İLK insan ve peygamber Hz. Âdem’den bugüne insanlık tarihinde çeşitli sosyal gruplar oluşmuş ve bunlar soy-kabile-aşiret ve akabinde de millet aşamasına kadar gelmiştir. Bu, belki insanların ve toplumların birbirlerini tanımaları açısından en belirgin özelliğin ortaya konulmuş olmasından, belki de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki -bunların içerisinde en önemli olan topluluk- milleti “millet” yapan da “belli bir topluluğun, bir ya da birkaç ülkü etrafında toplanmaları”nın haricinde başka değerler de onu tanıtmaya yeter de artar bile!..
Şahıs, birey, fert ya da kişi cephesinin neresinden bakarsanız bakın insan topluluğu; belirli ırktan, dilden, ortak bayrak ve marştan, aynı coğrafyayı paylaşmaktan, ortak ülkülerde birleşmekten meydana geliyorsa, o, “millet” aşamasına gelmiş demektir. Bu millet eğer bir ülkü etrafında birleşmiyor ya da maddî-mânevî değerlerini sahiplenemiyor ve paylaşamıyorsa amaçsız bir halk yığını hâline gelmiş ve güdülmeye mahkûm olmuş demektir. Burada “eğitim” dediğimiz “güç” karşımıza çıkmaktadır. Lord Brougham da bunu “eğitim görmüş halkı bir yöne sevk etmek kolay, sürüklemek güçtür, idare etmek kolay, köleleştirmek imkânsızdır.” sözüyle apaçık bir şekilde dile getirmekte ve eğitimin önemine bir kez daha dikkat çekmektedir.
Eğitim, beşikten mezara kadar sürer; yaş, cins, bölge ve mekân tanımaz. Bu değerlerin üstündedir. Gerek ilâhî kitaplar, gerek beşeriî ideolojiler ve gerekse bir amaç gütmeye çalışan sosyal gruplar her zaman ve zeminde eğitime ağırlık vermiş, bunun mücadelesinde bulunmuştur. Eğitimi vermeye-aşılamaya çalışan sosyal grup ya da kurumların başında önce “aile” ve ondan sonra da -çeşitli kademelerden oluşan- “okul”lar gelmektedir.
Türk milleti eğitime, aileye ve okullara her zaman önem vermiş ve Müslüman olduktan sonra da “ilim Çin’de de olsa gidip alınız” sözünde saklı olan mesajın gereğini yerine getirerek bunu iyice pekiştirmiştir. Durum bu çerçevede olunca, eğitimin ilk yuvası olan “aile”nin eğitimi üzerinde duran bu aziz millet “tarihe ışık tutan” dehaları dünya çapında tanıtmayı başarmış ve ilklere imza atmıştır. Türk’ün eşsiz dehası karşısında küçük dilini bile yutmak zorunda kalan diğer devlet ve milletler bu kalenin nasıl yıkılacağı konusu üzerinde senaryo üstüne senaryo üretmeye başlamış ve devrine göre ahlâksızlık ve çeşitli buhranlarla nesli yozlaştırmaya ve eğitime karşı soğutmaya çalışmıştır. Kaliteli insanları da “beyin göçü”yle kandırarak kendi cephelerine çekmeyi başarmıştır.
Eğitimsiz neslin daha kolay mahvedileceği mantığıyla hareket eden milletler, Türk’e düşman olmanın yolunu aileyi ve diğer eğitim kurumlarını “reform” adı altında mahvetmekte görmüş ve birer birer bunu uygulamaya koymuşlardır. Durum böyle olunca, eğitim kurumlarında “batı taklitçisi” eğitmenler türemiş ve bunlar genç nesli millî duygulardan uzak bir şekilde yetiştirmişlerdir. Ülkesine, devletine ve milletine karşı tavır alan bir eğitimin içerisinde kendini bulan neslim iz, âdeta müfredat hazretlerinin içerisinde hapsolmuş, dünyadaki gelişim ve değişimlere uzak kalmıştır.
Eğitimden istenilen kaliteyi alamayan, beklenilen bilinçli nesli göremeyen ve bundan yoksun olan bu millet, ne yazık ki -bazı dönemler hariç- adına hiç de yakışmayacak hareketlerin içerisinde bulunan “Millî Eğitim Bakanlığı”nın uygulamalarıyla karşı karşıya kalmış, ”eğitim”i tartışır hâle gelmiştir. “Eğitim” ve bu çerçevede “millî eğitim” nasıl olmalı ki genç nesil “eğitim”i tartışmasın ve beklediği kaliteyi yakalayabilsin? sorusuna cevap bulunduğu takdirde, eğitimin üstünde dolaşan kara bulutlar da dağılıp yerini aydınlık güneşi alacaktır.
