Hatırlanacağı üzere benim “Türkler Korkak Mı?“ adlı bir yazım Orkun’un 53. sayısında yayınlanmıştı. Bu yazım üzerine özellikle Orkun Yönetimi bir hayli tepki aldı. Bir bakıma o yazım ile ben Türkçüler içinde “sabıkalı” duruma düştüm. Malûm, son zamanların geçer sözlerinden bazıları “her şeyi tartışalım!”, “tartışmaktan korkmayalım!” türü sözler. “Tarihimizle barışalım!” türü sözler de var bu meyanda. Ben AB yanlısı sabıkasını taşıdığıma göre, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan süreç hakkında fikir yürütmek de bana düşer, eski yazımı okumuş ve hatırlamakta olan Orkun okurları bunu benden bekler diye düşünüyorum. İşte bu noktadan hareketle, sürünün kara koyunu olmayı göze alarak yeni durum hakkındaki düşüncelerimi dile getireceğim, bunu, şeytanın avukatlığı sayanlar olsa da…
Ben “Türkler Korkak Mı?“ adlı yazımda esas itibarıyla ne demek istemiştim? Hareket noktam şu idi: Bazı Türkler AB’den korkuyorlardı. Neden korkuyorlardı? Çünkü AB normları onları aşıyordu. Çünkü o normları yakalamak için özellikle düşünsel donanım gerekli idi, çaba gerekli idi, baş ağrısı gerekli idi, hattâ başın ağrımasının yanında mide ağrılarına katlanmak da gerekliydi. Çünkü AB’de “… kişinin aynası yaptığı iştir, lâf ile peynir gemisi yürütülmez, kişinin aklının derecesi onun eseri, ürünü ile ölçülür…” kuralı geçerli idi. Yani çalışmak, çalışmak ve çalışmak… Nerede? Önce kütüphanelerde, arşivlerde, laboratuvarlarda, atelyelerde, spor salonlarında, talimhanelerde vb. Nasıl? Bıkmadan, usanmadan ve bilimsel yöntemler ile. Yorucu mu yorucu, sıkıcı mı sıkıcı bir çalışma1. Bilmem Orkun okurları anımsıyorlar mı, ara sıra “… Emperyalist olmak zor iştir…” derim ve “… çalışmak, daha çok çalışmak ve pek çok çalışmak gerektirir…” diye eklerim. İngilizlerin sömürgelerini, koca Hindistan’ı; minicik Hollanda’nın koca Endonezya’yı ve bunlardan birkaçının anlı şanlı Osmanlı İmparatorluğu’nu bir avuç insan ile yönlendirmesi, sömürmesi zor iştir, kafa işidir, satranç kafası işi… Meselâ İspanyollar işi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar2. Ve İspanyollar o zamanki AET’ye girdiklerinde oldukça fakirdiler.
AB hakkındaki yazımda bir başka hususu da vurguluyor ve bunu (X+1) ile ifade ediyordum. (X) ne idi? Batı’nın her hangi bir pozitif özelliği, üstünlüğü3. (+1)? O pozitif üstünlüğün daha üstünü. Nasıl ulaşılır ona? Daha fazla çalışarak tabiî ki… Ama nasıl çalışarak? Bilimsel yöntemli, yukarda değindim. Bizimle beraber eş zamanlı olarak XIX. yüzyıl ortasında4 yola çıkan Japonlar da böyle yaptılar, biz yapamadık… Ruslar ise bizim “deli” dediğimiz Büyük Petro zamanında yola çıktılar.
