WINSTON Churchill (D. 1874-Ö.1965) İngiltere Sömürgeler Bakanlığı Müsteşarlığı yaptığı (1905-1908 yılları arası) sırada 1907 yılında İngiltere’nin sömürgesi olan Kıbrıs adası sömürge yönetimini denetlemek için Kıbrıs adasına gitmiştir. Bu denetleme sırasında Kıbrıs adası Rum toplumu, Kıbrıs adasının Yunanistan Devleti’nin ve Helenizmin bir parçası olduğunu iddia ederek, Kıbrıs adasının Yunanistan’a verilmesini İngiltere’den istemiştir. W. Churchill bu konudaki düşüncesini sömürgeler bakanlığına resmî bir rapor hâlinde sunmuş ve resmî bir demeç vermiştir.
W. Churchill’in rapor hâline getirdiği düşüncesi ve demecinin bir bölümü şöyledir:
“Kıbrıs adasındaki Rum toplumunun Yunanistan’ın ve Helenizmin bir parçası olduğu iddiası, hangi belgeye ve gerçeğe dayanıyor? Kıbrıs adası tarih içinde; Mısır, Sasanî İran, Asur, Roma, Venedik, Ceneviz ve Osmanlı devletleri yönetimine bağlı olmuştur. Fakat Kıbrıs adasının Yunanistan Devleti’nin ve Helenizmin bir parçası olduğunu, tarih hiçbir zaman yazmamıştır. Kıbrıs adası sınırsız bir hayâl gücü içinde bile tarihî ve coğrafî açıdan Yunanistan’ın ve Helenizmin bir parçası olmamıştır. Kıbrıs adasında şimdi yaşayan Rum toplumu Yunanlı değildir. Kıbrıs adasında şimdi yaşayan Rum toplumu, Mısır toprağından Kıbrıs adasına göç etmiş Mısırlılar ile yerli halkın karışımından oluşmuş melez bir ırktır. Bu toplumun konuştuğu Rumca, bunların Yunanca ile bağlantılarını kurmuştur.”
Yunanistan Devleti’nin büyük bir dostu olan W. Churchill; İngiltere’nin Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlı Devleti’nden kopardığı ve yoktan var ettiği Yunanistan’a karşı tüm yaşamı boyunca dostluk ve sevgi göstermesine rağmen bu düşüncelerinden ve yazdığı bu rapordan ötürü Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu tarafından nefretle anılmıştır…
•••
Yüzölçümü 9251 km. kare olan ve Türkiye’ye 71 km, Girit adasına 550 km, Yunanistan’a 900 km, Suriye’ye 98 km, Mısır’a 316 km, İngiltere’ye ise 3.000 km uzaklıkta bulunan Kıbrıs adası, Sicilya ve Sardunya adalarından sonra, Akdeniz’in en büyük 3. adası olup, Korsika ve Girit adaları 4. ve 5. sırada yer almaktadırlar.
Kıbrıs adasının kuzeyinde, kıyıya yakın, doğu-batı yönünde 160 km boyunca uzanan Beşparmak Dağları adayı kuzeye karşı kapatan “doğal” bir seddi andırmaktadır. Sayılı geçit yerleri dışında sarp ve yalçın kayaların aşılması imkânsıza yakın güçlük arz etmektedir. Beşparmak dağlarının güneyindeki çukurda, Magosa’dan Güzelyurt’a kadar adanın gıda ambarı olan, düz ve alçak Meserya Ovası uzanmaktadır.
Kıbrıs’ın jeopolitik önemine gelince Kıbrıs adası Anadolu’nun güneyden işgali için âdeta bir “atlama taşı”nı andırmakta, Mersin ve İskenderun limanlarına giriş ve çıkışları etkili şekilde denetleyecek konumda bulunurken, Suriye ile İsrail’in liman ve sahillerinin güvenliği için de büyük değer taşımaktadır.
Kıbrıs, Akdeniz’in doğusundaki bütün deniz nakliyatının kontrolü açısından çok önemli olup, Türk boğazları ile Süveyş Kanalının, Doğu Akdenize açılması, Kıbrıs adasının önemini daha da artırmaktadır.
