Ana Sayfa 1998-2012 Türk Gerçeğini Değerlendirmek

Türk Gerçeğini Değerlendirmek

Röportaj :

Şimdi adını hatırlayamadığım, yazarını çıkaramadığım bir kitapta şöyle bir dipnota rastlamıştım:

“Sosyolojinin kendisi de bir sosyolojik sorundur.” Dikkatimi çeken ve beni uzun uzun düşündüren bu sözü söyleyen Baykan Sezer kimdi? Neredeydi? Hangi eserleri vardı?

Allah’ın bildiğini kuldan niçin saklamalı? Aradan uzun bir süre geçmesine rağmen hiçbir şey öğrenemediğimi itiraf etmeliyim.

Ayak topçularının, “artiz”lerin, “müzisyen”lerin, “sanatçı”ların, Türkçe fukarası “yazar”ların öksürmeleri, tıksırmaları, hapşırmaları, esnemeleri, arabalarının veya çoraplarının rengi hemen her gün haber diye satılırken, bir bilim adamını arayıp bulamamak olacak şey miydi?

Kutlu bir günün mutlu bir saati olsa gerek, hocanın bir kitabı elime geçti… Derken bir başka eseri… Talih yüzünü benden yana çevirmiş olmalıydı ki, başka kitaplarını bulup okumak ve meraklı arkadaşlara da okutmak nasip oldu.

Bilindiği gibi ülkemizde yayımlanmış sosyoloji kitaplarının çoğu ya nakilden ibarettir ya da çeviriden. Yok efendim Sorokin şöyle söyler, Spengler’e göre, Danilevski der ki, bu meseleyi Moreno şöyle açıklar, bu noktada Spencer’in görüşleri şöyledir; hayır, Comte veya Weber şunları söyler vb. Oysa Baykan Sezer sorularıyla düşünmeye sevkediyor, çarpıcı görüşler ileri sürüyor, okuyucunun ufkunu açıyordu. Bu nokta hepimizin dikkatini çekmişti. Sezen’i okumalara doyamıyor, ne zaman bir araya gelsek onun eserlerinden, neler söylediklerinden söz ediyor, kendisini nerede ve nasıl görebileceğimizi düşünüyorduk.

Bunları hatırlayarak yola koyulduk ve hocanın kapısını çaldık.

TOPLUM BİLİNCİ

-Hocam, söze sosyolojinin özelliklerinden başlasak ne dersiniz? Kökeni neresidir? Toplum bilinciyle ilgisi nedir? Araştırma alanı, imkânları ve sınırları?

– Sosyolojinin kendisi de bir sosyoloji olayıdır; bu husus, sosyolojinin konularından birini oluşturur. İlk akılda tutacağımız konu, sosyolojinin Batı kökenli bir bilim olduğudur. Yine tartışmalarımızın sonunda akılda tutacağımız bir konu da sosyolojinin her şeyden önce toplumların kendilerinin bilincine varmalarından başka bir şey olmadığıdır. Sosyoloji, gerçekte ise, toplumların kendi üzerlerine sordukları ve sürekli yenilenen bir soru olmaktan başka bir şey değildir. Sosyolojinin temelini toplum bilinçlenmesi oluşturmaktadır.

Sosyoloji bir Batı bilimidir ve bize Batı’dan ithal edilmiştir. Başlangıçta ve kaynağında Batı düşüncesinin etkisi bulunacak, Batı düşüncesinin gelişmesinden izler taşıyacaktır. Ama sosyolojiyi salt Batı düşüncesinin kendi serüveni saymak, sosyolojinin kuruluşunda etkili olmuş bazı önemli olayları yeterince görebilmemizi imkânsızlaştıracaktır. Ve üstelik sosyolojinin ortaya çıkışını Batı düşüncesinde görülen gelişmelerle açıklamak istesek bile bu durum Batı düşüncesinde sosyolojinin ortaya çıkışına neden olan gelişmelerin kendisinin de açıklanmaya muhtaç oluşunu engellemeyecektir.