Ben (X+1) formülüne uyum sağlayan, çalışmaktan yılmayan, hâlâ da seksene ulaşan yaşıma rağmen okuyan, yazan, çizen ve kimsem olmadığı için de ayaklarım üzerinde durmağa çalışan bir kişiyim. Bunu âleme talkın verip salkım yemediğimi anlatmak için söylüyorum, aferin almak için değil… Madem bu paragrafa “Ben” diye başladım, öyle devam edeyim. Ben, esas itibarıyla Türkiye’nin “Ayrıcalıklı Ortaklık” statüsünü seçmesini yeğlerdim. Bu statüde hareket alanımız daha esnek olurdu diye düşünüyorum. Kopma nasılsa olmayacaktı. Pek çok sebepten Avrupa bizden, biz Avrupa’dan kopamayız ve kopmamalıyız da… Doğrusu bu olmasa Condolezza Rice da devreye girmezdi. Bir fikrimi daha dile getirerek bu paragrafı kapatayım. Dipnot 17’de değindim. AB ile asla bağdaşmaması gereken partiler İslâmî ilkeli partilerdir, yani AKP gibi. Dinler arası diyalog en azından İslâm için safsatadır, gerçek dışıdır, çünkü Hristiyan cehennemliktir, öldürülmesi vacip olan bir kâfirdir, Kur’an böyle diyor, Usame bin Lâdin de tüm standart Müslümanlar da bunu böyle kabul ediyor. O hâlde, “değiştim” maskesi altındaki AKP’nin stratejisi nedir? Bence şu: Kemal Derviş ile başlayan ekonomik İMF’li düzelme konjonktüründen de yararlanarak daha on yıl kadar lâik Cumhuriyet’in yegâne koruyucusu ve kollayıcısı olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni etkisiz kılmak ve salam kesme taktiği ile Lâik Cumhuriyeti yok edip yerine şeriat düzenini getirmek. Zaten entelekyanın yüzde doksan beşi, 12 eylül 1980 öncesi gibi, lâçka. Meselâ, başını örtse ne olur, diyenler var. Ne olacak, yarın başörtüsünün ebadı büyür çarşaf olur, kadın eve kapatılır, camiler için yeşil alan kalmazsa Kız Kulesini de Said-i Nursî Mescid-i Bahrî’si yaparız olur biter, el Fatiha Türkiye 1923-2013!
Batı üstün müdür değil midir? Sık sık dile getiriyorum, son olarak da “Bon pour I’ Orient”te dile getirdim. Batı’nın hem maddî hem de manevî alanda üstünlüğü tartışmasızdır. Daha Osmanlı’nın çağın ABD’si olduğu XVI. yüzyılda, Kanunî Süleyman’a Batı’nın “muhteşem”5 dediği zamanda bile Batı maddî ve manevî üstünlüğün öğelerini sağlamıştı. Batı deyince ben de aslında bir coğrafyayı değil bir zihniyeti, bir düşünce sistemini anlıyorum. Bu bakımdan Batı, Avrupa dediğimiz coğrafya kadar ABD’dir, Rusya’dır, Japonya’dır, Kanada’dır, Avustralya’dır, Güney Afrika’dır. Yalnız dünyanın hiçbir coğrafyasında bu kadar uygar toplumlar yoğunluğu yoktur, Avrupa’da olduğu kadar. Avrupa’nın maddî ve manevî en geri kalmış bölgesi de maalesef Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan kısımdır.
Avrupa II. Cihan Savaşı sonunda bazı şeylerin farkına vardı. Daha doğrusu çoktan farkına vardığı husus kafasına dank etti. Avrupa dünyadaki liderlik rolünü yitirmişti ve statüko değişmediği, yani Avrupa birbirini yediği sürece bunun çaresi de yoktu. Yapılacak olan birbirini yememek ve birleşmekti, ekonomik bakımdan ve siyasî bakımdan. Önce ekonomik entegrasyon başlatıldı, Charles de Gaulle ve Konrad Adenauer tarafından, Montan Union ve AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu). Daha sonra sıra politik entegrasyona geldi ve şimdi artık birliğin adı Türkçe AB kısaltması ile Avrupa Birliği, uluslararası adı ile EU. Bu gelişmeler sonucunda Avrupa’nın – şimdilik – zenginleştiği ve barış içinde yaşadığı görülüyor. Özellikle göreli ve mutlak gerilik içinde bulunan Avrupa ülkelerinin de kısa zamanda Birlik içinde kendilerini hem ekonomik hem de uygarlık düzeyi bakımından toparladıkları gözleniyor, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi…
Bu birliğin yaşayabilmesi için her birlik üyesi ulusun eskisine göre bazı fedakârlık diyebileceğimiz ödünler vermesi gerekiyor. Unutmayalım, her beraberlik mutlaka ödün vermek demektir. Ödünsüz kedi ile bile birlikte olunmaz. Bu tabiî ki üzerinde düşünülmesi gereken bir husus ve de zaten çok düşünüldü birliğe katılanlar tarafından. Türkiye uzun zaman ve hâlâ maalesef Avrupa’daki bu değişimi merak edip incelemiş durumda değil. Meşhur, görmeyenlerin fili tarifleri gibi bir durum. En yaygın ve ilkel algılanışı, eskiden taşra tarafından İstanbul’un algılanışı gibi, İstanbul’un taşı toprağı altındır, şeklindeki… Aklına esen çıkınını alacak ver elini taşı toprağı para Avrupa’ya! Diyeceksiniz ki daha Sünnî Türk, özbeöz kardeşi 15 milyon Alevî Türk’ü tanımıyor, nerde kaldı karmaşık ve Hristiyan Avrupa’yı tanımak! Avrupa’nın bizde bir de dehşetengiz yaygın şu tanımı var: Kâfirler, pis gâvurlar6!
