Ana Sayfa 1998-2012 Tarihimizde Mayıs Ayı

Tarihimizde Mayıs Ayı

Türk tarihinin en parlak, en muhteşem zaferlerle süslenmiş ayı, şüphesiz Ağustos’tur. Mayıs, çok farklı olayların yaşandığı önemli bir ay olarak dikkati çeker.

1 MAYIS NE BAYRAMI?

Kimilerine göre Bahar Bayramı, kimilerine göre de İşçi Bayramı. Hafızalarda kalan izlere göre 1 Mayıslar, ülkemizde kardeş kanının akıtıldığı korkulu günlerdir. Geçmiş yıllarda, neyi kutladıklarını bilmeyen sorumsuz kuruluşlar ve kötü niyetli insanlar, kanlı çarpışmaları, yağmalamaları, vitrin camı kırma eylemlerini… kızıl bayraklar açarak gerçekleştirdiler. O günler, bizim acılı günlerimizdir.

Ülkemizde, işçilerle ilgili hiçbir olumlu gelişmenin oluşum tarihi 1 Mayıs değildir. 1 Mayıs Bahar Bayramı da değildir. Resmî tatil ve bayram günleri arasında 1 Mayıs yoktur. O hâlde 1 Mayıslarda sokağa dökülenler neyi kutluyorlardı?

1 Mayıs, Komünist rejimin uygulandığı ülkelerde, eski tarihlerden kalma köhnemiş bir âdetin uygulama günüdür. Ve o âdetin günümüzde hâlâ devam ettirilmek istenmesi, bir kızıl irtica olayıdır.

O günleri nefretle anıyor, o günlerin geride kalmış olmasından dolayı mutluluk duyuyoruz.

3 MAYIS MİLLİYETÇİLER GÜNÜ

Türk milliyetçiliğinin önder şahsiyeti Hüseyin Nihâl Atsız, çıkarmakta olduğu dergide, dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben açık mektup yayınlar. Sabahattin Ali, bu mektupta kendisine hakaret edildiği iddiasıyla dâva açar. Dâvanın ilk duruşmasından sonra milliyetçiler Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirirler. Amaç, Sabahattin Ali’yi protesto etmek, Atsız’a destek vermektir.

Yürüyüş, o güne kadar duygu, fikir ve edebiyat alanında sessizce gelişen Türk milliyetçiliği ülküsünün ilk aksiyonudur.

Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, yürüyüşe katılan kalabalığın üzerine atlı polisleri sürer. Birçok kişi yaralanır ve sakat kalır. Yüzlerce kişi tutuklanır. İçlerinde 24 kişi mahkemeye verilir. Mahkeme; sonraki yıllarda, 1944 Irkçılık-Turancılık Dâvası olarak anılır. Duruşmalarda, sanık sandalyesine oturtulan mazlumlara haksızlıklar yapılır, duruşma saatleri dışında, tabutluk denilen hücrelerde işkencelere maruz tutulur.

Başlangıçta Türk milliyetçileri, o acı günleri, hüzünle anmak için toplanıyorlardı. Dâvanın mağdurlarının tamamı uzun yıllar sonra suçsuz bulunup beraat edince, toplantılar bayram günü kutlamalarına dönüştü. Adına Türkçüler Bayramı denildi. 1988 yılı kutlamalarında merhum Başbuğ Alparslan Türkeş, “Türkçülük” kelimesinin ırkçılık kavramını çağrıştırdığını belirterek, 3 Mayıs için “Milliyetçiler Günü” denilmesinin uygun olacağını söylemişti.

1944 Irkçılık Turancılık dâvasının duruşmaları, Türk milliyetçilerinin inanç, cesaret ve yüksek ahlâk anlayışı ile vatanseverlik konularında imtihanı olmuştur. Her yıl o imtihanda elde edilen üstün başarı kutlanmaktadır.

