıran Oruç Reis, ticâret maksatlı seferlere başladı. Lâkin, onun içinde yanan ateş, kesinlikle ticâreti göstermiyordu. Bunu anlar anlamaz, “korsanlık” yapmanın yollarını kolladı. “Korsan” kelimesinin Batı’daki tedâîsiyle bizdeki karşılığı çok farklıdır. Batı’nın korsanı haydut, eşkıyâ, yol kesici, hattâ terörist tâbirlerini hak ederken; bizim korsanlarımız “deniz akıncıları”dır. Karada “akıncı” birliklerinin gördüğü işi, denizde Türk korsanları yapar. Yâni, devletin bilgisi dâhilinde ve yine devletin menfaati istikâmetinde askerî görev îfâ ederler. Bu inceliği kavramadan serdedilecek “korsan” sıfatı, akıncı cedlerimizi çok incitir.

“Îlâ-yı Kelimetullah”, karada olsun, denizde olsun, Türk akıncılarının hayat düstûrudur. Bu hedefe ulaşıldığında kurulacak devlet çadırının adı, “Türk Cihân Hâkimiyeti”dir.

Oruç Reis, yanında en küçük kardeşi İlyas olduğu hâlde, gemisiyle Trablusşam’a gidiyorken, yolda Rodos Şövalyelerinin filosuna rastladı. Taraflar arasında en ufak bir kuvvet dengesi yoktu. Çok kalabalık ve üstün silâh gücüne sâhip Rodos Şövalyeleri, İlyas’ı şehîd edip, Oruç Reis’i esir aldılar. Sultan II. Bâyezîd’in saltanat yıllarında meydâna gelen bu hâdise, Midilli’de öğrenildiğinde, Hızır, çok üzülmüş ve İlyas’ın intikâmını almak, ağabeyini esâretten kurtarmak için gayret göstermiştir. Bodrum’a giderek, orada tanıdığı bir Rûm tâcire 18.000 akça ödemiş, bu tâcirin Rodos’a varıp Oruç Reis’i hürriyetine kavuşturmasını istemiştir.

Hızır’ın bu teşebbüsünden haberdâr olan Oruç Reis, kendisi de kurtuluş çâreleri araştırıyordu. Hattâ, Santurluoğlu adındaki Rodoslu bir ahbâbı vâsıtasıyla, fidye-i necât pazarlığı bile yapmıştı. Lâkin, Şövalyeler teklif edilen akça miktârını az bularak, onu hem ellerinde tutmaya devâm etmişler, hem de büyük bir gemide küreğe vurdurmuşlardır.

Antalya’da Sancak Beyi olan Şehzâde Korkud, her sene 100 esiri Rodos Şövalyelerinden kurtarıyor ve bunların hürriyete kavuşma bedellerini kendi hazînesinden ödüyordu. O sene de aynı esir kurtarma işi, tarafların anlaştığı şekilde yapılacaktı. Oruç Reis’in kürek mahkûmu olduğu gemiye bindirilen 100 Türk esiri, Antalya’ya bırakılmak üzere yola çıktığında, Yâkûb Ağa’nın oğlu, bu nâzik durumu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştı. Yolculuk sırasında, gemideki Şövalye temsilcileriyle çok sıcak münâsebetler kurdu ve ana dili gibi konuştuğu Rumcasıyla, kendini onlara sevdirdi. Öyle ki, bir ara Şövalye reisleri, Oruç Reis’e Hristiyan dinine girmesi yolunda tembih ve tavsiyede dahî bulundular. Bu teklifi şiddetle reddeden Oruç Reis, İslâm’ın fazîlet ve üstünlüklerini anlattı.

Esirlerin bırakılacağı yere gelindiğinde, Şehzâde Korkud’un Kapıcıbaşı’sı ile ücretleri mukâbilinde serbest bırakılacak esirler karaya çıkarıldı, gemi demirli vaziyette iken, Rodoslu personel de balık tutmak maksadıyla sandallarla denize açıldı. Aradığı ve beklediği fırsatı tam yerinde, zamânında yakalayan Oruç Reis, bir gayretle ayağındaki demiri çıkarıp kendini sâhile attı.

Nereye ayak bastığını bilemeyen Oruç Reis, rastgele bir köye sığındı, o köydeki evlerden birine Tanrı misâfiri oldu. Aldığı yol târifi ile Antalya’ya gitti.

Antalya-İskenderiye arasında ticârî maksatlı deniz seferleri yapan Ali Kapudan’a yaklaşarak onun kalyonlarından birine ikinci reis oldu. Çıktığı ilk yolculukta, Midilli’ye giden bir gemiyle karşılaştı ve bu vesîleyle kardeşlerine mektup gönderme fırsatını buldu; başından geçenleri ve şimdiki hâlini uzun uzun anlattı.

Antalya-İskenderiye hattındaki bu gidiş-gelişleri; özellikle Mısır’da Oruç Reis’in adının sıkça anılmasına sebep oldu. Çok geçmeden, Memlûk Sultânı Kansu Gûrî, câzip tekliflerle Oruç Reis’i kendi devletinin hizmetine aldı ve İnce Donanma Serdârlığı’na tâyin etti.