Avrupa Birliği’nin bilimsel tanıtımı ve incelenmesi beni aşar. Orkun okurları bakımından şu husus ilginç olabilir: Acaba Avrupa Birliği’ne giren uluslar, ulus devlet olma özelliklerini ve bununla bağlantılı olarak törelerini, geleneklerini, kısacası ulusal kimliklerini kaybediyorlar mı? Daha baştan şunu söyleyeyim ki, bazılarının sandığının çok aksine, milletini, milliyetini, dilini, gelenek, görenek ve törelerini seven tek ulus biz değiliz, ne kadarımızın ne kadar ne tür sevdiğini bir tarafa koysak bile7… Ne modern milliyetçilik’in doğum yeri olan Fransa, ne İngiltere, ne Almanya, ne dört dilli İsviçre8, ne papazlarına kadar Yunanistan ne de küçücük ama sesini iyi duyuran Rum Kıbrıs bizden daha az milliyetçidir. Bizde çok zaman birileri’nin “öteki” dediğine “sövme-vurma-kırma” türünde anlaşılan bir acaip, tanımlanmamış, milliyetçilik anlayışı veya anlayışsızlığı vardır! Aynı kişi hem AKP için yırtınır hem de MHP için. Oysaki teoride biri kara diğeri beyazdır veya tersi.
Evet ben ulus devletler ölmemiştir ve ölmeyecektir, diyorum! Bazı karar ve yetkilerin Brüksel’e devri, AB ordusunun(!?) meselâ Türkiye’yi istilâsı demek değildir, Yunanistan’ı veya Almanya’yı istilâ etmediği gibi… Eğer ulus devlet ölseydi, Fransa ve Hollanda referandumları olmaz, küçücük Avusturya ortalığı karıştıramazdı. Yarın 75-80 milyonluk Türkiye’nin Avrupa Parlâmentosunda ne kadar güç temsil edeceğini biliyor musunuz? Sarışın Ursula Plassnik yerine yarın esmer Ayça Göktürk’ün vetosunun nasıl ses getireceğini düşünebiliyor musunuz? Ursula Plassnik’in endişesini anlayışla karşılayınız. İyi de yetiştirilmiş olması koşulu ile 30 milyon genç Türk’ün9 AB’de nasıl bir fırtına oluşturacağını hesaba katıyor musunuz? Avrupa hesaba katıyor ve korkuyor haklı olarak10.
Tekrarlıyorum: Ulus devletler ölmeyecektir. Onun için endişelenmeyelim ve hele “… Türk ulusu satılıyor…” diye ulus devlet pazarlaması yapan siyaset bezirgânlarına fazla kulak asmayalım. Ciddî bilimsel eleştiriler, uyarılar hariç. Günün birinde ulus devletlerin doğal ömrü dolar da ölürlerse zaten yapacak bir şey yok. 1789’dan önce ulus devletler yoktu. İmparatorlukların da öleceği sanılmıyordu. Kafası karışanlar toplumsal organizmalar hakkında İbn Haldun’a başvursun!
Sabah gazetesinin 05.10.2005 tarihli nüshasında “Medeniyetler ittifakı başladı” diye bir başlık vardı ve şöyle devam ediyordu:”İspanya Dışişleri Bakanı Miguel Angel Moratinos, Medeniyet İttifakı projesinin Türkiye ile AB arasında müzakerelerin açılmasıyla başladığını söyledi.” XXI. yüzyılda aklı başında insanların bir çarpışma istemediği kesindir, bu medeniyetler çatışması olsa da. Kabul edilebilir olan Hegel’in ünlü diyalektik sürecidir, yani, Tez-Antitez-Sentez üçlüsü. Mâlûm, zamanla sentez, teze dönüşmekte ve süreç sürüp gitmektedir, benim gibi sıradan bir insanın anlayabildiği kadarıyla böyle bu süreç. Zaten tüm insanlık bu sürecin aktörleri durumundadır isteseler de istemeseler de, özellikle bu bilgi ve iletişim çağında.
