Giriş
Orta Asya’da Altay ve Sayan dağları çevresinde tarih sahnesine çıkan Türk milleti, anayurttan dünyanın çeşitli bölgelerine göç ederek buralarda yerleşmişlerdir. Türk milletinin yaptığı göçleri iki şekilde ele alabiliriz:
1- Milâttan önceki tarihlerde yapılan göçler. Yapılan araştırmalar sonucunda, kesin olmamakla beraber, milâttan önceki tarihlerde Türklerin nerelere göç ettikleri hakkında bir fikir sahibi olunabiliyor. Çin, Mezopotamya, Orta Avrupa ve Sibirya, Türklerin göç ettikleri coğrafyalardır.
2- Milâttan sonraki tarihlerde yapılan göçler. Bu dönemde yapılan Türk göçleri genellikle iki istikamette olmuştur, a) Güney yönü; Güneye inen Türkler Kuzey Çin’de çeşitli adlarla anılan devletler kurmuşlardır. b) Batı yönü; Batıya göç eden Türk kavimleri de başlıca iki kola ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. Bu yollardan birinci kol, Hazar Denizi’nin ve Karadeniz’in kuzeyini takip ederek, Orta Avrupa’da ve Balkanlarda çok güçlü devletler kurmuşlardır. Esasen bu devletler Avrupa’da uzun asırlar süren Türk hâkimiyetini başlatmışlardır. Güney-batı yolunu takip eden ikinci kol ise, Sâsânî İmparatorluğu’na çarparak, bir ara yolunu Hindistan istikametinde değiştirmiş ise de Türk akınları dolayısıyla zayıflayan Sâsânî İmparatorluğu, Arap orduları tarafından çökertilince, Türklük açısından en hayırlı yol olan bu orta yol açılmıştır.
Makalemizin ana konusunu oluşturan İsmail Gaspıralı’nın yurdu olan Kırım, görüldüğü gibi eski tarihlerden beri Türklüğün yerleştiği bir saha olmuştur. Çünkü, Hazar Denizi’nin kuzeyini takip ederek Karadeniz’in kuzeyine gelen Türk boyları, bu coğrafyada yerleşerek devletlerinin çekirdeğini atmışlar ve buradan Avrupa’ya doğru akınlara başlamışlardır. Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Sabarlar, Kumanlar (Kıpçaklar), Peçenekler ve Uzlar bu coğrafyada at koşturup kurultaylar düzenlemişler ve güçlü siyasî teşekküller oluşturmuşlardır. Öyle ki, Kıpçak boylarının burada yerleşmesinden sonra bu coğrafyanın adı Deşt-i Kıpçak olmuştur. Bu Türk boylarından sonra cihan fatihi Cengiz (Çingiz) de Deşt-i Kıpçak bölgesine hâkim olmuş ve onun oğlu Coçi (Cuci)’nin torunları Altın orda Hanlığı’nı kurmuşlardır. Altın Orda Hanlığı ise yine bir cihan fatihi olan Emir Timur tarafından yıkılmıştır. Kırım ve Kazan Hanlıkları, bu devletin siyasî mirasçıları olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Bu dönemlerde Türklük Anadolu coğrafyasında da bazı faaliyetler içindeydi. XI. yüzyıl başlarında Oğuz boyları yeni bir yurt bulmak amacıyla Anadolu’nun kapılarına dayanmışlar, 1018 Çağrı Bey’in Anadolu akınından 1071 Malazgirt Zaferi’ne kadar âdeta Anadolu’yu keşfetmişler, bu tarihte Bizans İmparatorluğu’na son ve öldürücü darbeyi vurmuşlar, sonra da Anadolu’yu vatanlaştırmışlardır. Doğu Anadolu’da kurulan Türk devletlerinden başka 1078’de Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Bu Türk devletinin 1243 Kösedağ Savaşı’nda aldığı yenilgiden sonra zayıflaması üzerine Anadolu’da çeşitli beylikler kurulmuş ve sonuçta Osmanlı Beyliği diğer beylikleri hâkimiyeti altına aldıktan sonra Anadolu’da millî birliği sağlamış, Fatih Sultan Mehmed zamanında dünyanın en büyük siyasî teşekkülü olmuştur.
İşte bu tarihlerde Anadolu Türklüğü ile Deşt-i Kıpçak Türklüğü birleşmiş ve Kırım Hanlığı Osmanlı Devleti’ne katılmıştır. Bu birliktelik 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Yapılan anlaşma ile Osmanlı himayesinden çıkarılan Kırım’ın yaşaması, en büyük düşmanı Rusya’nın insafına bırakılmıştır. Çok geçmeden 1783’de Kırım Hanlığı, Rusya tarafından işgal edilmiştir. 1784’de de, işgal edilen bu Türk yurdu “Novorossıyk” eyaletine bağlanmıştır.