Ayrıca Kıbrıs, Orta Doğu petrolleri ile petrol nakliyatının denetimi bakımından da önemli bir konumda bulunmaktadır. Bilhassa Orta Asya enerji kaynaklarının Akdeniz’e ulaşması hâlinde önemi daha da artacak bir konumda bulunmakta ve bu konumu ile bölgede, deniz ve hava yolları üzerinde, âdeta batmayan bir uçak gemisi, füzeler için rampa, yukarıda da söylediğimiz gibi Anadolu’yu güneyden istilâ için ise bir atlama taşını andırmaktadır. Kısaca, Kıbrıs adası Ege denizinde Yunan adaları ile kuşatılmış Anadolu’nun, güneyden de kuşatılmasını tamamlayan ve Türkiye yönünden büyük jeopolitik önemi olan bir adadır.
Başka bir deyişle, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgenindeki kutsal Türk devletimizin güvenliği için büyük bir stratejik öneme haiz olan Kıbrıs adası; Karadenizden İstanbul Boğazı, Marmara, Çanakkale Boğazı yoluyla Akdeniz’e ulaşan; Akde- niz’den Süveyş Kanalı yoluyla Kızıldeniz’e oradan da Hint Okyanusuna açılan deniz yolu güzergâhında Doğu Akdenizin ve Orta Doğu’nun kontrolünü sağlayan bir noktadadır. Dahası Kıbrıs adası, Fırat ve Dicle nehirlerinin vadisini takiben Basra Körfezine inen stratejik yollar üzerinde kontrolü sağlayabilmesi bakımından jeostratejik öneme sahip olup tarih boyunca da bu önemini korumuştur.
Son söz; Kıbrıs adası, Doğu Akdeniz’in kontrolü ve Orta Doğu’nun hâkimiyeti demektir.
•••
Annan plânı konusunda tartışmalar devam etmektedir. Plânın ayrıntılarına geçmeden Kıbrıs adasının jeostratejik ve jeopolitik konumu yanı sıra 1959-60 Zürih ve Londra Anlaşmalarını takiben yaşananları; 1963 Kanlı Noel ve Temmuz 1964 çatışmaları sonrasını hatırlamakta fayda var diyoruz.
“Ortega Raporu” Temmuz 1964’te hazırlanmış ve BM’e sunulmuştur. Bu raporda Kıbrıs Türk halkının Rum saldırılarından uğradığı zararlar dile getirilmektedir. Özellikle şu günlerde gözü kapalı bir teslimiyetçi ruh hâli içerisinde, histeri krizine tutulmuş ver kurtulcu zihniyetin imzalanması için var gücüyle gayret sarf ettiği Annan plânı dayatması ortada iken; geçmişi hatırlamak, geleceğe bakışı netleştirir düşüncesindeyiz.
İşte Ortega raporundan bazı tespitler; insaf sahibi, medenî ve insancıl olduğu ispatlanmaya çalışılan Rum’un Kıbrıs Türk’üne ettikleri. Rum saldırılarından Türklerin uğradığı zararlar.
• 109 kasaba ve köyde tahrip edilen ev sayısı: 557
• 109 kasaba ve köyde hasar gören ev sayısı: 2.000
• Kamu ve özel sektördeki işi ile maaşından olan insan sayısı:4.000
• Çökertilen Türk ekonomisi nedeniyle işsiz kalan insan sayısı: 23.500
• Saldırılar sonucu göç etmek zorunda kalan Türklerin sayısı: 25.000
• Başkasının desteğine muhtaçlar, yaralı ve sakat kalanların sayısı: 7.500
• Rum işgali altına giren köy sayısı: 103
• Şehit düşen Türk sayısı: 500
• Kayıp Türklerin sayısı:203
BM Genel Sekreterinin, S/5950 sayılı ve 10 Eylül 1964 günlü raporunda “56.000 Türk’ün Kızılaydan yardım alarak yaşamak zorunda kaldığı” gerçeğini vurgulamak zorunda kalışı da, sorunun unutulan ve unutturulmak istenen bir yanına parmak basıyor.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı öncesindeki saldırılar sonucunda verilen kayıpların bilançosu ise özetle: “504 şehit, 1008 yaralı ve 100‘ü toplu mezarlarda bulunan 600 kayıp Türk.”
Özetle Rumlar (1974’te) bir kere göç etmelerine rağmen Türkler üç kere toplu göçe zorlanmıştır. Ve bu göçe zorlananlardan hâlâ hayatta olanlar var.
1974 Barış Harekâtı sonrasındaki görüşmeler sırasında, özellikle 1992’den sonra BM Genel Sekreteri Butros Gali Fikirler dizisi çerçevesindeki BM dayatma plânlarındaki haritalar da bugünkü Annan dayatma plânındaki haritalarla neredeyse örtüşmektedir.