Orta Asya-İslâm-Batı Kültürlü11 ve Avrupa-Asya Coğrafyalı Türkiye, Hristiyan ve Batı Kültürlü Avrupa Coğrafyalı Avrupa ile hukukî bağlar içinde diyalektik sürece girecektir. Bu süreçte ekonomideki, kötü para iyi parayı kovar, benzeri bir süreç yoktur, aksine İyi-Doğru-Güzel, Kötü-Yanlış-Çirkin’i kovar süreci vardır. Benim çevremde, ben bir kız ile konuşursam o kız öldürülmüyor. Benim kız kardeşim bir erkekle konuşursa ben kız kardeşimi öldürmüyorum. Kız-erkek ayrımı yapılmaksızın tatsız olaylar olursa çözüm devletin bu maksatla kurulmuş yargı organlarında çözülüyor. Anladınız, özellikle Güneydoğulu kafalarda bulunan ve basında “töre cinayeti”, “töre infazı” diye adlandırılan “kötü-yanlış-çirkin” den söz ediyorum. Tabiî ki bu tür ilkel namus anlayışı silinecek, silinememiş olması ulusal ayıbımız ve bunun da sorumlusu 1950’de durdurulan Cumhuriyet Aydınlanması. Demek istediğim, ima ettiğim, bizim “Kötü-Yanlış-Çirkin” taraflarımız, Batı’nın “İyi-Doğru-Güzel”i ile yer değiştirecek.
Bir başka konuya geçeyim, şu kayıt dışı ekonomi meselesine. Ne demek kayıt dışı ekonomi? Türkçesi vergi kaçırmak, sigortasız işçi çalıştırmak demek, sömürmek demek. Devletin hizmetlerinden yararlanıp ama katkıda bulunmamak, üstelik utanmadan da aksayan devlet hizmetlerinden şikâyet etmek demek. Daha da Türkçesi, hırsızlık demek! Yani “KDV fişi vermeyen hırsızdır!” demek. Evet KDV fişi vermeyen hırsızdır, ister sağcı, ister solcu, ister dindar, ister dinsiz olsun, isterse Orkun okuyan Türkçü (!?) olsun! Eğer bir toplumda kayıt dışı ekonomi yaygın ise o toplumda hırsızlık yaygın demektir, o toplum hasta demektir, o toplum onursuz demektir12.
Yukarki iki misâlde de söz konusu, idare olunanlardı. Ya idare edenler, ister zorla gelmiş, ister seçilmiş olsunlar. Yani balığın başı. 1923’ten 1950’ye, yani Adnan Menderes zamanına kadar balığın başında kokmalar yoktu, baş civarındaki kokmalar ise nadirattandı, mide bulandırmıyordu. Gerçi II. Cihan Savaşı şartları karaborsayı doğurmuş ve kokuşmaları başlatmıştı, zaten bir de Fuzulî’nin dile getirdiği kemikleşmiş, yani kurumlaşmış rüşvet kanserimiz vardı bünyede. 1950’den sonra bir kırsal ekonomi mantığı oluştu, zengin olunsun da nasıl olunursa, kim olunursa olunsun, her mahallede bir milyoner mantığı. Sonra Özal gibi parlak ama bir kırsal kafa “köşe dönme ekonomisi”ni doğurdu, Demirel gibi bir başka ama yine kırsal kafa “verdimse ben verdim” dedi ve artık “para aksın da nereden nasıl kimden akarsa aksın” ile doruğuna ulaştı, Unakıtanizm mi demeli yoksa Erdoğanizm mi bilmiyorum… Tam homojen Türkiye. Türkiye haritasını tam ortadan katlasanız Trakya ile Rize üst üste gelir. Tencere kapak buluşması.