Sosyoloji, insan ve toplumla ilgili bütün olayları ele alabilecek bir araştırma alanına sahiptir. Sosyolojinin kendisi bile sosyolojinin araştırma alanı içine girmektedir. Sosyoloji kendi kendisinden en çok söz eden bilim olmuştur. Kendi kendisini araştırma ve eleştiri konusu yapmakla ilk örneği vermiş bulunmaktadır. Bu örneğe dayanarak başka bilimleri de tartışma konusu yapma hakkını kendisinde bulacaktır.

TÜRK SOSYOLOJİSİ VAR MI?

-Bir Türk sosyolojisinden söz etmenin imkânı yok mudur? Varsa, bu nasıl ve ne şekilde gerçekleştirilebilir? Sosyolojik kültürümüz tercüme eserlerin sınırları içinde kalmaktan kurtulamaz mı?

– Türk sosyolojisinin kendi özellikleriyle kendi kişiliğine kavuşması için hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu arada en büyük görev, elbet Türk sosyologlarına düşmektedir. Toplum olarak kendi özelliklerimizin bilincine varıp kendi sorunlarımız önünde söyleyecek sözümüzün bulunması için bir çabaya girişileceği zaman Türk sosyolojisi kendi kişiliğini ve ağırlığını duyurmaya başlayacaktır.

-Türkiye’de yapılacak sosyolojik çalışmalar, Batıdakilerden farklı olmalı: Ülkemizin meselelerine sosyolojinin getireceği çözümler bulunmalı. Bu çalışmalar farklılıklar göstermeli deniyor.

– Biz, sosyolojinin önemine inandığımız, saygı duyduğumuz için sosyoloji yapmak çabası içindeyiz. Fakat yine yurdumuzda yapılacak sosyoloji de söz gelişi Batı’nın herhangi bir ülkesinde yapılacak sosyolojiden farklı olacaktır. Türkiye’de sosyoloji yapmak, sosyolojinin getirdiği kutsal ve mutlak doğrularla Türkiye sorunları önünde bilgiçlik taslamak değildir. Önemli olan ve gereken Türk toplumunun günümüzde karşılaştığı sorunlara çözüm getirebilmektir.

DÜŞÜNCENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

-Sosyolojinin yenilik iddası taşıdığı bilinen bir husus. Sosyolojinin yeniliği, işlediği konular açısından mıdır, yoksa onları ele alış ve değerlendiriş bakımından mıdır? Bir de düşüncenin sınırlayıcı ve kayıtlayıcı baskılardan kurtulması meselesi var.

– Düşünce bazı kayıtlayıcı ve sınırlayıcı baskılardan kurtuldukça toplumsal sorunlara gerektiği biçimde yanaşabilmiştir. Sosyoloji 19. yy’da Batı’da çok yönlü bir gelişmenin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyoloji yüzyıllardır insanlığın ele alıp üzerinde durduğu sorunları kendisine konu almaktadır. Sosyoloji yeni bir bilimdir ve bu iddiayı taşımaktadır. Ama en azından konu açısından hiçbir yeni yönü bulunmamaktadır. Üstelik konuyla ilgili bilgiler geniş halk kitleleri arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu durumda sosyoloji yeniliğini ve farklılığını konularında değil de konuyu ele alış ve değerlendiriş biçimlerinde aramak zorunda kalmıştır.

-Toplumların meselelerinin tarihin bir ürünü olduğu söylenir. Bu problemlerin kaynakları, sınırları, tarihî boyutları, ortaya çıkış sebepleri olsa gerektir.

– Günümüzde toplumların karşılaştıkları sorunlar tarihin bir ürünüdür. Kendiliklerinden ortaya çıkmamışlardır ya da soyut kavramlar tartışmalarıyla sınırlı değlidir. Sorunların tarihî boyutları bulunmaktadır. Çözümleri de tarihî gelişmeye yol açmaktadır.

Günümüz sorunlarının kaynağı olarak Batı toplum modelinin evrenselleşmesi gösterilmektedir. Belli bir uygarlık alanına bağlı bir toplum modelinin evrenselleştirilmesindeki çelişki günümüzde sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Batı, ulaştığı aşamada elde ettiği gücü bu evrenselleşme olayını açıklamada kullanmaktadır.