Gali ve Annan plânlarında Güzelyurt ve Maraş bölgeleri başta olmak üzere en verimli toprakların Rumlara bırakılması, Türk bölgesinde kantonların oluşturulması önerisi yer almaktadır.
Gali Fikirler Dizisi diye isimlendirilen plân içerisindeki maddelerde ise “Türk halkının egemenliğinin ve self determinasyon hakkının bulunmayacağı, cumhurbaşkanının hep Rum kalacağı, 7 Rum bakana karşı 3 Türk bakan bulunacağı ve kararların oy çokluğu ile alınacağı, 100 bin Rumun kuzeye döneceği ve 80 bin Türk’ün göçe zorlanacağı” ilkeleri vardı; bugünkü Annan plânı, o günkü Gali Fikirler Dizisinin gerçekleşmesini kurnazca yıllara yayan bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Gali plânı hem Türkiye hem de KKTC tarafından reddedilmiş ve kimse de ağzını açıp o günlerde eleştirmemişti. Peki şimdi Annan plânının kayıtsız şartsız kabulü için gayret sarf etmek ne ola ki? O günlerden bugüne ne değişti? Bu teslimiyetçi ruh hâlini anlayamıyoruz. İşgale mi uğradık, teslim mi alındık, yoksa satıldık mı?..
•••
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 11 Kasım 2002 tarihli dayatma plânı Türkiye’nin garantörlüğünü sıfırlayan bir plandır. Bu plân aslında KKTC’nin Sevr’idir. Tuzaklarla doludur. KKTC’ nin fiilî ve hukukî varlığını sona erdiren, savaşta yenilenlerin bile kolay kabul edemeyeceği bir anlaşma metnidir.
• 1974 öncesi 5.067.572 dönüm ekilebilir arazinin 1.674.301 dönümü Türklere ait idi. Bu yüzde 33.05 demektir. Annan plânı ile 1974 öncesinden çok daha kötü duruma düşülecektir.
• Eğer bu plân kabul edilirse 10 yıl, bilemediniz 15 yıl sonra Kıbrıs’ta bir tek Türk kalmaya- caktır.
• Eğer bu plân imzalanırsa Kıbrıs Girit’den beter olacaktır. Osmanlı’nın 1669 yılında feth ettiği Girit adası 1913 yılına kadar 344 yıl Türk hâkimiyetinde kalmıştır. 1760 yılı nüfus sayımına göre Girit’te 200 bin Türk nüfusuna karşı 60 bin Rum varken şuanda ne bir Türk ne de bir cami vardır.
• Bu plânın bedeli oldukça ağırdır. Verimli toprakların (Güzelyurt dahil) % 65’i ile su kay-naklarının tamamı Rumlara verilecek; Türklere sadece dağlık ve çorak bölge bırakılacaktır.
• Bu plân çerçevesinde şu andaki toprakların % 21’i Rumlara verilecektir.
• KKTC’nin millî geliri % 50 azalacak, ilk safhada 1 ve 10 sene içinde 6 milyar dolar zarar olacaktır. 1350-1700 arasında işyeri kapanacaktır. 15.000 kişi işsiz kalacaktır.
• Narenciye üretiminde % 67, patates üretiminde % 75, sebze üretiminde % 50 ve hububat üretiminde % 70 azalma olacak, tarım çökecektir.
• Tarım, sanayi, bankacılık ve imalât sanayiine bağlı yıllık asgarî 200 milyon dolarlık zarar olacak; 160 imalâthane Rumlara devredilecek, 442 ticarethane, 188 otel ve lokanta ile ulaştırma, eğitim, sağlık ve diğer sektörlerde 553 işyeri kapanacaktır.
• Vergi geliri % 25 azalacaktır.
• Güney Kıbrıs Rumların vatanı olarak kalırken Kuzey Kıbrıs da Rumlaşacak, Kıbrıslı Türkler için vatan mefhumu kalmayacak; ilk safhada 60.000 ve bilâhare 100.000 Rum kuzeye göç edip yerleşecektir.
• Türkiye’nin Kıbrıs’taki garantörlük hakkı tesirsiz hâle getirilip, kâğıt üzerinde kalacaktır.
• Türk polisi devre dışı kalacak, kuzeye göç edip yerleşecek Rumların güvenliğini kuzeyde yerleşecek barış gücü sağlayacaktır.
• Türk parça hükûmeti barış gücüne karışamadığı gibi, toprağımı terk et diyemeyecektir.
• Barış gücü olağanüstü yetkilerle donatılıp bölgede her istediğini yapabilecek, her istediği yere girebilecektir.