Kırım’ı işgal ederek topraklarına katan II. Katerina, bu tarihten iki asır önce Kazan Hanlığı ile Başkurtların ülkesini zalim bir katliâmla ele geçiren Korkunç İvan’dan daha dikkatli ve daha liberal bir politika gütmüştür. Ayrıca o, Kırımlıları siyasî yönden tamamen asimile etme fikirini desteklemediği gibi aynı zamanda Ortodoks kilisesinin de bu bölgede herhangi bir misyonerlik hareketi yapmasına müsaade etmemiştir. Bahçesaray müftüsü ve diğer din adamları, Rus hükûmetinin kontrolü altına alınarak bunlardan Bahçesaray müftüsü, 1784 yılında Türk toplumunun dinî lideri olarak resmen tanındı. II. Katerina, vakıf mallarının büyük kısmına da el koymayarak gelirlerini din adamlarına bıraktı. II. Katerina bütün bunları yapmakla din adamlarını muhafazakâr ve Rusya’yı elinde bulunduran Romanof sülâlesine bağlı, kendi menfaatlerine zarar getirmesi muhtemel olan her türlü reforma karşı çıkan bir topluluk hâline dönüştürdü.
Rus Çariçesi, Kırım Tatar asillerine de-kısa ömürlü olmakla beraber-aynı yumuşak politikayı uyguladı. Fakat her ne kadar, Tatar asillerine eşit haklar vermiş gibi gözüküyorsa da gözdelerine ve Rus subaylarına ülkenin kuzeyinde, merkez kısmında ve güneydeki sahil kesimlerinde geniş araziler tahsis etti. Böylece Kırım’daki cemiyet ve kültür hayatı büyük bir tehdit ile karşı karşıya kaldı. Çünkü Kırım’a, Rusya’nın değişik bölgelerinden -başta Ruslar olmak üzere- Yunanlılar, Ermeniler, Moldavyalılar, Ukraynalı Kozaklar, Almanlar, Polonyalı Yahudiler (bunların arasında Türkler de vardır) ve Bulgarlar getirilip yerleştirildi. Hattâ daha ileri gidilerek Çar I. Aleksandr (1801-1825)’ın zamanında Kırım’ın bir Yunan bölgesine çevrilmesi plânlandı. Çünkü Çar, klâsik Yunan eserlerinin hayranı idi. Onun emri ile yönetciler, Kırım Hanlığı’na ait her türlü Türk-İslâm izini ortadan kaldırmaya girişti. 1802’de, başta Kırım olmak üzere Türkçe yer adlarının yerine Rusçaları konuldu: Kırım-Tavrida, Akmescit-Simferepol, Eski Kırım-Levkopol, Gözleve-Evpotoriya, Kefe-Feodosiya gibi.
Çok geçmeden Tatar asilleri de zenginliklerini kaybederek fakirleşti. Aslında yeni Rus politikasından ve uygulamasından en fazla sıkıntı çeken, Türk çiftçisi ve köylüsüydü. Böylece hanlığın düşmesiyle Türkiye’ye doğru göç hareketi başladı. En büyük göç dalgaları, 1785-1800, 1828-1829, 1860-1863 yılları arasında görüldü. Türklerin boşalttığı bölgeler, Rus kolonistleri tarafından dolduruldu. 1874-1875 yıllarında zor kullanarak askere alma ve Hristiyanlaştırma korkusuyla 60 bin Türk Kırım’ı terk etti. 1891-1902’de ekonomik nedenlerle Türkler, bir kez daha göçe zorlandılar. XX. yüzyılın başlarına kadar Türkiye’ye göç eden Kırımlı Türklerin sayısı 1.200.000’dir. Rusların bütün bu baskı ve zulümlerine rağmen, Kırım Türkü tamamen yok edilememiştir.
XIX. Yüzyılda Türk Dünyası
Osmanlı Devleti de Rusya da, politik ve kültürel olarak XIX. asırda, özellikle bu asrın ikinci yarısında ve XX. asrın başlarında büyük değişikliklere uğradı.
Osmanlı Devleti’nde Türkçülük, yakın tarihimizde siyasî bir temele oturmadan önce, diğer akımlarda benzerine rastlamadığımız bir şekilde ilhamını ilmî çalışmalardan almıştır. Türklük ve Türkçülük şuuru, ilk ilhamını bu ilmî çalışmalara borçlu olmakla beraber, Türkçülüğü bir fikir akımı olarak ortaya çıkaran saik, hiç şüphesiz devrin sosyal ve siyasal şartlarıdır. Esasında Osmanlılık şuurunun ve Osmanlıcılık akımının devletin çöküşünü durduramadığı anlaşılınca, İslâmcılık ve Türkçülük Osmanlı aydınları için yeni ufuklar vaadeden ideolojiler olarak görüldü.