Yine Batı üreticisinin üretim uğraşları içinde kendi üreticisinden bu kopuşu Batı üreretim modelinin soyutlanmasına yol açmaktadır.

-Sosyoloji niçin vardır? Neyi arıyor, neyi bulabilir? Doğruların değerlendirilmesi nasıl olacak? Meseleleri Doğu-Batı çatışması içine yerleştirmek gerekir mi? Batı egemenliğini tartışma konusu yapacak mıyız?

– Çabalarımız ve araştırmalarımız sırasında ancak neyi arıyorsak onun karşılığını bulabiliriz. Bulduğumuz doğruları da ancak sorunları ortaya atış açımızdan yorumlayıp değerlendirebiliriz. Biz soru sormak durumundayız. Elbet önce soruların ortaya doğru konulması gerekmektedir. Sosyoloji bu nedenle vardır. Sorular ve doğrular yeterince bilinirse doğruların dile getirilişini yüklenecektir. Ana doğrular bilinip siyasette dile gelseler bile sorunların daha kolay ve daha sağlam çözülebilmesi için sosyoloji yine çabasını sürdürecektir. Hiçb ir sorun kalmaz ve kusursuz çözümler gerçekleşir veya bilinirse işte o zaman sosyoloji gereksiz olacaktır. Sorunları Doğu-Batı çatışması içine yerleştirmediğimiz ve Batı egemenliğini tartışma konusu yapmadığımız sürece, bu ülkelerin niçin en gelişmiş endüstri ülkeleri sayılmadıklarını anlamamız imkânı yoktur.

MODELİN ÇELİŞKİLERİ

-Batı modelinin tarihî şartlarından bağımsız olduğu varsayılıyor. Modelin çelişkileri yokmuş gibi, evrenselliği konusunda hiçbir şüpheye yer verilmiyor. Dünya tarihinde farklılıklar görülemez sanılıyor.

– Batı’da üretimin ulaştığı boyutlar ve buna bağlı olarak ürünün toplumsallaşmasına karşılık ürüne el koyuşun kişisel kalması Batı içinde bir dizi çelişkilere yol açmıştır. Bir başka deyişle Batı ile Batı modeli arasında bu çelişki ve uyuşmazlık, Batı modeline bir yerde Batı’nın kendisinden bağımsız olduğu görüntüsünü kazandıracaktır. Böylece tarihî koşullarından bağımsızlaşmış sayılan Batı modelinin evrenselliği konusunda hiçbir kuşku duyulmayacaktır.

Batı modeli bazı çelişkileri ve dolayısıyla bazı sorunları da içinde taşımaktadır. Ve Batı’nın kendi içinde bu sorunları çözebileceği savı bulunmaktadır. Batı toplumlarının bugün karşılaştığı sorunlar evrensel olmasalar bile tarihin en çetrefil sorunlarıdır. Bu sorunları aşabilecek çözüm öbür bütün sorunlara da karşılık bulacaktır. Bir yerde Batı modeline evrensel nitelik kazandıran da, değişik kaynaklı da olsa yer yüzünün bütün sorunlarını aşabilecek bu gücü olmaktadır.

Batı modeli evrenseldir. Günümüz sorunlarının çözümü Batı’da bulunmaktadır. Ayrıca, Batı’da bulunan bu çözüm de evrenseldir. Artık bu durumda Batı tarihinin de evrensel olduğu sonucunu çıkarmamız için hiçbir engel kalmayacaktır.

Dünya tarihinde bazı farklılıklar görülebilir. Fakat bu olay dünya tarihi içinde Batı tarihinin genel eğilim olmasını engellememektir. Bu farklılıklar bazı toplumların gelişmelerinde uğradıkları bazı kazalar sonucudur. Bu nedenle Batı tarihini inceleyerek dünya tarihi konusunda gerekli bilgileri edinebiliriz. Ya da başka deyişle Batı tarihi dünya tarihi yerine geçebilir. Dünya tarihinin genel yasalarını özünde taşımaktadır.

-Tarihi anlamak ve açıklamak denince, tarih rastgele bir olaylar dizisi sanılıyor. Bu anlayış, tarihi anlaşılabilir, açıklanabilir olmaktan çıkaracak gibi görünüyor.