Ulu dağlar zirvesinde, asaletin ve temizliğin timsali bembeyaz karlar gibi beklemekte olan Türk milliyetçiliği ülküsü, 3 Mayıs 1944’te küçücük bir kıpırdanışla büyüyen çığ oldu. Zararlı ideolojiler o çığın altında ezildiler. Belki yok olmadılar. Fakat Türkiyemizin geleceğini tümü ile etkileme imkânlarını bulamadılar.

14 MAYIS 1950: DEMOKRASİ BAYRAMI

Ülkemizde ilk çok partili seçim, 1946’da yapıldı. Muhalefetteki Demokrat Parti (DP), bütün illerde teşkilâtlanamamıştı. Açık rey – gizli tasnif denilen çarpık bir sistem uygulanıyordu. Bu sebeple, büyük bir başarı elde etmesine rağmen iktidar olamadı. 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimi, demokrasinin zaferi oldu. DP, ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Millet, vesâyet altında tutulmaktan kurtuldu. Ülkede hızlı bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uyguladığı jakoben ve anti milliyetçi yönetim sona erince, fikir ve düşünce hürriyeti ortamı doğdu. Bu ortamda kurulan Türk Milliyetçiler Derneği, kısa zamanda hızla gelişti. DP iktidarının bir kısım ileri gelenleri, bu gelişmeden endişe ettiler ve derneği mahkeme kararı ile kapattılar. Bu sebeple DP iktidarı, milliyetçi muhafazakâr çevrelerden sağladığı desteği önemli ölçüde kaybetti. Bu kayıp DP için bir ölçüde sonun başlangıcı oldu. DP, pek de önemli sayılmayacak başka yanlış uygulamalara da girişti. Fakat genel olarak olumlu hizmetlere ve başarılara imza attı. DP, parti olarak kapatılmakla birlikte, fikriyatı ve icraatı, sonradan kurulan pek çok parti tarafından devam ettirildi, ettiriliyor.

16 MAYIS 1919: M. KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A HAREKETİ

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkışı ve öncesindeki olaylar, tarihimizin az bilinen bir dönemidir. Buna rağmen çok tartışılmıştır. O günlerde İstanbul işgal altındadır. Beşiktaş ve Dolmabahçe önlerinde, Fransız ve İngiliz donanmasına ait gemiler mevzilenmiştir. Ordumuzun silâhları alınmıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve ondan önce de millî duyguları geliştiren, istiklâl düşüncesini yaymaya çalışan Türk Ocakları kapatılmıştır. Bu şartlar altında, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak olan Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki 18 kişi, Bandırma gemisine binip İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e nasıl açılabilmişlerdir?

Bu sorunun cevabı, resmî tarihlerde yer almaz. Soruyu cevaplayanlar da cezalandırılmıştır. Gürün Lisesi müdürü Reşat Nuri Kaçmaz, cezalandırılanlar arasındadır. Yıllar sonra, Osmanlı’yı kötüleme kampanyaları, kampanyaya destek veren ekiple birlikte etkisiz kalınca gerçekler konuşulmaya başlanmıştır.

Yazar Şevket Rado, 12 yıl Atatürk’ün özel hizmetinde bulunan Cemal Granada, gazeteci yazar Falih Rıfkı Atay ve Niyazi Ahmet Banoğlu ve Atatürk’ün yakın akrabası Cemal Bolayır; kaleme alıp kitap hâlinde yayınladıkları hâtıralarında olayı gün ışığına çıkarmışlardır. Az bilinen gerçekler şöyledir: Son Osmanlı padişahı Sultan Mehmet Vahideddin Han, Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa ile baş başa ve âdeta diz dize denilebilecek yakınlıkta görüşüyor. Bu görüşmede mutabakat sağlandıktan sonra, 6 Mayıs 1919’da, Osmanlı Devleti Vekiller Heyeti’ne, Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayin edilmesi için karar imzalattırılıyor. Sonra İngiliz konsolosluğundan, makul bir gerekçe hâline getirilmeye çalışılan gerçek dışı anlatımlarla, bizzat padişah tarafından özel izin alınıyor. İzin alınmasaydı, gizli bir takım yollarla, bütün imkânlar denenerek İstanbul’dan çıkış şüphesiz yine de gerçekleştirilebilirdi. Kurtuluş Savaşı, her şart altında başlatılır ve zafere ulaştırılırdı. Çünkü Türk milleti, bu zaferi elde etmeye azimliydi. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının, padişahın istek ve desteği ile yapılmış olmasının, Kurtuluş Savaşı’nın azametine gölge düşüreceğini zannedenler, gerçekleri milletimizden saklamaya çalışmışlardır.