Kansu Gûrî, hazırlamayı düşündüğü güçlü bir donanmayı, Hindistan cihetine çıkarmayı plânlıyordu. Adana ve civârındaki ormanlık bölgede sipâriş üzerine hazırlattığı ve donanma inşâsında kullanacağı keresteyi almak için, 40 kalyondan müteşekkil Memlûk filosunu, Oruç Reis’in komutasında Papas(İskenderun) Körfezi’ne gönderdi.

Oruç Reis, Memlûk Devleti hizmetindeki bu İskenderun Seferi sırasında, Rodos gemileri tarafından sıkıştırıldı ve Memlûk gemilerinin mühim kısmı batırıldı. Oruç Reis, kendini güç-belâ Antalya’ya atmayı başardı. Böylece, ikinci Antalya dönemine başlayan Oruç Reis, Antalya Sancak Beyi Şehzâde Korkud’un yardımıyla 18 oturaklı büyükçe bir gemi yaptırdı. İlk hamlede, Rodos civârına gitti, korsanlık yaparak bir hayli Rodos gemisine zarar verdi, hadsiz ganîmet ele geçirdi.

Oruç Reis’in Rodos etrâfındaki bu cevelânı, şövalyeleri yeni tedbirler almaya sevk etti. Bütün imkânlarını toplayan Rodos’daki Saint-Jean tarîkati mensupları, Oruç Reis’in gemisini âni bir hareketle zapt ettiler. Canını kurtarmayı başaran Oruç, üçüncü def’â Antalya’ya geldiğinde (Mart 1511), Şehzâde Korkud’un Manisa Sancak Beyliği’ne nakledildiğini öğrendi.

Şehzâde Korkud’un has nedîmi Piyâle Bey’le kadîm dostluğu olan Oruç Reis, onun tavassutuyla yeniden Korkud’a ulaşmaya muvaffak oldu. Manisa’dan İzmir Kadısı’na ve İzmir Gümrükçüsü’ne yazılan emirler ile, Oruç Reis için bu sefer 22 oturaklı daha büyük bir gemi yaptırıldı. Ayrıca, bizzat Korkud’un armağanı olan 24 oturaklı ikinci bir gemi de oruç Reis’in hizmetine verildi. İzmir ve Foça civârından levend, mühimmat, zahîre temini hususlarında da, Oruç Reis’e Korkud imzâlı ruhsatlar gönderildi.

Şahsına gösterilen bütün bu teveccühe teşekkür etmek maksadıyla Manisa’ya gelen Oruç Reis, Şehzâde Korkud’a minnet ve şükranlarını bizzat ifâde ile, onun duâsını istirhâm etti. Korsanlık yapmak için de icâzetini aldı.

Foça Limanı’ndan, İtalya istikâmetine azîmetle yola çıkan Oruç Reis, Polia yakınlarında iki Venedik gemisini bastı ve 24.000 altınla epeyi erzâkı ganîmet olarak ele geçirdi. Oradan tekrar Adalar Denizi’ne dönüp Ağrıboz Adası’nın Terzi Limanı’ında bir başka Venedik filosuyla çarpıştı, 300’e yakın esirle çok fazla ganîmet malına sâhip oldu. İyice yaklaştığı Midilli’ye uğrayarak, esâretinden bu yana uzak kaldığı kardeşlerini ve akrabâsını gördü.

Bir süre Midilli’de kalan ve getirdiği esirlerle ganîmeti yakınlarıyla yoksullara dağıtan Oruç Reis, Şehzâde Korkud’a gitmek düşüncesiyle, İzmir’e yöneleceği esnâda, Osmanlı Tahtı’na Sultan Selîm-i Evvel’in oturduğunu, firâr eden Korkud’un da Selîm’in tâkibi altında bulunduğunu öğrendi. Selîm cânibinden yönelecek bir tehlikeye karşı, Şehzâde Korkud’un müzâheretiyle yapılmış gemilerine binerek Midilli’den ayrıldı.

Oruç Reis’in gidebileceği en emîn yer, İskenderiye idi. Lâkin, daha önceki kereste nakli mes’elesinde, Memlûk gemilerinin telef edilmesi yüzünden, Memlûk Sultânı Kansu Gûrî’ye karşı büyük bir mahcûbiyet içindeydi. Buna rağmen, her şeyi göze alarak İskenderiye’ye gitti. Kansu Gûrî’ye takdîm ettiği hediyeler, Mısır Sultânı’nı epeyi yumuşattı ve Oruç Reis’e çok hafif serzenişlerde bulundu. Bu da, Oruç Reis’i affettiği mânâsına geliyordu.