Millî eğitim nasıl olmalıdır, nasıl olabilir ve bu çerçevede genç nesil nasıl yetiştirilir sorusuna cevap aramaya çalışalım:
• “Eğitim “aile”yle başladığı için öncelikle ailenin iyi eğitilmiş olması gerekir. Eğri ağaçtan doğru kereste çıktığı nerede görülmüştür? Daha milletin ve millî değerlerin ne olduğunu bilmeyen aileler varken, suçu sadece fikirlerde, okullarda ve kadrolarda aramak gerekmiyor. Çocuk doğar doğmaz TV’yle tanışıyor ve onun esareti altında büyüyor. Bu esaretin kırılması, ailenin yeni nesle sahip çıkması, sevgi-şefkatle büyütmesi ve onlara yardımcı olması gerekir. Bunun için ilk yapılacak iş; evlerimizin kütüphane hâline getirilmiş olmasıdır. Okumayı-yazmayı öğrenen çocukları, her türlü bilgiden mahrum bırakmamak ve yararlı-zararlı bilgilerin ne olduğunu aşılamak gerekir. Bilgi ve beceriyle alt yapısı sağlamlaştırılan çocuk, ileride daha çok eğitime zaman ayıracak, kendini eğitime verecek ve cevapsız soruları cevaplandırmaya çalışacaktır. Bir nevi kendini sorgulamış olacaktır.
• Aileden istenilen eğitimi gören ve alan çocuk, belli bir müddet sonra “okul” denilen kurumla ve bu kurumda verilmek istenilen “millî eğitim”le tanışmış olacak, bunun ne anlama geldiğini sorgulayacaktır. Millî eğitim denilince, akla; milletin öz değerlerini öğreten-yansıtan ve onları baş tacı eden nesilleri yetiştiren eğitim gelmektedir. Diğer bir ifadeyle bir eğitimin “millî” olabilmesi için onun “millet”le olan irtibatının kopartılmaması-ilişiğinin kesilmemesi gerekir. Milletin öz değerlerine hakaret eden kişi, düşünce ve kurumların eserlerini çeşitli kurullardan geçirip genç dimağların beyinlerine kazımayı “reform” olarak tanıtmak eğitim değil, başka şey olsa gerek!
• Irk, ülke ve devlet sevgisini İtalyan faşizmiyle eşdeğerde tutup, okullarda faşist ve militan (üstüne basa basa bilinçli olarak “ülkücü” deniliyor) yetiştirildiğini ileri sürenler eğitim yuvalarını ideoloji kampları hâline getirmek istemekte ve genç nesli değer verdikleri ilkelere karşı soğutmaya çalışmaktadırlar. Buna izin verilmesi ve taraftar toplaması eğitim olmasa gerek!
• Tarihe ışık tutup milletine önderlik yapan kahramanlardan öcü görmüş gibi uzaklaşan nesilleri yetiştirip, vatan hainlerine iade-i itibar sağlayanlar ve eserlerini baş tacı edenler eğitim gönüllüsü değil, medeniyet canavarı ve Türk düşmanıdırlar. Bu tür insanların eserlerinin okutulması; medeniyet ve eğitim dünyamıza hançer saplatıldığının göstergesidir.
• Bilim ve teknolojiyi takip etmeyi, okullara depreme dayanıklı sıralar ve amacı dışında kullanılan bilgisayarları koymada gören zihniyetler, beyinlerindeki -kitaplarındaki çağdışı kalmış- köhnemiş ideolojileri yok etmeyerek mi eğitimdeki teknoloji ve kaliteyi yakalayacaklardır. Devlete (bakanlığa) bağlı okullarda daha çok çağdışı uygulamalarla karşı karşıya kalınmakta, özel (paralı) okullarda ise eğitimde görülmek istenilen kaliteyle karşılaşılmaktadır. Devlet desteğinin olmadığı özel okullarda, kurucusunun-sahiplerinin fikir ve saplantıları doğrultusunda eğitim verilmekte ve bu da bizleri derinden yaralamaktadır. Okul, eğitim yuvasıdır ve öyle olmalıdır. Buralar, ne militan, ne yandaş ve ne de yoldaş yetiştirmeli ve nesli zararlı akımlardan uzak tutmalıdır.
• Okullarda yanlış verilen eğitimin kökeni-âdeta kurumlaşan- “müfredat programları”na kadar dayanmaktadır? Çağa ayak uyduramayan, onunla bağdaşmayan ve her iktidar değişiminde değişmeye mahkûm olan müfredatlar yeniden gözden geçirilerek yenilenmeli ve tabu olmaktan da çıkarılmalıdır. Müfredatlar; iktidar partilerinin fikirlerinden ve bunların yandaşlarının hazırlamış oldukları -parti programları gibi- eserlerden değil, milletin ve devletin esas politikalarından oluşmalı ve Türklüğün değerlerini yansıtarak vatan haini değil, vatandaş yetiştirmelidir.
• “Türk Dili ve Edebiyatı” ders olmaktan öte sindire sindire öğretilmelidir. Türkçeye ve edebiyatımıza eserler kazandıran ve isimleriyle ekolleşen kişi ve kurumlar, iyice tanıtılmalı ve onların izinden gidilmelidir. Kendini dile ve edebiyata adayan kişi ve kurumlara her türlü destek de verilmelidir. Bu çerçeveden bakacak olursak; kendi dilinin inceliklerini bilmeyen ve konuşmaktan da âciz olan nesle İngilizce, Almanca ve Fransızca vb. gibi yabancı dilleri “ders” ve hem de “mecburî ders” olarak okutmak akıl kârı bir iş değildir. Bu tür yabancı dersler “mecburî ders” olmaktan çıkartılmalı, bunların öğretilmesi -MEB eski bakanlarından Hasan Celâl Güzel’in zamanında da olduğu gibi- isteğe (tercihe) bırakılmalıdır. Yabancı dille eğitimin, çağdaşlaşmanın değil, ihanetin eseri olduğu ve dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulamaya rastlanılmadığı gerçeği hâfızalara kazıtılmalıdır.