18 MAYIS 1944: KIRIM TÜRKLERİ’NİN TOPYEKÛN SÜRGÜNÜ

Türk milleti bir bütündür. Misak-ı Millî sınırlarımız dışında kalan soydaşlarımızın yaşadığı acılar da yakın tarihimizin bir parçasıdır.

Kırım Türkleri, 1441 yılında Hacı Giray’ın önderliğinde devletlerini kurdular. 1454 yılında Fatih Sultan Mehmed Han’ın desteği ile Cenevizlileri yendiler. Osmanlı Devleti’nin himâyesinde tam 300 yıl huzur ve güvenle yaşadılar. Moskova’ya seferler düzenlediler, Rusların korkulu rüyâsı oldular.

Osmanlı orduları ile savaşlara katıldılar, zaferlere müşterek imzalar attılar.

Rusya’nın gelişme politikalarını uygulamaya koyduğu dönemlerde Osmanlı Devleti güç kaybediyordu. Diğer taraftan, Kırım’da taht kavgaları vardı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım, Osmanlı’dan kopartıldı, bağımsızlaştırıldı. 1783’te ise Kızıl Ordu Kırım’ı işgal etti. Kırım Türkleri, gruplar hâlinde Ak Topraklar olarak adlandırdıkları Anadolu’ya ve o dönemde Osmanlı toprağı olan Dobruca’ya göç ettiler. 1900’lü yılların başında göç edenlerin sayısı 1,5 milyon, Kırım’da hayat mücadelesi verenler ise 300.000 kişi idi. İkinci Dünya Savaşı’na kadar ve savaş yıllarında Kırım Türkleri, tükenişin eşiğine gelmişti. Müslüman ve Türk düşmanı kızıl diktatör Stalin, Kırım Türklerinin savaş sırasında Almanlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle topyekûn sürgün kararı aldı. Karar, 18 Mayıs 1944’te uygulandı. 423.100 kişiden oluşan Kırım’ın Türk nüfusu, hayvan taşınmasında kullanılan tren vagonlarına, patates çuvalı istif eder gibi dolduruldular. 57.000 kişi 0-5 yaş arası çocuk, 68.000’i, 60’ın üzerinde yaşlı insanlardı. Yolculuk sırasında 195.371 kişi öldü. Hayatta kalabilenlerin % 3’ü, varış noktasındaki yerleşim yerlerinin olağanüstü kötü şartlarına dayanamayıp hayatlarını kaybettiler.

Sürgün hayatı tam bir işkence idi. Kırım Türkçesiyle konuşanlar, şarkı-türkü söyleyenler en ağır şekilde cezalandırılıyordu. 23 Nisan 1978 günü, Musa Mahmut isimli bir Kırım Türkü, soydaşlarına yapılan işkenceleri protesto etmek için kendisini yaktı. Musa Mahmut’u yakan ateş, Kırım Türklerinin şuurlarındaki bağımsızlık, hürriyet ve vatan aşkının meşalesi oldu. Bir dizi toplu gösterilerden sonra vatan Kırım’a dönüş hakkını elde ettiler. Ata yurduna dönebilenlerin sayısı 260.000 kişi. Onlar Kırım’ı yeniden Türkleştirme ve Müslümanlaştırma gayreti içerisindeler. Bir o kadarı daha; sürgün yeri olan Sibirya, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da, Ukrayna Cumhuriyeti’nin kabul kararını bekliyor.