Yukarda üç misâl vermeğe çalıştım. Üçü de çirkin ve pis kokuyor. Ve benim bakış açıma ve değerlendirmeme göre de biz (ki kısmen veya tamamen sistemin çirkinlik ve pisliklerine bulaşmış durumdayız) bunlara çare bulamadık. Çünkü tutarsızlık ve ciddiyetsizlik virüsünden kurtulamıyoruz. Aslında, döviz çipası vb. gibi bazı uygulamalar hariç IMF’nin reçetesi iktisat fakültesi birinci sınıf öğrencisinin bile bildiği, denk bütçe meselesi sadece. popülist politikalar nedeniyle bir türlü denk bütçeyi uygulayamadık. IMF bize zorla uygulattı, hani şu faiz dışı fazlalar vb. gibi. Hatırlardadır. Demirel iktidara gelmek için, buğday taban fiyatına herkesten daha fazla vereceğim, dedi. Ne oldu? Banknot matbaası fazla mesai yaptı. Sonra 30 sente muhtaç Türkiye! Şu son zamanlarda siyasî yelpazenin hemen hemen tüm renkleri şu veya bu ölçüde devlet erkini eline geçirdi. Babamın lisanı ile kim bu irtikâp, irtişa ve suiistimallerin önüne geçmeğe çalıştı? Tekir yaylasında demir döven parti bile yolsuzluklara çare bulmak bir yana, üstüne çamur sıçrattı gitti. İktidarlaşamamış bir başka benzeri, aldığı parti yardımının hesabını veremedi…
AB’ye uyum çalışmaları ile beraber bu çirkinlikler ve pislikler muhtemelen düzelecek. Bu, girip girmemek meselesi nedeni ile olmayacak. Ama İyi-Doğru-Güzel üçlüsünü arzu eden ve bunun için çaba harcayan iç dinamikler, dış dinamiklerin itici gücü ile canlanacak ve devreye girecek. Yani çirkinlik-pislik eğrisi aşağıya yönelecek. Eğitim ve gönenç düzeyi yükseldikçe çirkinlik ve pislikten uzaklaşma ivme kazanacak. Batı’daki göreceli doğruluk, moral ve dinî erdemlerden değil. Esas faktör lâik eğitim ve yükselen refah. Bu paragrafı bitirirken şunu vurgulamak isterim: Benim açımdan, AB Türkiye için bir amaç değil, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için bir araçtır. Donanımlı, ciddî ve aklı başında bir Türkiye AB’den güç alır ve AB’ye güç katar. Olmazsa, İnönü’nün dediği gibi, Türkiye yeni kurulan dünyada yerini alır. Umarım masada kaprissiz ve makul bir Avrupa ve Türkiye oturur…
Türk ekonomisi, şu son günlerde birçok ünlü ve yüksek tirajlı Batı gazetelerinin de dile getirdiği gibi, yüksek kalkınma hızında. Ve Türkiye nerede ise 200 civarındaki ülkeler skalasında ekonomik güç olarak 18. sırada. Bu asla küçümsenmemeli. Bunu biz gerçekleştirdik. Ben, bazıları gibi, Türk ekonomisinin AB içinde büyük hamle yapacağına inanıyorum. Batı basınında şimdiden “Anadolu Kaplanları”ndan söz ediliyor. Daha ufak tefek desteklemelerle (sübvansiyonlarla) ve sanayi ve tarımda zamanla rasyonalizasyonla ekomomi büyük hız ve büyüme kazanacak ve Türkiye Avrupa’nın lokomotiflerinden olacaktır13. Önümüzde belki sadece Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya olacaktır. Hele bir de tekniği hayâl gücünün emrine veren, mızraklı ilmihâl değil ama Jules Verne okuyan Türkler çıktığında… İşte o zaman Türkiye bu ülkelerden gelen Gastarbeiter akımını durdurmak için serbest dolaşım hakkını kaldırmak isteyecektir14. Bayan Ursula Plassnik mi ne yapıyor? Duyduğuma göre Koç Holding’ten sonra BilmemneSA’dan da ayrılmış, şimdi Eczacıbaşı’nın Vitra’sında klozet kalite kontrolunda çalışıyormuş!