– Tarih, kendi dışında kutsal yasaların zorunlu uygulanmasıyla sınırlı değildir. Bu, doğrudur ama tarihi rastgele bir olaylar dizisi saymak da aynı ölçüde yanlıştır. Tarih olaylarını aralarında herhangi bir bağlantı bulunmayan ve belli düzenlilikler göstermeyen olaylar dizisi saymak, tarihi anlaşılabilir ve dolayısıyla da açıklanabilir olmaktan çıkaracaktır. Tarihi anlamak ve açıklamaktan uzak insanlığın, geleceği üzerinde etkili olabilmesi düşünülemez bile. Değişik dünya görüşlerinin ve anlayışının temelinde tarihin farklı açıklaması yatmaktadır.

Bir olayı anlayabilmek, açıklayabilmek, o olayla ilgili ayrıntıların bütün içindeki yerini bulmak, bütünle olan ilişkilerini kurmak ve bütün bunlara bir anlam verebilmektir.

ÇARPIK BAKIŞLAR

o Birtakım iddialar var: “Bin yıllık tarihimiz…” Efendim bendeniz bu lâfları duyalı yaklaşık kırk yıl oldu ama, bu bin rakamı ne hikmetse kırk yılda bin bir olmadı. Yoksulların geliri gibi artmak nedir bilmiyor. Bir de feodalite meselesi… Attilâ İlhan’ın bir kitabından hatırımda kaldığına göre: Hasan Tankut adında bir bilim adamı “Türk tarihinde feodalite” üzerinde çalışmaya başlamış. Bir süre sonra da çıldıracak hâle gelmiş. Bir de şu var: Aynı model hep aynı sonucu verecek sanılıyor.

– Türk tarihi, konunun bu tür ele alınışında güçlükler göstermekte, genel kalıp ve şemalara uymamaktadır. Yalnız Türk tarihi değil, Batı-dışı toplumların tarihlerinin ele alınışında da aynı sorunlarla karşılaşılmaktadır. Türk tarihinin tanımlanması da çok daha farklı değildir. Türk tarihinde kölelik aşamasının hangi döneme rastladığı belirtilmezken, Türk tarihinin birinci dönemi bir göçebe feodalizmi örneği sayılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun da feodal bir yapıya sahip olduğu söylenilmektedir. Böylece Türk tarihinde sorun, Türk toplumunun feodalizmden kapitalizme Batı örneklerindeki gibi geçememiş olmasıdır.

Batı-dışı toplumlarda, Batı benzeri sorunlarla Batı benzeri güçler de gelişecek ve bu güçler sorunlara çözüm getirecek denildiği zaman, Batı modelinin evrenselliğinin nereden kaynaklandığını sormamız gerekmektedir. Sınırlı ama aynı modelin bütün dünyaya yayılmasıyla bu evrensellik sağlanacak sanılırsa aynı modelin aynı sonucu getireceği kuşkuludur. Feodalizm bütün toplumlar için geçerli sayılmıştır ama Batı’da ve Doğu’da farklı sonuçlar getirdiği savunulmuştur. Endüstrileşmede söz konusu farklılığın nasıl aşılacağı ise henüz açıklanmamıştır. Ya da Batı, modelini evrenselleştiren gücüyle bütün toplumlara çözüm getirecektir. Bu durumda da bize, gelişmelere tarih dışında seyirci kalmak düşmektedir. Batı-dışı toplumlar aleyhine bir üstünlük kurmuş Batı’nın bu üstünlüğünden vazgeçerek toplumlararası ilişkilerde bir denge kuracağını düşünmek boş bir kuruntudur.

TÜRK TARİHÇİLİĞİ

o İsterseniz biraz da Türk tarihçiliği ve edebiyatçılığı üzerinde duralım. Her iki bilim dalının kişiliğini koruduğunu söylemek mümkün mü? Ayrıca, biz Türklerin eskiden sosyolojik konularla ilgilenip ilgilenmediğimiz konusu da var.

