AVRUPA Birliği (AB) Kıbrıs’la, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Irak operasyonu, Milletlerarası Para Fonu (IMF) ise, dış borçlarımızla ilgili olarak Türkiye’yi kıskaca almış durumda. Her üç konu da muhataplarımız için hayatî öneme sâhip değil. Buna karşılık; Kıbrıs, Irak ve bağımsızlığımız, bize ait ‘olmazsa olmaz listesi’ nin ilk sıralarında yer alıyor. Kıbrıs ve Irak, yalnızca bölgedeki Türk varlığı açısından değil, Türkiye’nin Anadolu’daki (gayri resmî 2000 yıllık, resmî olarak da 922 yıllık) varlığımızın devam ettirilmesi açısından, bağımsızlığımızdan sonraki vazgeçilmezleridir. Kıskaçtan kurtulmamızı zorlaştıran gelişmeler, bizim eserimiz. Ankara ne pahasına olursa olsun AB’ne girmek istiyor. Diğer taraftan ABD’ye de hayır diyemiyor. Ekonomimizi IMF’ye teslim etmiş olmamız da yönetim kadrolarının yetersizliğindendir. Akıl ve mantıkla düşünüldüğünde ve uygulamaya geçildiğinde üç kıskaçtan da kurtulmamız zor değil. AVRUPA BİRLİĞİ Kıbrıs’ta tâviz verdiğimizde, AB kapılarının bizim için ardına kadar açılmayacağı biliniyor. Belki bir miktar aralanacak. Açık ifadesiyle kaybımız net, muhtemel kazançlarımız flûdur. Böyle bir teklifin değil müzakere konusu yapılması, bize teklif bile edilmesi, haysiyet zedeleyicidir. Daha ilk günden bu gerçeği yüksek sesle dile getirmeliydik. AB ile ilişkilerimiz hatırlandığında; böyle bir seslenişin, hakkımız olduğu kadar mecburiyetimiz de olduğu ortaya çıkar. 1- Türkiye; 31 Temmuz 1959’da ortak üyelik için o zamanki adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’ye başvurdu. İlişkilerimizin 44 yıllık geçmişi var. 12 Eylül 1963’te Ortaklık Sözleşmesi’ni imzaladık. 40 yıldır ortaklık ilişkisi içerisindeyiz. 14 Nisan 1987’den beri de 26 yıldır tam üyelik süreci yaşamaktayız. Üyelik için bu kadar uzun süre beklemiş bir başka ülke yok. Evet, AB’nin ortaya koyduğu kriterlerde bazı eksikliklerimiz vardı. Fakat 13 Aralık 2002 tarihli Kopenhag zirvesinde, tam üyeliğe kabul edilmeleri için kendilerine tarih verilen; Malta, Kıbrıs, Romanya ve Bulgaristan’ın durumu, (objektif kıstaslar göz önünde bulundurulursa) bizden daha iyi değil. Nüfus hacmi ile ve sübjektif kıstaslarla hareket edildiğinde ise, AB hayranları açısından, hiçbir olumlu sonuca ulaşılamayacağı son derece açıktır. 2- 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile 1 Ocak 1985 tarihinden itibâren Türkiye’ye, mal ve hizmetlerin serbest dolaşım hakkı tanınmıştı. Bu hakkın kullanılmasına izin verilmedi. Ayrıca anlaşma hükümleri arasında yer almasına rağmen, Türkiye ile AB ülkeleri arasında ekonomik alandaki açığın kapatılması için taahhüt edilen nakdî yardımlar da gerçekleştirilmedi. 3- AB; 6 Mart 1995 tarihinde, o güne kadar hiçbir aday ülkeye teklif bile edemediği Gümrük Birliği (GB) Anlaşması’nı Türkiye’ye dayattı. GB Anlaşması’nın tam üyelik için bir basamak olduğu belirtilmesine rağmen Türkiye, aynı basamakta 8 yıldır bekletiliyor. Daha ne kadar bekletileceği de belli değildir. 