Sözün kısası Türklerin egemenliği kâğıt üztünde kalacaktır…
•••
Tarihten alınacak dersler vardır. Kıbrıs’taki gelişmeleri izlerken Girit’i hatırlamakta fayda var diyoruz.
Yunanistan’ın bağımsızlığından sonra Girit’te örgütlenen isyanlar sonunda pek çok Türk Girit’i terk etti, kalanların çoğu da Rumlar tarafından katledildi. Bütün zayıflığına rağmen Osmanlı Devleti bu isyanları bastırabilecek güçteydi. Ne var ki Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrimüslim tebaasının koruyucusu olarak Türklerin karşısına dikilip Hristiyanları katle teşebbüs ettiği iddiasıyla müdahale ediyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti Hıristiyan tebaasının isyanlarını bastırmak için güç kullanamıyordu.
Neticede Giritli Türkler yaşam ve mal güvenliklerini sağlayacak bir otorite göremediklerinden adayı terk etmek zorunda kaldılar. Terk etmemekte direnenler ise Rumlar tarafından Helenizm hayranı medenî Avrupa’nın gözleri önünde katledildiler.
1760’ta 200.000 Türke karşı 60.000 Rum olan nüfus oranı;
1867’de 120.000 Türke karşı 200.000 Rum’a;
1881’de 73.000 Türke karşı 203.000 Rum’a;
1901’de 33.000 Türke karşı 303.000 Rum’a dönüşmüştür.
20. yüzyılın ilk çeyreği bittiğinde ise Girit’te hiç Türk kalmamıştır.
•••
İlk Girit isyanı 1770’te Ruslar tarafından örgütlenmiştir. Çeşme’de Türk donanmasını yaktıktan sonra, Rus donanması Ege adalar halkını Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik etmiştir. Rus donanmasının çekilmesinden sonra isyan bastırılmıştır.
1866’da Prusya ile Rusya arasında imzalanan ittifak anlaşması gereğince birtakım haklar elde eden Rusya bölgede pervasızca hareket etmeye başlamış; Yunan Kıralı Georges’ın Rus Prensesi Olga ile evlenmesi sonucu Rusya’nın Yunanistan’ı ve Girit Rumlarını himaye etmesi had safhaya varmıştır.
Aynen Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963’te Akritas plânı çerçevesinde cereyan eden Kanlı Noel olaylarında veya tarihte Fransa’da yaşanan St.Barthelemi katliamında olduğu gibi; Rumlar 16 Ağustos 1866 gecesi ani olarak Girit’teki Selino kazasına hücum edip bütün Türkleri kılıçtan geçirdiler. Ayaklanma bütün adaya yayıldı. Osmanlı ordusu harekete geçmek isteyince Avrupalı büyük devletler aynen günümüzde gerek Kıbrıs’ta gerekse Güneydoğumuzda kendi silâhlandırıp, donattıkları PKK eşkıyasına Türk Devleti’nin müdahalesine karşı çıktıkları gibi dikildiler.
Avrupalı devletlerin baskısıyla Osmanlı Devleti Girit’e oldukça liberal bir rejim getirmek zorunda kaldı. Buna göre Ada valisi seçimle iş başına gelecek, valinin biri Müslüman diğeri Hıristiyan iki danışmanı bulunacaktı. Türkçe yanında da Rumca resmî dil olacaktı.
Buna göre 1878’de Girit’te yerel meclis kurulmuştur. Nüfus ağırlığına göre 49 Rum, 31 Türk üyeden oluşan 80 üyeli bir meclis oluşturulmuş, mahallî bir jandarma teşkilâtı kurulmuştur. Böylece Girit muhtariyete doğru ilk adımını atmıştır.
1895’te Adada yeni bir isyan patlak verir. Osmanlı Devleti isyanı bastırır. Adayı biz koruyacağız, diye Avrupa devletleri tekrar devreye girer. 18 Haziran 1896 da Fransa, Rusya ve Avusturya, Girit’e bir Hıristiyan vali atanmasını Bâbıâli’den ister.
Almanya, İngiltere ve İtalya da bu öneriye katılırlar. 1 Eylül 1896 da bu istekler kabul edilir. Hıristiyan vali atanması yanında memurların 2/3 oranında Hıristiyanlardan seçilmesi; askerî birliklerin azaltılması ve sahil istihkâmlarının kışlalarda toplanması; Girit jandarmasının Avrupalı subaylardan oluşacak bir komisyon tarafından yeniden organize edilmesi kabul edildi.