Umarım zarif bir bayan olan Ursula Plassnik bu kabalığımı, çiğliğimi bağışlar, ona biraz kızgınım da… Ama iyi de oldu. Kapalı kapılar ardında ne olduğunu bilemem ama bayan Plassnik ikinci Osmanlı kuşatmasından sonra bu kez Haçlı kuşatmasının hışmına uğradı. Piyer Lermit’in rolünü Jack Straw yüklenmişti. Hiç alınmayalım ve bazılarının – halk deyimi ile – dolduruşuna gelmeyelim. Batı karşıtı duygusal zırvaları savunmayalım. Zırvayı savunmak zırvalamaktan daha kötüdür. Hem Avrupa Parlamentosu’nun “evet”i hem de 3 Ekim 2005 “evet”i Türkiye’nin büyüklüğünün ürünüdür. Ben Batılıları iyi tanıdığımı iddia ediyor ve diyorum ki, Batı hesap etti kitap etti ve “evet” dedi. Bu “evet”ler Türkiye için pırıl pırıl kalite belgesidir15. Son, Orkun 92’deki yazımı okuyanlar için şunu ilâve edeyim: Bu “evet”ler asla “Bon pour l’ Orient” değil ama “Bon pour l’ Occident”tir! 3 Ekim sırasında NTV’de Emre Kongar ile Mehmet Barlas programında Emre Kongar, Avrupa Kulübüne tenis oynamak için girip orada kapıcı olmak da var, mealinde konuşuyordu. Doğru! O kulübde tenis umuduyla girip kapıcı da olunur, kapıcı girip tenis oyuncusu da olunur. Tembel ve donanımsız olan ise kapıcının tuvaletini temizler. “To be or not to be!” Türk olan, Doğru olan, Çalışkan olan, tenis oynar. Türkiyeli olan, Tembel olan, vergi kaçıran tuvaleti temizlerken tenis oynadığını ve başının dik olduğunu vehmeder!.
Hiç kimse doğrudan AB’nin “evet”inden kendine pay çıkarmasın, hele hele Amerikalı’nın “Faşistislâmistler” dedikleri. Türkiye’ye “Bon pour l’ Occident” diplomasını verdiren Atatürk’ün Lâik Türkiye Cumhuriyeti Aydınlığı’dır16. Başta, arada ve sonda17 emeği geçenlere de teşekkürler tabiî ki…
DİPNOTLARI
1- Danimarkalı Thomsen’in Orhun (Orhon) yazıtlarını okumak için ne kadar sıkı çalıştığını düşünün. Avusturyalı Hammer’in (1774-1856) çetrefil Osmanlıca’yı çok daha çetrefil Osmanlı belgelerini inceleyerek ilk kapsamlı ve hâlâ referans olan Osmanlı Tarihi’ni yazmak için ne kadar zorluk çektiğini tasavvur edin.
2- Bu meyanda azınlıkta olan Müslüman Osmanlı’nın çoğunluğu Hristiyan olan bir imparatorluğu başarı ile yönetmiş olduğunu unutmuyorum. Ama daha XVI. yüzyılda kapitilasyon tuzağına düştüğünü ve zenginlerin Rum ve Yahudilerden oluştuğunu da unutmuyorum.
3- Pozitif üstünlük ile İyi-Doğru-Güzel’i kastediyorum. Yani Batı’da iyi gangster var, ben daha iyi gangster olurum, demek istemiyorum.
4- Aslında Tanzimat Fermanı’nı, hele III. Selim’i esas alırsak biz daha da önce çıktık.
5- İngilizce “the Magnificent”, Fransızca “le Magnifique”, Almanca “der Praechtige”
6- Almanya’dan yayın yapan Türkshow TV’de Mehmet Çoban yönetimindeki Fikirshow programında (her Pazar saat 20.30 / Türkiye 21.30) Prof. Recep Keskin’in (ATİAD) dediğine göre Almanya’da 4000 dinî Türk derneği varmış. Ama bir Türk diasporası yok!
7- Dinleri saymadım, çünkü dinler uluslararasıdırlar, ümmetçidirler, millînin karşıtıdırlar.
8- Eski Konya ilimiz büyüklüğündeki İsviçre’deki İsviçre bayrağı sayısı tüm Türkiye’deki Türk bayrağı sayısından fazladır.
9- Tabiî bu 30 milyon gencin ihtiyarlayacağını da unutmayalım. O zaman ihtiyar bir Türkiye sorunu oluşacak. Devamlı 30 milyon genci olmak demek ise Çin ile rekabet etmek demektir, yani felâket!
10- Türkiye şu anda kapılarını komşu ülkelere ve dost Pakistan’a açabilir mi? Ukrayna ve Moldova’dan kaliteli ama ucuz işgücü akınına uğramaz mı? Belki Yunanıstan hariç tüm komşu işçiler asgari ücretle Türkiye’de çalışmağa hazır değil mi?