8 yıl içerisindeki zararımız 100 milyar doların üzerindedir. Türkiye’de 1980 yılına kadar uygulanan ekonomik politikalar, Türkiye – AB Ortaklık Anlaşması’nın belirlediği modelden farklı idi. 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları ile AB çizgisinde yeni bir model uygulandı. Uygulamalar, AB’nin vaat ettiği yardımlarla takviye edilmeyince, sonuç hüsran oldu. Dar gelirli vatandaşlarımız ezildi. Ekonomide sağlıksız bir genişleme oldu. Yaşamakta olduğumuz ekonomik kriz, bu olguların ürünüdür. Türkiye bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, yalvarma makamında değil, bilgilendirme formatında AB ile tekrar masaya oturmalıdır. Bu günlere; önümüze konulan şartları, peşinen veya usul açısından inceleyip kabul etmekle geldik. Alınan sonuç ortada. Aynı metodu sürdürmenin yararı olmayacağı anlaşılmıştır. Farklı yöntem, objektif kıstaslarla hazırlanmış şartlarımızı müzakere masasına koymaktır. Kabul edilmediği takdirde, GB Anlaşması’nı gözden geçirip kendi yolumuza devam ederiz. Hiç kimsenin şüphesi olmasın! Bugünkünden daha kötü duruma düşmeyiz. AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ ABD, kocaman bir sıfırdır. Matematikçiler, sıfırın en büyük rakam olduğunu söylerler. Ancak sıfır, bir değere bürünmek için kendi dışındaki rakamlara muhtaçtır. ABD de, üstlendiği dünya jandarmalığı görevini, kendisine uzak bölgelerde sürdürebilmek için müttefiklere muhtaçtır. ABD, kendisine hayır diyemeyen müttefiklere güvenerek AB ile adı konulmamış bir güç denemesine girmiştir. Afganistan’dan sonra Irak bu güç denemesinin ikinci basamağıdır. Güç denemeleri devam edecektir. Çünkü ABD, kudrete düşkünlük olarak adlandırılabilecek bir hastalığa yakalanmıştır. Bilinmelidir ki bu hastalık, insanlık için Nazizm ve Komünizm kadar tehlikelidir. Türkiye; konumunun, bu güne kadarki fedâkârlıklarının, uğradığı haksızlıkların ve hattâ gasp edilen haklarının karşılığını alabilmek için, tarihinin en önemli fırsatını yakalamıştır. Kaçırılmaması gereken tren, istasyonumuza uğrayıp uğramayacağı bilinmeyen AB treni değildir. İşte bu ABD – AB arasındaki gizli mücadeledir. ABD, bir taraftan da Rusya, Çin ve Hindistan’ı kuşatma altına alma gayretleri içerisindedir. Bir başka ve gizli hedef ise İslâm ülkeleri birliğidir. Hiçbir şekilde gerçekleşmeyecek olan birliği, potansiyel tehlike olmaktan çıkartmak ve hattâ İslâm ülkeleri arasında fay hatları oluşturmak istemektedir. Irak operasyonunda Türkiye’nin stratejik – lojistik desteği, aynı zamanda bu isteğe de hizmet edecektir. Büyük kültürleri yok eden, küreselleşme – globalleşme – entegrasyon ve bütünleşme adı altında, ülkeleri sömürgeleştirmeye, fertleri köleleştirmeye yönelik bir ticarî anlayış söz konusudur. Bu anlayış, insanoğluna öyle bir hayat dayatıyor ki, Amerikalılaştırabildiklerini karın tokluğuna kullanıyor, diğerlerini ölüme terk ediyor. Türkiye; hem kültürel ve tarihî bağlarla ilişkili olduğu sınırdaş komşuları ile, hem de uzun yıllar dost ve müttefik olduğu ABD ile ilişkilerini bozmayacak şekilde, yalnızca kendi menfaatlerini ve güvenliğini düşünerek karar vermek durumundadır. MİLLETLERARASI PARA FONU (IMF) Devletler; vatandaşlarına karşı görevlerini yapabilmek ve ekonomi ile ilgili politikalarını sürdürebilmek için, iç ve dış borçlanmalara giderler. Ancak, borçlanılan miktarın; yurt içi hâsılaya oranı, vâde yapıları ve faiz yüzdeleri belli ölçülerde olmalıdır. Ülkemiz, bu kriterler göz önünde bulundurulmadan borçlandırılmıştır. Türkiye şu anda borç sendromu içerisindedir. Borcun vâdesi ve miktarı endişe edilecek boyutlarda olmasına rağmen, altından kalkılamayacak bir yük değildir. Devlet organlarında görev yapacak elemanlar alınırken (haklı olarak) ciddî bir soruşturma yapılır. Ancak, devletin yönetimine talip olanlar hakkında araştırma yapılması âdetten değildir. Ehliyetini, yeteneğini ispatlamamış, hizmete talip olanların (mecâzî anlamda), yatırmak mecburiyetinde oldukları teminat ve depozitoyu yatıramamış bir kısım siyasîler, paniğe kapılarak ülke ekonomisinin yönetimini 19. defa IMF’ye teslim ettiler. Türkiye, 1999’da IMF ile yakın takip anlaşması imzaladı. Buna rağmen 2000 yılından itibaren gerek iç ve gerekse dış borçlarımızda artışlar oldu. 1999 yılında 23 katrilyon lira olan iç borç stoku, 2002 yılında 130 katrilyon liraya çıktı. Dış borç ise 1999 sonunda 103 milyar dolar idi. 2001 yılında 115 milyar, 2002 yılı sonunda 120 milyar dolara yükseldi. Türkiye – IMF işbirliğinin tek olumsuz yönü borçların çığ gibi artışından ibaret değildir. 2001 yılında ekonomimiz % 9 küçüldü. 1299’dan bu yana böyle bir ekonomik felâket yaşamamıştık. İşsizler ordusuna 2.000.000 kişi ilâve edildi. Gayri sâfi millî hâsılada 50 milyar dolar azalma oldu. Bu azalma sonucunda fert başına millî gelirimiz 750 dolar eksildi. Hazineden sorumlu yöneticilerimizle IMF yetkilileri arasında yapılan görüşmeler, en ince detayına kadar medyaya yansıyor. Müzakere gündeminde ve tavsiyeler arasında ekonomimizin başlıca problemi olan üretim yetersizliği yok. Gelir dağılımındaki dengesizliğin giderilmesi konuşulmuyor. İhracat artışı için tedbir önerilmiyor. O hâlde? IMF, Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak amacı ile hazinemizi borçlandırarak, borç veren ülkelerin alacaklarını tahsil etmekten başka bir amaca hizmet etmiyor. Türkiye, iç ve dış borçlarını, kendi ürettiği akıllı politikalarla ödeyebileceğine göre, IMF’nin destek adı altındaki kösteğine de ihtiyacımız yoktur. SONUÇ 2003, sayısı 15 civarında olan ve kayıp yıllar olarak anılan dönemden farklı bir yıl olabilir. Yalnızca beklentiler açısından değil, sonuçlar açısından da. Uygulama ve sonuçlar açısından fazla bir iyimserlik söz konusu olmayabilir. Şu var ki; mükemmele ulaşacak bir düzelme beklenmezken, eskiyi aratacak ölçüdeki aksaklıkların yaşanmayacağı konusundaki ümitler henüz tükenmiş değil. Günler geçtikçe, ümit ve endişe dengesi daha sağlıklı bir konuma ulaşacak. Türkiyemizin içerisinde bulunduğu şartlar, kesinlikle Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu kadar kötü değil. Millî Kurtuluş Savaşı’nı kazanan aziz ve necip milletimiz, ekonomik kurtuluş savaşını da mutlaka kazanacaktır.
AB, ABD ve IMF kıskacındaki Türkiye