19 MAYIS 1919: MUSTAFA K. PAŞANIN SAMSUN’A ÇIKIŞI

Mustafa Kemal Paşa, beraberindeki 22 kişilik heyetle birlikte Samsun’a çıktığında, kendi anlatımı ile: Vaziyet ve manzara-i umumiye şöyle idi: “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin dahil olduğu grup yenilmişti. Osmanlı Ordusu’nun elindeki silâhlar alınmış, devlet; şartları ağır bir mütareke imzalamıştı. Millet yorgun ve fakirdi. Ülke âdeta paylaşılmış ve işgal edilmişti.”

Bu perişan ve ümitsiz duruma rağmen ülkenin vatansever evlâtları, kan ve can pahasına kazanılan aziz vatan topraklarını, aynı bedellerle korumak ve yeniden kazanmak amacıyla teşkilâtlanmışlardı. Millî Kongre Cemiyeti, Kilikyalılar Cemiyeti, Müdafaa-i Hukuk ve Hukuk-ı Milliye Cemiyetleri bu amaçla kurulmuştu. Mustafa Kemal Paşa bu cemiyetleri birleştirip Heyet-i Temsiliye dönemini başlattı ve çete-gerilla savaşı yapmakta olan eli silâh tutabilen insanlardan düzenli bir ordu oluşturdu. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Heyet-i Temsiliye dönemi, 23 Nisan 1920’ye kadar devam etti. Bu tarihte Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti oluşturuldu.

19 Mayıs 1919’da sembolik olarak başlayan Kurtuluş Savaşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin aldığı kararla fiilen başlatıldı. Savaş 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşı ile askerî alanda, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile de siyasî anlamda sona erdi. Aynı yılın 29 Ekiminde de yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu dünyaya ilân edildi.

27 MAYIS 1960: ASKERÎ DARBE

27 Mayıs 1960 İhtilâli, cumhuriyet tarihimizin en çok tartışılan olaylarından biridir. Hareketi; demokrasinin yeniden doğuşu, rejimin kurtuluşu olarak değerlendirenler olduğu gibi, millî iradeye silâh çekildiğini ileri sürerek mahkûm edenler de oldu.

27 Mayıs hareketi ile, Adnan Menderes’in diktatörlüğünü ilân etme eylemine engel olunduğu iddiası; hareketi haklı gösterme propagandasının şişirdiği balondur. Çünkü Menderes, erken seçim kararını bir yıl önceden almıştı.

Demokrat Parti (DP) döneminin hataları yok muydu? Vardı elbette. 27 Mayıs ile, o hatalar düzeltilmedi, katmerlendi. İhtilâlin temel sebeplerinden biri olarak iktidarın muhalefete tahammülsüzlüğü gösterilir. Karşısındaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin bu olumsuzluktan uzak olduğunu kim iddia edebilir? CHP’nin diğer eksikliklerini de hesaba katmamız gerekir. CHP, tek parti döneminden kalma alışkanlıklarını sürdürüyordu. Halkı ve temsilcilerini küçük ve hattâ vesâyet altına alınması gerekli topluluk olarak görüyor, onları aşağılıyor ve tahrik ediyordu. Okuma yazma bilmeyenlere oy hakkı verilmemesi düşüncesi o zihniyetinn çarpıcı buluşudur.

CHP’de, iktidarı kaybetmenin oluşturduğu kırgınlıklar; hukuk tarihinin acılı sayfalarını oluşturan Yassıada duruşmalarından sonra da devam etti. Üç idamı yeterli görmeyenlerin, mahkemenin suçsuz bulduğu milletvekillerinin serbest bırakılmasına tahammül edemeyenlerin sayısı hiç de az değildi.