Sonra 1913’de o insan hakları savunucusu bugünkü AB’nin ağababası Avrupa devletleri yüzleri kızarmadan, utanmadan, sıkılmadan Girit’i Yunanistan’a verdi.
•••
Fransız yazarı Deleporte, daha 1913’de şu tespiti yapmıştır: “Girit’te herkes gibi hayat ve hürriyet hakları olan Türklerin katledilmesiyle çok yanlış bir yola sapılmıştır. Bu barbarlıkları, samimî bir Helen dostu olarak telin ediyoruz. Yunanlıya karşı duyduğumuz aşk bizi cinayetleri affetmek için yalan söylemeye kadar götüremez ve bazıları Kıbrıs’ta da bu cinayetleri hazırlamaktadırlar!..”
Başka söze ne hacet!..
•••
BM Genel Sekreteri Annan’ın Kıbrıs dayatma belgesi hâlen elimizde bulunan toprağı % 21 oranında alıp Rum’a verdikten sonra Kuzey Kıbrıs’ta adına parça devlet denen sözde bir Türk yönetimi oluşturulmasını öngörmektedir.
Dünyada hiçbir barış gücü geçici olarak bulunduğu ülke izin vermedikçe o ülkede kalamaz. Ne var ki, Kıbrıs’ta bulunan barış gücünün görev süresi (Kıbrıs Türk tarafının görüşü ve izni alınmaksızın) Rum yönetimince her altı ayda BM Güvenlik Konseyi tarafından uzatılmaktadır.
İşte bu barış gücü denen yabancı ordu; şimdi Annan plânının uygulanışına katkıda bulunmak üzere Türk Bölgesinde üslenecektir.
Annan Belgesinin uygulanmasını denetleme yetkisi verilecek bu Barış Gücünü (sözde) Türk bölgesinden, kendi toprağından; Türk yönetiminin çıkarma yetkisi olmayacaktır. Bu belgeye göre barış gücüne bu yetkinin verilmesiyle Türkiye’nin garantörlük yetkileri işlemez hâle getirilmektedir.
Annan’ın bu dayatma belgesine göre (sözde) Türk bölgesine 28 yıl aradan sonra dönmesi öngörülen 50-60 bin dolayındaki Rumun güvenliğinden Türk polisi değil barış gücü sorumlu tutulmaktadır. Bu durumda ortaya çıkan sonuç içler acısıdır. İç güvenliğimizin dahi bizim kontrolümüz, yetkimiz dışına alındığının bir göstergesi diye değerlendirmek zorundayız. Annan plânı çerçevesinde BARIŞ gücüne Kıbrıs toprağında sınırsız dolaşım ve dilediği yere gitme ve girme imkânı sağlanmaktadır. Barış gücü, Türk bölgesinde barikat kurma, yol kesme, araştırma ve soruşturma ile dayatma plânının uygulanmasını denetleme ve sağlama yetkileriyle donatılmaktadır. Kuzey Kıbrıs’ta Türklerin güvenliği açısından 1959-60 Garanti Anlaşmaları çerçevesinde üslenmesine pratikte ne şekilde müsaade edileceği belli olmayan Türk askerî birliğinin sayısının plândaki son değişiklikle 2500-7500 arası bir sayı ile sınırlandırılacağı ifade edildiği gibi hareketleri de imkânsız hâle getirilmektedir. Şöyle ki askerî birliğin hareket kabiliyeti, içinde 3 asker bulunan 3 askerî vasıta ve toplam 9 askerle sınırlandırılmaktadır. Türk askerî birliğine ait 4 askerî vasıta ve 10 asker (sözde) Türk bölgesinde her ne amaçla olursa olsun bir yerden başka bir yere gitmek istediğinde en az 14 gün önceden barış gücüne ve Yunan askerî birliğine bildirim yapmak mecburiyetindedir. Yabancı askerlerden oluşan Barış gücü (sözde) Türk bölgesinde her türlü serbestîye sahip istediği gibi at oynatacak, Türk askerinin eli-kolu bağlanarak âdeta hapis tutulacaktır. Türk ordusu, kurşun asker değildir. Annan plânının detayları arasındaki bu istekler kabul edilemez. ••• BM’lerin bu dayatma plânı çerçevesinde yeniden çizilen sınırların güneyinde kalan 45 bin Türk 28 yıl aradan sonra yeniden göçmen olacak ve daha kuzeye nakledilecektir. Bu arada küçültülmüş (sözde) Türk bölgesine zaman içinde ayrıca 60 ile 100 