1513-1514 kışını İskenderiye’de geçiren Oruç Reis, İlkbahar’la berâber gemilerini alarak denize açıldı. Yardımcısı Yahyâ Reis’le birlikte Kıbrıs açıklarında karşılaştığı 5 Venedik gemisini zapt etti. Venedik filosundaki gemiler, ağızlarına kadar çuha ve tüfek demiri yüklüydü. Onları da yedeklerine alarak, Tunus yakınlarındaki Cerbe Adası’na varan Oruç ve Yahyâ Reisler, Venedik gemilerini satıp mallarını da aralarında paylaştılar. Ganîmet arasından bir bölüm eşyâyı da Memlûk Hükümdârı’na gönderdiler. Kansu Gûrî, bu hediyeleri aldığında:”Dünyâ’da nîmet hakkın gözedür ve eyülük bilür adam var ise, oğlum Oruç Kapudan vardır.” ifâdesinin de içinde bulunduğu nâmeyi yazdırmıştı.

Cerbe Adası’nı, ilerideki faaliyeti için pek uygun bulan Oruç Reis, burayı kendisine ve gemilerine üs olarak düşündü. Çıktığı bir-iki sefer neticesinde ele geçirdiği gemi ve ganîmeti de Cerbe’ye taşıdı. Geçen gün ve haftalar, Oruç Reis’i Cerbeli yaptı. Bir müddet sonra, kardeşi Hızır da Cerbe’ye gelerek Oruç’un maiyetine dâhil oldu.

Hızır Reis (müstakbel Barbaros Hayreddin Paşa), Osmanlı Hükümdârı Yavuz Sultan Selîm’in ilk icraatı ve meydâna gelen diğer hâdiseler hakkında ağabeyine çok mühim bilgiler verdi. Kendisinin, Şehzâde Korkud safında görülüp değerlendirildiğini zanneden Oruç, şedîd Yavuz mizâcının hışmından uzak durmak için, çâreler aramaya başladı. İki kardeş, etrâflı bir muhâkeme yaptılar ve: “Çünki Türk yerleri karuşukdur, varur Tunus Ocağı’na gideriz.” dediler; Yahyâ Reis’i de yanlarına alıp Tunus’a vardılar. Tunus, o sırada Benî Hafs Hânedânı’nın elindeydi ve bu hânedândan Mevlây Muhammed de Tunus Tahtı’nda oturuyordu.

Oruç Reis, sunduğu kıymetli hediyelerle kendine çektiği Tunus Sultânı’na, bir andlaşma teklifinde bulundu: “ Mâkûl ise, bize bir yerceğiz gösteriniz, gazâ idelüm. Ümmet-i Muhammed dahî fakir fukarâ ganîmet malı ile müteneffî olsunlar.” diyerek, ele geçirilecek ganîmetin sekizde birini Sultân’a; ellide birini de liman hakkı olarak Tunus mâliyesine ödemeyi taahhüd etti.

Oruç Reis’in teklifini sevinerek kabûl eden Mevlây Muhammed, Halkû’l-vâd Kalesi’ni onun emir ve ikâmetine tahsîs etti. Oruç, Hızır ve Yahyâ Reisler, Halkû’l-vâd’ı kendilerine üs yaparak İtalyan ve İspanyol ada, liman ve gemileri başta olmak üzere, Akdeniz’deki Hristiyan unsurlara korku salmaya başladılar. Her geçen gün, Oruç Reis’in şöhreti biraz daha yayılıyor, onun kahramanlık hikâyeleri bütün Akdeniz’de anlatılıyordu. Deli Mehmed Reis’in de Oruç Reis’e iltihâk etmesi, bu gazâ ehlini daha da güçlendirdi. Kazanılan esir ve ganîmetin Halkû’l-vâd’a getirilip, yapılan andlaşmaya uygun olarak taksimi, Tunus Sultânı’ndan sokaktaki fakirlere kadar herkesi ziyâdesiyle sevindiriyordu.

Yine böyle, Halkû’l-vâd’dan hareketle denize açıldıkları bir seferde, Cenova’ya gitmek üzereyken, fırtınaya yakalanıp Cezâyir şehri yakınlarında Bicâye (Bougie) Kalesi’ne sığınmak mecbûriyetinde kaldılar. Fakat, fırtına o kadar şiddetli idi ki, Bicâye’ye varamadan, o civardaki Delikli Taş diye anılan yerde durmak ve fırtınanın dinmesini beklemek lâzım geldi. O sırada Oruç Reis’in gemilerini tâkib eden bir Hristiyan filosu da, Delikli Taş’a girmeye kalkışınca, iki taraf arasında müthiş bir deniz cengi çıktı. Delikli Taş’a daha önce gelen Oruç Reis, düşman gemilerini avlamak için, şânına yaraşır bir manevra düzenledi ve Hristiyan filosundan 4 gemi zapt edildi, geri kalanı da kaçtı.

Hızır Reis’in bütün ısrârına rağmen, Oruç Reis, kaçan Hristiyan gemilerinin peşine düştü. Bicâye sâhilinde bulduğu bu gemilerin boş olduğunu sanan Oruç Reis, yanına aldığı 200 kadar levend ile, hücûma kalktı. Fakat, hem Bicâye Kalesi’ndeki İspanyollar, hem de gemidekiler, Oruç Reis ve adamlarının üzerine çapraz top ateşine başladılar. Çok zâyiât veren Oruç Reis, kendisi de koluna isâbet eden bir şarapnelle ağır şekilde yaralandı.

 

Orkun'dan Seçmeler