Aynı tahammülsüzlüğü 27 Mayıs yönetiminde de görüyoruz. 14’lerin, 147’lerin ve Eminsular’ın tasfiyesi, tahammülsüz uygulamaların akılda kalanlarıdır. Radyolardan yayınlanan Yassıada duruşmalarında savunma hakkının kısıtlanması, adaletin terazisine yansıyan çarpıklıklar olarak hatırlanıyor.

27 Mayıs hareketi, elinde silâh bulunduranların, devlet idaresinde gözü ve gönlü olması gibi bir arzunun uzun süre diri kalmasına yol açtı.

27 Mayısın hiç mi hiç faydası olmadı? Oldu tabiî ki: Meclis kararlarının Anayasaya uygunluğunun denetlenmesi, idarenin işlem ve eylemlerinin yargı denetimine gönderilebilmesi, plânlı kalkınma dönemine geçilmesi, dış ekonomik ve politik ilişkilerin yeniden düzenlenmesi… gibi. Türkiye, kendisini sorgulayabilen insanlar ülkesi olma yolunda ciddî bir adım attı.

27 Mayıs, bir askerî darbe idi. İyi sonuçları da oldu, kötüleri de. Günümüzde yalnızca kötüleri hatırlanıyor. İyiler, 27 Mayıs olmasaydı da gerçekleşebilirdi. Zamanla…

29 MAYIS 1453: İSTANBUL’UN FETHİ

Bir Hadis-i Şerif’te, İstanbul’un (Müslümanlar tarafından) fethedileceği müjdelenmiş ve şehri fethedecek kumandan ve askerleri methedilmiştir. Bu gerçekler, tarih boyunca İslâm ordularının İstanbul’a yönelmesine vesile olmuştur. Müslümanlar İstanbul’u fethetmek amacıyla ilk defa, Üçüncü Halife Hz. Ömer döneminde, 668-669 yılları arasında kuşattılar. İkinci kuşatma, Emeviler döneminde, 713-717 yılları arasında gerçekleşti. Üçüncü kuşatma, 781 yılında, Abbasî Halifelerinden Hârun Reşid döneminde oldu.

Türk ırkına mensup orduların ilk kuşatması, 617 yılında gerçekleşti. Bu ilk Türk kuşatmasını gerçekleştiren Avar Türkleri, 626 yılında şehri tekrar kuşattılar. Avarlar, deniz gücüne sahip olmadıkları için iki seferinde de başarı elde edemediler. Üçüncü kuşatma: 813 yılına rastlar. Onlar, Bulgar Türkleri idi. 1090 yılında Peçenek Türkleri şehri kuşattılar. Sonuç alamadılar. Bu dört kuşatmayı gerçekleştiren Türkler, Müslüman değildi.

Müslüman Türkler içerisinde İstanbul ile ilk ilgilenenler, Anadolu Selçukluları oldu. 1080 yılında şehri almak için Üsküdar’a kadar geldiler. Haçlı Seferi sebebiyle fetih gerçekleştirilemedi.

1390 yılında Yıldırım Beyazıd İstanbul’u kuşattı. Hemen ardından, ağır bir vergi karşılığı kuşatmayı kaldırdı. 7 yıl sonra Anadolu Hisarı’nı yaptırarak şehri tekrar kuşattı. Şehri almak üzere idi. Emir Timur’un ordularıyla Anadolu’da ilerlemekte olduğu haberini alınca kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Musa Çelebi, 1411’de İstanbul’u kuşattı ise de alamadı. Yıldırım Beyazıd’ın torunu Sultan İkinci Murad’ın 1422 yılındaki kuşatması da Bizanslıların Anadolu’da çıkarttıkları isyan sebebiyle yarım kaldı.

1451 yılında, Sultan İkinci Mehmed Han, ikinci defa Osmanlı tahtına oturunca, Anadolu Hisarı’nı tamir, Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. Metamatik ve balistik ilminde bir dehâ idi. Plânlarını bizzat hazırladığı büyük ve ayrıca uzun menzilli toplar döktürdü. Osmanlı tahtında oturan 21 yaşındaki padişah kararlı idi. Canı pahasına da olsa, İstanbul’u alacaktı.