XVIII. yüzyıldan itibaren, müstakil bir disiplin olarak beliren Türkoloji, Osmanlı aydınlarına o güne kadar fark edemedikleri yeni bir vâkıayı haber vermiştir. Çin ve İslâm kaynakları üzerinde çalışarak İslâm’dan önceki Doğu Türklüğü hakkında yeni bilgiler ve yeni görüşler üreten türkologlar, Türk tarihinin unutulmuş ve Osmanlı Devleti’nin siyaseti gereğince reddedilmiş kısmına aydınlık getirmişlerdir. Avrupa’ya tahsile giden Türk gençleri ve bir kısım Polonyalı mülteciler bu bilgileri Osmanlı coğrafyasına taşıyan başlıca iki kanal olmuşlardır. Böylece batılı türkologların eserleri Türk kamuoyuna ulaşabilmiştir.
1876 yılında Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ilân edilince, tüm vatandaşlar milliyet, ırk ve dinlerine bakılmaksızın eşit sayılmışlardır. Bir kişi için en önemlisi Osmanlı olmak, yani padişaha sadık olmaktı. Fakat Osmanlı olmak yeterli olmadı ve Hristiyan halkların merkezkaç arzuları durdurulamadı. Çünkü bunlar canlarını feda etmek pahasına, kendilerini millî hareketlere adamışlardı. Osmanlıcılık fikrinin iflâsı, Osmanlıları, temelinde dinî bir birlik düşüncesinin yattığı İslâmcılığa yakınlaşmaya sevk etmiştir. Padişah II. Abdulhamid Han da bu fikrin savunucuları arasında yer almıştır. 1908 yılında meşrutiyeti yeni baştan tesis etme emeli içindeki Jön Türkler, Osmanlılık fikrini yeniden oluşturmaya çalışmışlarsa da bu slogan Hristiyanların kendi kaderlerini bizzat tayin etme arzularını kıramamıştır. 1912 Balkan Savaşı yenilgisinde bu durum daha da açıklıkla görülmüştür. Devlete bağlı Müslüman halkların da millî duyguları depreşmiştir. Müslümanlardaki bu fikrî hareketin sonucu I. Dünya Savaşı’nda görülmüştür.
Bu zor devirde Türkçülük ideolojisi politik bir sistem olarak ön plâna çıkmaya başladı. Osmanlı Devleti’ndeki Türkçülük (Osmanlı Türklerinin Türkçülüğü) politik bir doktrin olarak, devleti millî düşünce yoluyla sağlamlaştırmayı ve Osmanlı Türklerinin millî bilincini yükseltmeyi amaçlamaktaydı. Bu tür hareketler daha ileriki yıllarda millî bir Türk devletinin kurulmasına yardımcı oldu.
Rusya’da Türkçülüğün ortaya çıkışı ise, Türk boylarının birliğini ve gelecekte ilerlemelerini sağlamak gayesiyle Rusya hudutları içinde kültürel alanda nisbî bir özerklik kazanmak için yapılan mücadelede, bu halkların birliği fikrine fazlaca bağlıydı. Bu birleşme, Türk boylarının hayatî bir ihtiyacıydı ve bundan dolayı Türkçülük düşüncesi en büyük ilgiyi Rusya Türkleri arasında görmüştür. Denilebilir ki, Türkistan Türklerindeki Türkçülük, bir bakıma Panislâvizme tepki olarak doğmuştur.
İSMAİL GASPIRALI
İsmail Gaspıralı’nın babası, 1810 yılında Kırım’ın sahil kısmında bulunan Gaspıra köyünde dünyaya gelen Mustafa Ağadır. Babası, 1844-45 yıllarında Kafkasya genel valiliği yapacak olan Prens Varantsof’un himayesine girmiş ve Odesa’da Rişelyö Lisesine gönderilmiştir. Daha sonra da tercüman olarak prensin hizmetinde bulunmuştur. 1848 yılında görevinden istifa etmiş ve Kırım’a dönmüştür. 1845 yılında evlenmiş, fakat hanımının ölmesi üzerine 1849’da ikinci evliliğini yapmıştır. Bu evlilikten, ailenin ilk çocuğu olan İsmail dünyaya gelmiştir. Babasının Gaspıra köyünden olması sebebiyle İsmail Bey’e, Gaspıralı lâkabı verilmiştir.
İsmail Bey, alfabeyi Bahçesaray’da, Zincirli Medrese’de Hacı İsmail Efendi adlı bir muallimden öğrendi. On yaşlarında iken Akmescit’teki Rus okuluna gönderildi. Akmescit’te iki yıl okuduktan sonra Vorononej şehrindeki askerî okula, buradan da Moskova Askerî Okuluna giderek öğrenimine devam etmiştir. İsmail Gaspıralı, buradaki öğrenimini tamamlayamadı. Okulu bırakmasındaki en büyük sebep, bu sıralarda Moskova’da hüküm süren İslâv milliyetçiliği olmuştur. Moskova, bilhassa bu devirde İslâvcılığın, müfrit Rusçuluğun merkezi idi. Türk düşmanlığını gaye edinen İslâvcılık, Türklere karşı dinî, millî, kuvvetli bir taassup cereyanını canlandırıyordu.