11- Bu deyimi, yani “Orta Asya-İslâm-Batı Kültürü” üçlüsünü özellikle ve bilinçli olarak kullandım. İnanıyorum ki, bu üç öge özellikle Rumeli ve Anadolu Türkü’nün tinsel yapısının aslî unsurlarıdır. Daha III. Selim den beri Türkiye Batı’ya bilinçli olarak açılmaktadır. Son büyük Açılma Atatürk ve İnönü zamanındadır. İnönü devrinin ihmal olunan ve Attilâ İlhan gibilerince küçümsenen hümanist açılmalarını (dünya klâsikleri!) da unutmayalım! Evet, ben, Asya soyundan ama tinsel ağırlığımla Batı irfanındanım.
12- Bu meyanda şu hususu belirtmek gerek. Ekonomik hayat serbest piyasa düzeninde, Darwin’in “yaşam için mücadele” kuralını gerektirir. Bazı orta ve küçük boy işletmeler, rakipleri kayıt dışı çalıştıkları takdirde onlarla rekabet edemez duruma düşerler. Yani yaşamak için kayıt dışına çıkmak zorunda kalırlar. Çaresi devletin onurluluğudur… Şunu da ekleyeyim. Kimse de kalkıp sosyalist ve komünist sistemi övmeye kalkmasın, hattâ – erken Cumhuriyet hariç – devletçilik denen çirkin ve kirli devlet kapitalizmini…
13- Böyle bir Türkiye ve böyle Türkler olarak, Turan için de büyük kazanım olacağız, kardeşlerimizi de peşimizden sürükleyeceğiz. Bilmiyorum Türkiye’nin ve Türk Turancıların bu konuda, üç beş aşk mektubu dışında, bir bilimsel çalışması var mı? Yoksa onu da mı bir yabancı araştırmacı yapacak, biz de rötarlı olarak Türkçe’ye çevireceğiz!
14- Kalkınmış İngiltere’nin burnunun dibindeki İrlanda AB’ye girene kadar yoksul bir ülke idi. Şimdi artık gönençli bir ülke.
15- Lüksemburg’da Abdullah Gül’ün ilk kez o ortamda Türkçe konuşması ve İngiliz meslektaşına “… Kulaklığını tak Jack, Türkçeye alışmalısınız…” demesi ve hariciyemizin bunun için önceden kararlı ve hazırlıklı olması övülecek bir davranıştır. Bilmem Recep Bey olsa “Türkiyelice” mi derdi? Bu meyanda hakkı yenilmemesi gereken bir yiğıt de İsviçre’de mahkemede “Soykırımı yoktur!” diyen Doğu Perinçek’tir.
16- Hatırlanacağı üzere Amerikalı yazar Frank J. Gaffney Jr. The Washinton Times’de 27.09.2005 tarihli yazısında Atatürk ilkelerinden uzaklaşan AKP’yi, “ ‘No’ to İslamist Turkey” başlığı altında “İslamofaşist” olarak niteledi.
17- Çok da ironik bir durum meydana geldi. Malûm, Maide suresinin 51. ayeti “… Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır…” diyor (Diyanet meali, sayfa 116). Herhâlde Recep Bey siyasete atılmasaydı meselâ Rize Merkez Camii Başimamı olurdu. Bildiğim kadarı ile fakültedaşım Gül’ün babası da imammış. Eh kabinede bir de ilâhiyat profesörü Mehmet Aydın var. Fetva makamında da bir prof. Ali Bardakoğlu. Recep ve Abdullah beylerin piri Necmettin Hoca yıllarca Batı’yı Hristiyan kulübü diye tanıttığına göre, demek ki Türkiye-AB izdivacı öncesinde Maide 51’in yeni bir tefsiri yapılmış oldu, bir ictihad söz konusu. Daha geçenlerde Recep Bey, Ofer nedeniyle, Yahudi düşmanlığı yapmayın, diyordu. Yani Maide 51’in tam tersi söz konusu ve Maide 57 de yok sayılıyor. Darısı, kadınların ziynet yerinin yorumu’nun başına… Bir de Hristiyanlar ile iftarlaşmalar var Ramazanda. E, sonra da tabiî mukabeleten paskalyalaşmalar, yortulaşmalar filân olacak. Ben zaten Gagavuz’u, Çuvaş’i özbeöz kardeşim sayıyorum. Ama Recep Bey?