Sultanı, İstanbul’u almaya sevk eden sebepler şöyle sıralanabilir: İlk sebep şüphesiz ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimizin müjdesini gerçekleştirmek ve O’nun methine mazhar olmaktı. Sultan, şöyle düşünmüş olmalı: Hz. Muhammed, fetih ve toprak meraklısı değildi. Öyle olsaydı. yakın çevresindeki Kudüs, Şam, Bağdat, Tahran ve Kahire gibi şehirlerin fethedileceğini de müjdelerdi. Bu şehirler hakkında hiçbir şey buyurmamış, ilk ve tek hedef olarak İstanbul’u göstermişti. İstanbul, Ortodoks kilisesinin merkezi idi ve nüfuzu geniş bir alanı kapsıyordu. Bununla birlikte, Bizans yönetimi, Lâtin kökenli insanlara ve Katoliklere düşmandı. Dolayısıyla dünya barışını en fazla tehdit eden bir çıban başıydı. Bizans ayakta kaldığı sürece, dünya barışı sağlanamayacaktı. Peygamber Efendimizin İstanbul’u hedef göstermesinde başka etkenler de olabilirdi. Asıl sebep, zaman içerisinde önemini artırarak korudu. Başka sebepler de eklendi. Bizans’ta halk merkezî yönetimden hoşnut değildi. Adaletsizlik had safhada idi. Âleme nizam vermekle görevlendirildiğine inanılan Osmanlılar için bu da önemli bir sebepti. Sultan İkinci Mehmed Han, halkın hoşnutsuzluğunun ve hoşnutsuzluklar sebebiyle gerçekleşen göçlerin Bizans’ı zayıf düşürdüğünü biliyordu. Fetih için en uygun şartların, kendi döneminde oluştuğunun farkında idi.

Bütün bu sebeplerle kararını verdi. 24 Mart 1453 Cuma günü, ordusuyla Edirne’den yola çıktı. 5 Nisanda Bayrampaşa’da otağ kurulmuştu. 6 Nisan günü Cuma namazından sonraki dualar bitirilince, kuşatma başlatıldı. Şehrin zayıf noktasının Haliç tarafında olduğunu belirleyen Sultan, 67 gemiden oluşan donanmasını 22 Nisanda Tophane-Dolmabahçe-Tepebaşı-Kasımpaşa güzergâhından Haliç’e indirdi. Bizans kuvvetlerine ikinci cephe açılmıştı. İmparator Drageses, akıbetini anlamış, vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılması teklifinde bulunmuştu. Sultan, karşı teklifini gönderdi, kabul edilmedi. Karşılıklı top ateşleri 15 Mayıs’a kadar devam etti. 23 Mayıs’ta Sultan, son barış teklifini iletti: “İmparator ve halktan isteyenler, her şeylerini alıp, diledikleri ülkeye gidebilirler. Kalmak isteyenlerin mal ve canları-ırzları, bizim güvencemiz altındadır”. Bu teklife de olumlu cevap alınamayınca, 28 Mayıs günü büyük taarruz başlatıldı. Gökyüzüne yükselen tekbir sesleri, Bizanslıların morallerini sıfırlamıştı.

Mehter takımı cenk havasını vurmaya başlayınca şehir halkı dua için kiliselere kapandı. Şehir artık savunmasızdı. 29 Mayıs 1453 sabahı Müslüman Türk ordusu, İstanbul’a girdi.

Fetih gerçekleşmişti. Bu fetih, Bizans İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmekle kalmadı, Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı başlattı.

İstanbul, 4 yıl boyunca imar ve âdeta yeniden inşa edildikten sonra, 1457’de Osmanlı Devleti’nin başşehri oldu.
 

Orkun'dan Seçmeler

KARA LEKE

Başkent Washington

ATATÜRK’ÜN ÖZEL HAYATI