Yahyâ Kemâl Beyatlı, “Dilde Gaflet” başlıklı yazısında: “Lisan bahsi açıldıkça “hâlâ mı o bahis” diyerek bezginlik gösterenler bana acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde “hâlâ mı o bahis” diyecek bir Türk, iğrenç bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkki lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı da bu derece doğru ve yerindedir” der. Çünkü milletlerin fertlerini birbirine bağlayan, böylelikle milletlerin devamına vesile olan, geçmişi hâle, hâli istikbale taşıma gayretlerinde yegâne varlık dildir. Tarih boyunca inkişaf eden devlet ve medeniyetlere bu dikkatle nazar ettiğimiz zaman görürüz ki: Siyasî sahada güçlü olan milletler, kültür sahasında da güçlüdür. Bunu kendi medeniyetimiz için de söylemek pek tabiî mümkündür. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın: “Tarihteki en büyük başarımız altı asırlık Osmanlı Devleti’dir” sözünü, Yahya Kemâl’in “Avrupalıların anlayamadığı eski şiirimiz anlayıp sevdikleri, hattâ bize de sevdirdikleri birçok sanat eserlerimizden, meselâ mimarîmizden daha kıymetlidir” ifadesiyle birleştirdiğimiz zaman söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılır. Hülâsa olarak ne zaman muhteşemsek, o zaman şiirimiz, dilimiz ve edebiyatımız daha da ihtişamlı olmuştur.
Her zaman şu itikatta bulundum ki: 21.yy’da Türkiye’nin büyük devlet, lider devlet olabilmesi ancak Türk diline, Türk kültürüne, Türk debiyatına vereceği değerle mümkün olacaktır. Zira bugün içinde bulunduğumuz sıkıntıların temelinde dilimizin, gönlü kölelik ruhuna mahkûm olan maksatlıların ve maceracıların elinde bulunması yatmaktadır. Çünkü topluluğa millet şuuru veren ve milleti aynı ülküyü yaşamaya teşvik eden en büyük güç dildir. Bu hakikati merhum Cemil Meriç Bey şöyle ifade etmektedir: “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Kelâm bütünüyle haysiyettir.”
Heyhat! Bugün bizler, namus olan, bütünüyle haysiyet olan, varlık sebebimiz olan dilimize sahip çıkmadığımız gibi; “Avrupa Diller Yılı”, “Avrupa Yetişkinler Dil Haftası” ve “Avrupa Dil Günü” adları altında Avrupa’nın dil bayramını kutlamaya hazırlanıyoruz.
Millî Eğitim Bakanlığı Dış İlişkiler Müdürlüğü’nün 12 Mart 2001 tarih ve 2494 sayı ile okullara gönderdiği emirden söz ediyorum. Bu yazı şu ifadelerle başlıyor: “Avrupa Konseyi 2001 yılını “Avrupa Diller Yılı” ilân etmiştir. Bu yılın en önemli amaçlarından biri de Avrupa’nın dil mirasına sahip çıkılması ve yaşam boyu dil öğrenmenin teşvik edilmesidir. Avrupa dil yılı faaliyetleri çerçevesinde Avrupa Konseyi’ne üye diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yıl boyunca ulusal ve uluslararası düzeyde bir dizi kutlama etkinliklerinin düzenlenmesi plânlanmış olup konu hakkındaki geniş bilgi bakanlığımızın web sayfasında yer almaktadır.”
Bu emrin muhtevasını: 5-11 Mayıs 2001 tarihleri arasında “Avrupa Yetişkinler Dil Haftası”, 26 Eylül 2001 tarihinde “Avrupa Dil Günü”nün eğitim kurumlarında teferruatlı olarak kutlanması, bu gaye ile Avrupa diller yılının amaçlarının tanıtılması, okul panolarına Avrupa diller yılı hakkında aydınlatıcı yazıların asılması, konuyla ilgili panel ve konferansların yapılması, müzik ve spor faaliyetlerinin düzenlenmesi gibi Avrupa kültürünü özendirmeye yarayacak bütün unsurlar oluşturmaktadır.