• Türk’e has sanat ve zanaatların öğretilmesi yoluna gidilmelidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birinin kopmuş ve sanatın da altın bilezik olduğu öğretilmelidir. Türk’e has spor türlerinin de tarih mahzenine gömülmemesi ve öğretilmesi için yaptırım gücü olan teşvikler uygulattırılması ve bu alanda da söz sahibi olduğumuzun kanıtlanması gerekir. Ayrıca, eğitim, mesleğe yönelik olmalı ve ilköğretim 5. sınıftan sonra meslekî derslere ağırlık verilerek çocukların meslekî eğilimleri tespit edilip bunların eğitilmesi yoluna gidilmelidir. Böylelikle, üniversitelerin kapılarına dayanan yığılmalar da -bir nebzecik olsa- önlenmiş olacaktır.
• Eğitimin ve meslek kazandırmanın en önemli kurumunu teşkil eden üniversitelerin de tepeden kırnağa gözden geçirilmesi ve yeniden yapılandırılmaları gerekir. Basit ve çok tartışılan bir kurum (YÖK’un) idare etmeye çalıştığı üniversiteler, adlarına yatışmayan hâl ve hareketlerin içerisine girerek nesli yozlaştırmayı tercih etmiş, âdeta “modern kahvehane” görüntüsünü sergilemişlerdir. YÖK zihniyetinin ürünü olan bu tavırla, eğitimden daha ziyade eğitimsizlik örnekleriyle karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Buna bir son verilmesi ve üniversitelerin üzerinde kara bulut gibi dolaşan YÖK’un egemenliğinin kırılması ve yerine tamamen bağımsız bir “kurum”un kurulması gerekir.
• Okuma-yazma kurslarının düzenlendiği kırsal kesimlerde eğitim, sadece dar bir çerçevede verilmemeli, bunların yanı sıra Türk gelenek ve görenekleri, sanat, musikî, tarih ve coğrafyası da pratik bir şekilde öğretilerek yetişmekte olan genç neslin bilinçlenmesine yardımcı olunmalıdır.
• Bu ülkenin eğitim politikası, hükümetler-bakanlar değiştikçe değişir hâle gelmiştir. Bunu önlemenin en basit yolu; eğitim kurumlarını bakanlıklara bağlamak değil, tamamen özerk kurumlar hâline getirmekten ve ehil kadroları atama yoluyla o koltuklara oturtmaktan geçer. Bu yapılmış olduğunda millî eğitim kurumlarının gerçekten de, adına yakıştığı gibi millî duygu ve düşüncelerle yönetilmiş olduğunu görmüş olacağız. Bunu görmek de bizler için lüks olmasa gerek!… Sizce de bu millet daha iyisine lâyık değil mi?!..
Biz de bir kıtayla, eğitimin ne derecede önemli olduğunu -2600 yıl önce yaşamış olan- Çin şairi Kuan-Tzu’nun sözleriyle ortaya koyarak konumuzu kapamaya çalışalım:
“Bir yıl sonrasını düşünüyorsan eğer, tohum ek,
On yıl sonrası ise tasarladığın ağaç dik,
Ama yüzyıl sonrası için halkı eğitmeye gayret et,
Bir kez tohum ekersen bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitilirse millet,
Birisine bir balık verirsen doyar bir defalık,
Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca.”
Teşvik ödülü sahibi
Günay Ertan AKGÜN
29.03.1973 tarihinde Rize’de doğdum. İlk, orta ve lise tahsilimi Rize’de yaptım. K.T.Ü. Rize Meslek Yüksekokulu İnşaat Bölümü’nden 1996 yılında “İnşaat Teknikeri” unvanı ile mezun oldum. 1996-1997 öğretim yılında bir dönem “vekil öğretmen” olarak görev yaptım. 21.05.1997 ve 21.11.1998 tarihleri arasında askerlik vazifemi tamamladım. Askerlik dönüşünden sonra bir müddet serbest olarak çalıştım. 04.07.2000 ve 24.07.2002 tarihleri arasında özel bir inşaat şirketinde sırasıyla şantiye şefi yardımcısı ve şantiye şefi görevlerinde bulundum. Halen serbest olarak çalışmaya devam etmekteyim. Evli ve bir erkek çocuk babasıyım.
Bazı yazılarım Türk Yurdu ve Yeni Forum dergilerinde yayımlanmıştır. Araştırma, inceleme ve makale türündeki yazı çalışmalarım devam etmektedir. Orkun Dergisi’nin 2001 Yazı Yarışması’nda “Teşvik Ödülü” kazandım.