MISIRLI profesör Ebu Zeyd’in hayat hikâyesini Almancadan Türkçeye çevirdim. Ebu Zeyd, Arap dili insanların eseridir, zamanla gelişmiştir ve Kur’an da o zamanın Arapçası ile inmiştir, binaenaleyh Kur’an yorumlanırken zamanının kurallarına ve anlamlarına göre yorumlanmalıdır (yorumbilim/hermenötik) gibi kelâmcı İslâma ters düşen fikirler ileri sürdüğünden Mısırlı köktendincilerin hışmına uğramış ve kâfir oldu diye Türk kökenli Müslüman profesör eşinden mahkeme kararıyla boşandırılmış. Ebu Zeyd şu anda Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nde eşiyle beraber sürgünde bir profesör. Türkiye’ye de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin konuğu olarak konferans vermek için çağrılmış, ancak gericilerin itirazı üzerine çağrı geri alınmış.
Konu ile doğrudan ilgili olmayan bu girişi şunun için yaptım. Çeviri esnasında Ebu Zeyd’in bazı fikirlerini benimsedim. Eskiden beri peşin yargılardan kaçınmak gerektiğini bilen ve uygulamaya çalışanlardanım. Ebu Zeyd –Mısır’ı da örnek vererek– toplumların moda sloganların etkisi altında kalarak yönlendiğini dile getiriyor. Tabiî bazıları toplumu yönlendiriyor, manüpile ediyor da demek mümkün.
Irak olayları nedeniyle Türkiye’de de bir “Barış-Savaş” tartışması sürüp gidiyor. Dergimiz Orkun –maalesef– aylık ve az sayfalı bir dergi olduğundan güncel olaylar hakkında fikir yürütmek mümkün olmuyor. Ancak güncel olayların sonradan yorumu yapılabiliyor. Ben de Orkun’un bu güncellikten kopuk durumunu nazarı itibara alarak “Barış-Savaş” konusunu teorik düzeyde ve Türkçülük açısından değerlendirmeye çalışacağım.
Benim için söz konusu olan Türk’ün ve Türklük’ün çıkarlarının zarar görmemesi veya en az düzeyde zarar görmesidir. Bu, beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın, demek de değildir. Şahsen bir gezegeni paylaştığımızın bilincindeyim. Asırların acı ve tatlı deneylerinin sonucu olan insanlık müktesebatımız, kuzey kutbundaki hasta eskimo kadar güney kutbundaki hasta penguen ile de ilgilenmemi gerektirir. İnsanlık kavramı bir insanî kavramdır, hepimizin kavramıdır ve de mutlaka müşterek olmalıdır.
Barış, bizatihî kutsal, sevimli, insanî ve kansız bir kavram. Ancak onun tesisi veya korunması maalesef bazen –hattâ çok zaman– kansız olmuyor. Paradoksal bir durum ama gerçek.
Başlıkta slogan dedim ve sonra da Ebu Zeyd’in fikrini dile getirdim. Şu anda globalleşen dünyanın sloganı “Barış”. Bunun etkisini Türkiye’de de görüyoruz. Dünyadaki barış taraftarlarını kabaca ikiye ayırabiliriz: Kupkuru bir “barış” idealinden hareket edenler ve sırf taraflardan biri ABD olduğu için, yani ABD’den nefret ettikleri için, ABD daha güçlenecek diye savaş istemeyenler. Ulus düzeyinde Almanya, Fransa ve Rusya, ABD daha güçlenecek diye karşı çıkıyorlar. Ama tabiî ki, dünyanın başına belâ olabilecek bir ABD’yi, aklı başında hiçbir kişi istemez.
Beni, bizi ilgilendiren tabiî ki Türkiye’nin durumudur. Türkiye’de kimler barıştan yana?
a) Kupkuru savaş karşıtları,
b) ABD’den nefret edenler, ki çoğu solcu ve hattâ komünizm sempatizanıdır,
c) Kuzey Irak’ta resmen bir Kürt devleti kurulmasını düşleyenler, ve
d) Müslüman Türklerin küffar (yani ABD) ile birlikte diğer bir Müslüman ülkeyle savaşmasını istemeyenler.