bin Rum nakledilecektir. Ve bu yeni sınırların kabulünden sonra dahi, Türk bölgesi dahilindeki toprak dağıtımı ve iskân işleri Türk yönetiminin yetkisinde olmayacaktır. Bu yetki, 2 Türk, 2 Rum ve 3 yabancıdan oluşan (yani Türklerin azınlıkta olacağı) ve adına Toprak Komisyonu denen bir organa verilmiştir. Bu komisyonun kararları Türk yönetimini, Türk yasama organını ve Türk mahkemelerini bağlayıcı olacaktır. Hatta toprak dağıtımı ve iskân işlerinin yürütülmesi için çıkarılması gereken yasalar dahi, halkın seçtiği Türk meclisince değil, bürokratlardan oluşan bu memur komitesince yapılacaktır. Daha da ilerisi bu toprak komisyonu, Türk meclisine emir ve talimat verme yetkisine de sahip olacaktır. ••• BM Genel Sekreteri Annan’ın dayatma plânında bahsi geçen diğer bir husus; toprak komisyonu tarafından (hangi malın Türk’e, hangi malın Rum’a verileceğine dair kararlar) yapılacak işlemlere karşı açılacak dâvâlar Türk mahkemelerinin yetki alanı dışında tutulmaktadır. Bu yetki yeni kurulacak ve toprak komisyonunda olduğu gibi 2 Türk, 2 Rum ve 3 yabancıdan oluşan yani Türklerin yine azınlıkta kaldığı bir mahkemeye bırakılmaktadır. Türk bölgesinde,Türk makamlarınca alınacak idarî kararların yargı denetimi de Türk mahkemelerine değil, Rumların ve yabancıların çoğunlukta oldukları bir müstemleke mahkemesi ile Türk’ün kaderi Rum’un insafına terk edilmektedir. İnsaf denilince Rum’un Batı Trakya’daki Türk varlığına gösterdiği insaf göz ardı edilemez. ••• Bu kararları içeren Annan plânı Türk halkının onurunun ayaklar altına alınması, aşağılanması demektir. AB bu amaçla her yıl Kuzey Kıbrıs’ta harcanmak üzere AB bütçesine 15-25 milyon EURO arasında bir ödenek koymaktadır. İçimizdeki bazı adamlar, yazarlar ve örgütler satın alınmış, bünyemizde derin yaralar açılmıştır. Annan plânını desteklemek, Denktaş’ı küçük düşürüp ,aşağılamak; yürüttüğü millî politikayı saf dışı bırakmak için yapılan çalışmalar, mitingler AB’den gelen bu paralarla gerçekleştirilmektedir. Ve bu satılık kalem ve söz erbabı muhterem zevat ne zaman kritik bir an yaşansa hemen ortaya çıkıp gerçekleri Türk milletinden saklayarak Annan belgesinin methiyesini yapmakta, melanetlerini sergilemekte ve zehirlerini akıtmaktadırlar. AB, Karen Fogg vasıtasıyla yıllar önce gerek Kıbrıs Türk halkı, gerekse Anavatan Türkiye üzerinde içten çökertme amaçlı bir soğuk savaş başlatmıştı. Anavatan Türkiye hariç, bugün görünürde Kıbrıs’ta AB bu çalışmalarının meyvelerini almaya başlamış görünmekte ise de oyun ne pahasına olursa olsun bozulacaktır. ••• AB, Türkiye komiseri Karen Fogg’un yıllar önce tespit edip kullanmaya başladığı sahibinin sesi bu muhterem zevat, maalesef görevlerini, aldıkları bedeli hak edercesine yerine getirmektedirler. Tabiî sonunda bu bedelin ötesinde geriye bu asil millete, bu kutsal devlete ödeyecekleri daha ağır bir bedel olduğunu da idrak edip geçmişten ders almalarını, mütareke dönemini ve sonrasını hatırlamalarını, bilmiyorlarsa öğrenmelerini dileriz!