Evvelâ, şunu açıkça söylemekte fayda olduğu kanaatindeyim: Dil öğrenen bir Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak öğrencilerimizin yeni diller öğrenmesine karşı olmadığım gibi bunu arzulamaktayım. Ancak her şeyden önce şuurlu bir Türk genci olarak, yukarıdaki emirleri doğru bulmam, onları müdafaa etmem düşünülemez bile. Çünkü bizler kendi dilimizin inceliklerini bilmek şöyle dursun, meramını doğru dürüst anlatamayan bir nesil yetiştiriyoruz. Böyle bir nesil, dil öğrenmeye önce kendi dilinden başlamalıdır. Bunun haricinde 365 günün bir gününü dilimize ayırıp, ülke düzeyinde “Türk Dili Bayramı” adı altında bir bayram kutluyor muyuz? Kendi dilimizin bayramı yokken ve insanlarımız dilimize ve kültürümüze bu kadar bigâne davranırken “Avrupa Diller Yılı”, “Avrupa Yetişkinler Dil Haftası”, “Avrupa Dil Günü” adları altında Avrupa’nın dil bayramını kutlamak; akıl-ı selim sahibi, vatanını-milletini seven, ülkesinin fertleri arasında gönül birliğinin tesisi için çalışan, dile gönül vererek kültürün müdafaasını yapan her şuurlu insanın yüreğine bıçak gibi saplanmayacak mı? Aslında hâdiseyi biraz düşündüğümüz zaman gözlerimizin yaşararak, buruk dudaklarımızdan büyük şair Necip Fâzıl Bey’in “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” mısraının dökülmesine mâni olamayız.
Biz bir sömürge ülkesi miyiz yoksa esir miyiz ki vatan toprakları üzerinde Avrupa’nın dil bayramını kutlayalım? Ruhumuza bunun kadar sıkıntı veren bir hâdiseyi yakın zamanlarda yaşamamıştık.
Vatanımızın işgal edildiği günlerde; ırzımızı, namusumuzu, dilimizi, dinimizi, birbirine benzemeyen, çeşit çeşit kılıklı, çeşit çeşit dilli bir yığın çakalın elinden kurtarmak için binlerce şehit verdik. Onların hiçbiri sadece ölmek için ölmedi. Şairler şiirlerini, destanlarını yazsınlar, ressamlar resimlerini yapsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar diye ölmediler, şan için, şeref için ölmediler. Onlar vatan üzerinde Avrupa Dilleri Bayramı kutlansın diye hiç ölmediler. Onlar ecdâd yadigârı vatan toprakları üzerinde dilleri dilimize, huyları huyumuza, ahlâkları ahlâkımıza uymayan düşmanları her gördüklerinde kahroldukları için, böylelikle her gün ölmektense bir gün ölüp şehit olmak için, din için, dil için, namus için öldüler. Ama bizler-şarkın vefasız evlâtları-Yavuz Bülent Bâkiler Bey’in ifade ettiği gibi savaş meydanlarında kazandıklarımızı barış masasında kaybeden pek çok siyasetçi ve diplomat yetiştirmiş çileli bir milletiz. Gönül adamı, Türkçe sevdalısı ve büyük şair, bir Anadolu şiirinde bu hakikati şöyle dile getiriyor:
Savaşta çiğnetmedim Hilâli düşmanlara,
Barışta düştü üstüme gölge gölge Haç
Ben Anadolu’yum, acılı, mahzun…
Bende bitmez tükenmez dert kucak kucak…
Bir kültür dille gelir, dille gider. Dilimizi merhametsizlerin eline bırakmak, yabancı dillere karşı müdafaasız koymak, savaş meydanlarında kazanılanı barış masasında satmakla aynı değil midir?
Unutmamak gerekir ki yabancı dille eğitim başta olmak üzere doğrudan kültürümüzün tahribini esas alan birçok hâdise, yabancı devletlerin bizi, şuursuz, fikirsiz, gayesiz bir sürü hâline getirme gayretlerinde 70 yıldır sergiledikleri kehanetlerin en büyüğüdür. Avrupa diller yılını yılın tamamına yayarak kutlamak da bu kehanetlerin şimdilik sonuncusudur. Nihad Sâmi Banarlı duygularımızın en güzel tercümanıdır: “Bugün düşmanlarımızın bizden çalıp koparmak istedikleri üç büyük tılsım vardır:
1- Milleti birbirine bağlayan tek ve güzel bir dil.
2- Türk milletini tam 1000 yıldır dünyanın en ahlâklı, en medenî, en büyük kuvveti hâline getiren İslâmiyet.
3- Türk çocukları için daima bir şeref ve güven kaynağı olan millî tarih ve ecdâd sevgisi”.
Şimdi, dikkat edersek, açıkça görüyoruz ki elimizden giden hep bunlar.
Bugün artık birbirimizin dilini bilmiyor, değerini anlamıyor, inanışını küçümsüyor ve birçoklarımız kendi tarihimize küfürler savurarak yetişiyoruz.”
Ah, bir anlayabilsek, bizi birbirimize bağlayan dilimizdir, dinimizdir, tarihimizdir ve kültürümüzdür.
Ah, bir anlayabilsek, Türkçemiz varlık sebebimizdir. O yok olduğu zaman biz de bir sürüden farksız hâle geleceğiz. Yahya Kemâl Bey’in ifade ettiği gibi “Bizi ezelden ebede kadar birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir. Bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz. Hudutları aşar, yine bizi birbirimize bağlı tutar.”
Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe’dir.
Ah, bir anlayabilsek, kamusun namus olduğunu, kamus giderse namusun gideceğini!