Baştan ikisi, yani a ve b şıkları, daha çok entel denilen ve entelektüelin ayak takımını oluşturanlardan ve komünizmin yıkmak şöyle dursun kendisini yıkan serbest piyasa düzeninin koruyucusu olan ABD’den nefret eden komünistlerden oluşmaktadır. Eğer ABD yerine müteveffa SSCB olsaydı bizim kızıllar ve kızılcıklar göbek atardı. Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki yazısında bir tesbitini dile getiriyor. Savaş karşıtlarının gösterilerinin fotograflarını incelemiş ve Türk bayrağına hiç rastlamamış. Bayraklar ve pankartlar hep sarı kırmızı imiş. Özkök diyor ki, Türkiye’de sarı kırmızı rengi Galatasaray dışında iki kesim kullanır, biri Dev-Sol, diğeri de marjinal Kürtçü kesim! Orkun okurları a, b ve c şıklarını iyi bildiklerinden malûmu ilâma gerek yok. Sonuncu d şıkkı maalesef Türkiye’ye özellikle 1950’den sonra ithal olunmaya başlayan şeriat düzeni özlemini çekenlerin fikridir ve Türk-İslâm Sentezi maskesi altında bazı Türkçülerin kanına da sokulmuştur.(1) Şahsen ben bu hususu, yani, Müslüman Türk dindaşı başka bir ulus veya kavimle savaşmaz veya savaşmamalıdır, fikrini (ki, AKPli milletvekillerinin red kararının arka plânı olabilir!) tehlikeli bir gelişme olarak değerlendiriyorum ve bu bana, MGK toplantısında Gül ve Gönül’ün orduya şeriat düzeni getirmek isteyenler için öngörülen ihraç talebine muhalefet şerhi koymalarını hatırlatıyor ve tüylerim ürperiyor. Türk sadece Türk ile savaşmamalıdır!
Benim “realite”den kastım, bugün süper güç olan ABD’nin, daha doğrusu onun seçilmiş olan Cumhurbaşkanı George W. Bush’un, Irak’ı yola getirmek için ona savaş açmak durumunda olması. İki tarafı da kakalı bir çomak var ve biz bu çomağı tutmak zorundayız. Kanaatimce Türkiye’nin hem kısa hem de uzun vâdeli çıkarları bu savaşa –istekli veya isteksiz olarak– katılmaktan geçmektedir. Üstelik oradaki Türkmenleri nasılsa hatırlayıp öne çıkardıktan sonra artık ortada bırakamayız. Çılgın ve fanatik Kürtler binlerce Türkmeni rehin alıp Öcalan ile değiş tokuşu bile dile getirebilirler. Talabanî veya Barzanî’nin bir Kazıklı Voyvoda olacağını hesaba katalım. Türkiye’nin nasılsa ödeyeceği fatura şimdi daha ehven şartlarla ödenebilir. Saddam gibi sınırdaş bir dengesizin füzelerine ve kimyasal-biyolojik silâhlarının saldırısına maruz kalmadan…
Başlığın teorik çerçevesini aşmayı şu aşamada düşünmüyorum. Dediğim odur ki, sloganlara kanıp kafamızı karıştırmayalım. Savaş kötüdür ama bazen kaçınılmazdır. Barış iyidir ama bazen kenara itilebilir. Sloganlara uyup realiteden uzaklaşmak sadece entellerin veya solcuların bir özelliği de değildir. Aynı özellik aynı bollukta Türkçülerde de vardır.
DİPNOT
(1) Atatürk’ün de ilham kaynağı olan ilk Türkçüler Batı müktesebatını müdrik kişilerdi. Zamanımız Türkçüleri ise genelde Türk-İslâm Sentezi yorumu etkisi altında kalmış Batı düşmanı kişilerdir. Kanaatim, Türkçülük için doğru yolun, “Türk-Batı Sentezi” olduğudur. “Batı” deyince önce onun fikrî müktesebatını sonra da o fikrî müktesebatın ürünü olan tekniği (teknolojiyi) anlıyorum.