… ••• 30 Kasım 1963’te Başpiskopos Makarios: “– Zürih Antlaşması’nın doğurduğu inanılmayacak durum karşısında fikir değiştirerek ENOSİS’e yöneldik” diyordu. Makarios’un dün söylediği bu sözler hâlâ geçerliliğini korurken bugün Yunanistan Büyükelçisi Hristos Panagopulos’un şu sözlerine kulak verelim (26 Mart 2001). “– Kıbrıs’ın AB üyeliği Kıbrıs Elenizminin en büyük vizyonudur ve bu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilânından sonra en büyük başarıyı oluşturacaktır.” AB dayatması ve Annan plânının ne anlama geldiğini değerlendirme hususundaki hassasiyetimiz boşuna mı?.. ••• Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis 18.12.2002 tarihinde yaptığı açıklamada bizim haftalardır söylediklerimizi doğruladı demiştik (Orkun Ocak 2003). Simitis bu açıklamasında: “– BM plânının, Rum Ulusal Konseyi tarafından 1989 yılı Ocak ayında alınan kararlar ile tamamıyla örtüştüğünü, tek egemenliği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamlılığını, göçmenlerin geri dönmesini öngördüğünü” vurgulamıştı. Yeni yıl dolayısıyla 2002 yılı değerlendirmesini yaparken kullandığı ve basının geniş yer verdiği Simitis’in şu son sözleri de bir önceki beyanı kadar ibretle ve dikkatle not edilmesi gerekmektedir: “– 2002 yılı Kıbrıs’ın AB’ne katılım başarısıyla tamamlandı. Uzun yıllar süren (sistemli) çaba sonucunda, Yunanistan ve Helenizm için yeni sayfa açtık!..” ••• Misak-ı Millî sınırlarına sahip çıkmaya “ulusalcılık-milliyetçilik” suçlaması getiren AB güdümündeki demokratlarımızdan, aydınlarımızdan Yunan Başbakanı Simitis’in bu şoven-antidemokratik sözlerine nedense hiç tepki yok. Faraza Türkiye Cumhuriyeti başbakanı veya eşdeğer seviyede bir yetkilisi (olmaz ya!) Turan’dan bahisle, Kıbrıs’ı almaktan söz etse, “– Kıbrıs’la yeni bir sayfa açtık” dese seyredin bizim AB ve ABD uşaklarının çırpınışlarını, dinleyin haykırışlarını. Helenizme ses yok; Turan’a gelince kıyamet kopuyor!.. ••• “– Kıbrıs’ta 30-40 gündür sürdürülen siyasetin devamından yana değilim. Siyaset sorun üretme değil çözüm üretme sanatıdır.”; “– Kıbrıs Denktaş’ın şahsî meselesi değildir. Son 30-40 yıldan beri sürdürülen politikadan memnun değiliz!..” diyeceksin; cumhurbaşkanı Denktaş’ı masadan, müzakerelerden kaçmakla itham edeceksin; AB yemlenmesine alıştırılmış kalem erbabı ve medya olarak “– Kaçma Denktaş”; “Kıvırtma Denktaş” gibi seviyesiz manşetlerle bir yerlere ulaşmaya çalışacaksın. Sonra gereken cevabı devletin dimdik ayakta duran kurumlarından alacaksın. Bu yolun sonu çıkmaz sokaktır… ••• AKP lideri Erdoğan’ın maksadı aşan Rize söylemi Güney Kıbrıs Rum kesiminde yankılanmış ve sevinçle karşılanmıştır. Bayram havası yaratmıştır. Bir anda Erdoğan Rumların kahramanı olmuştur. a) Kipros Simera isimli Rum gazetesi (Güney Kıbrıs) “Atina’nın hedefleri kesin” başlıklı haberinde, bu hedefleri şöyle sıraladı: 1. Erdoğan’ın başbakan olması 2. Denktaş’ın bir kenara itilmesi 3. Klerides’in cumhurbaşkanlığı görevinin uzatılması. b) Simerini Gazetesi ise “– Erdoğan, Denktaş’ın ayağının altındaki halıyı çekti. Kıbrıs sorunu şahsî dâvâsı değildir.” başlığıyla yayımladığı haberde Klerides’in değerlendirmelerine de yer verdi. c) Rum Hükûmet sözcüsü Mihalis Papapetru da, Erdoğan’ın demecinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek şöyle konuştu: “– Erdoğan, Denktaş’a kuşku ile baktığı gibi, Denktaş’ın politikasına karşı olan Kıbrıs Türk partileriyle ayni çizgide yer almaktadır. Bize düşen görev bu durumu çok ciddî bir şekilde değerlendirmektir.” d) Filelefteros gazetesinin (Güney Kıbrıs) 3.1.2003 tarihli manşetinde: “– Tayyip Erdoğan dan işgalci lidere sert saldırı… Denktaş’a yönelik fırçalama Lefkoşa’yı memnun etti. “Diğer Rum gazeteleri ise: Alithia: “– Erdoğan’dan soğuk duş.” Cyprus Mail: “– Erdoğan’dan, Denktaş’a uyarı: DİNLE!” Cyprus Weekly: “– Erdoğan, Denktaş’ı fırçalıyor” Politis: “Erdoğan’dan yeni tavır” 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonraki Atina ziyaretinin, zabıt tutulmayan samimî görüşmeleri bu beyanlarda ve gazetelerin attığı sevinç çığlıklarında etkili oldu mu acaba dersiniz?.. ••• Rumlar: “Dünya değişebilir, Türkiye bir badirenin içine girer, Kıbrıs’a bakamaz olur” diye hep düşüne gelmişler ve siyasetlerini hep bu beklenti üzerine kurmuşlardır. Rum Yunan yönetiminin değişmez siyasî stratejisi statükonun devamı olup: “– Hiçbir milletlerarası anlaşma daimî olamaz; zamanla değişir… Şimdi mümkün olanı temin edelim, millî hedefe yine gideriz. Çünkü bu yoldan asla dönmeyeceğiz, dönemeyiz, dönmemizi beklemeyiniz” sözleri devlet yetkililerince her fırsatta ifade edilmekte Yunanistan’ın Türkiye politikası. Bu çerçevede şekillendirilmektedir. Yunanistan’ın Türkiye politikasının üç ayağı vardır bunlar: • Türkiye’ye karşı hareket sahasını genişletme; • Türkiye’yi uluslararası alanda yalnızlaştırma; • Türkiye’nin uluslararası alanda atacağı adımları engelleme. Ve Yunanistan bu politikasını muvaffakiyetle uygulamaktadır. Hatta siyasetimize yön verenleri dahi bu yönde etkileyebilmekte, kendi politikası doğrultusunda onlardan gereken destek mesajlarını da alabilmektedir. ••• 9 Ocak 2003’te Genelkurmay Başkanımız Hilmi Özkök’ün basın mensuplarına verdiği resepsiyondaki konuşması, hassasiyetleri Türk milleti tarafından paylaşılan ve kabul gören sözlerdir. Bilhassa Kıbrıs’la ilgili endişelerimizi paylaşması ve her konuda olduğu gibi Kıbrıs konusundaki kararlılık ifade eden sözleri çarpık fikir sahiplerinin sesini kesecek beyanlardır. Tabiî bu beyanlar “anlayana sivrisinek saz; anlamayana davul zurna az” atasözünü bizlere bir kere daha hatırlattı bazı muhterem zevatın pişkinliği karşısında. ••• Kıbrıs davâsı TÜRK dünyasının meselesidir. Kimsenin şahsî meselesi değildir. Denktaş sıradan bir görüşmeci değil, Türklük dâvâsının savunucusu ve Türk dünyasının bir lideridir. Cumhurbaşkanı DENKTAŞ’ı görüşmeler önünde bir engel değil, bir taş değil “O TÜRK’LÜĞE DENKTAŞ’TIR.” Denktaş eğer birilerince bir engel olarak görülüp değerlendiriliyorsa bilinmelidir ki birilerinin birtakım hesapları bozulmaktadır. ••• Türk milleti Kuva-i Milliye ruhunu canlandırma yolunda adımlar atmaya hazırlanmaktadır. Dış politikadaki gelişmeler ve yaşananlar özellikle Kıbrıs ve Irak konusundaki emrivakiler Türk milletinin siyasetten umduğunu bulamadığının işaretleri olup kendi göbeğini kendisinin kesmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Eğer birileri, Kıbrıs’ta halkın sokaklara dökülüp Denktaş’ı Yugoslavya veya Romanya olayları benzeri gelişmelerle dışlamasından 30-40 yıllık politikanın halk tarafından kabul görmemesi diye; gelişmeleri değerlendiriyorsa ve siyaseti ile geleceğini dış güçlerin istekleri doğrultusunda yönlendirme gayreti içerisindeyse neticesine katlanması da haktır. ••• Aziz Türk milletimin güzel insanları; ülke genelinde Kıbrıs konusundaki hassasiyeti ortaya koyacak Kıbrıs mitinglerine Kıbrıs ve kutsal Türk devletimin şanlı bayrağını eline alıp siz de katılın. Anayurdumuzu bayraklarımızla renklendirelim. Kuva-i Milliye ruhunu canlı tutalım. Haydi görev başına!.. DİL BİR, BAYRAK BİR, MİLLET BİR, VATAN BİR’DİR. CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR!..