– Batı anlayışının bütün baskılarına karşılık Türk tarihçiliği günümüze kadar kişiliğini korumasını bilmiştir. Aynı şeyi edebiyatımız için de söyleyebiliriz. Hemen belirtelim: Sosyoloji için durumun değişik olması, Batı sosyolojisinin yurdumuza gelişinden önce Türklerin sosyolojiin kendisine konu aldığı olaylarla hiç ilgilenmediği sonucunu çıkarmamıza izin vermez. Özellikle sosyolojide katıksız ve soyut bir yansızlık söz konusu değildir.

-Sosyolojinin öbür bilimler karşısında bağımsızlığı: Türk sosyolojisinin yarı bir kimlik ve kişiliği… İlkel toplum, medenî toplum; bunlar da zaman zaman sorulur. Çeşitli görüşler ortaya atılır. Sosyoloji ile etnografyanın farkları merak konusu olur. Batı’nın kendisini dünyanın ve tarihin merkezi saydığı da bu arada ileri sürülür

.

– Bugüne değin önce sosyolojinin bir bilim olarak kimliğinin, kişiliğinin belirlenmesine çalıştık. Sosyolojinin öbür bilimler önünde bağımsızlığını savunduk. Öte yanda aynı kişilik ve bağımsızlığı Türk sosyolojisi için de, elimizden geldiği ve başarabildiğimiz ölçüde, kanıtlamak çabası içinde olduk.

Türk sosyolojisi için ayrı bir kişilik ve kimlikten söz ediyoruz. Bu yalnızca biçimsel veya duygusal bir sorun değildir. Bizim bir Türk sosyolojisinden söz edebilmemiz ve sosyolojimizin de kendi söyleyebilecek bir sözü bulunabilmesi için bunu başarabilmemiz gerekmektedir. Bunun kolay olmadığını, büyük çaba ve zahmet gerektirdiğini biliyoruz.

DÜNYANIN VE TARİHİN MERKEZİ

Sosyoloji Batı toplumlarının bilimi, etnografya ise Batı-dışı toplumların bilimi olmaktadır!.. Batı-dışı toplumlar ilkel toplumlar olarak nitelenecekler ve etnografya, söz konusu ilkel toplumları, sosyoloji ise uygar toplumları kendisine konu olarak ele alacaktır… Etnografya yahut sosyal antropoloji, Batı’nın kendisini dünyanın ve tarihin merkezi saymasının bir ürünü olmaktan başka bir şey değildir. Dünyayı kendilerine göre açıklayacaklardır. Eğer bu açıklamaların dışına taşan ve kendileriyle farklılıklar gösteren olaylarla karşılaşırlarsa yine kendilerini dünyanın merkezi gösterecek yeni açıklamalar getireceklerdir.

BATI DÜŞÜNCESİ

o Bir de Batı düşüncesinin, insan aklının en mükemmel düzeyine eriştiği iddiaları var. Batı’nın sosyolojiye neden ve niçin ihtiyaç duyduğu da ayrı bir merak konusu olmakta.

– İddiaya göre Batı düşüncesi, felsefe geleneğinin etki ve yardımıyla insan aklının en mükemmel ve en üst düzeyine erişmiştir. Burada da Batı’nın bütün bu inancına karşılık nasıl olur da kendi felsefesi içinde dünya ve toplum sorunlarını açıklamaktan vaz geçtiği ve sosyolojiye gereksinme duyduğu sorusunu elbet akla getirmektedir.

o Batı için amaç nedir? Doğu’nun yok edilmesi mi, sistemli olarak soyulması mı?… Dünya pazarları masum ilişkiler düzeni midir? Batı’nın sömürgeci yayılışı? Ortada bir çelişkiler yumağı bulunduğu gün gibi belli… Batı bu çelişkilerden asıl kurtulabilir? Batı etkisini benimsemek çağdaşlık mıdır? Bir de bu hususları ele alsanız.

ÇELİŞKİLER YUMAĞI

Amaç Doğu’nun yok edilmesi değil, sistemli bir biçimde soyulmasıdır. Doğu soygunu, Batı’nın zaten özünde bulunmaktadır. Batı için mükemmel düzen, yer yüzünün bütün güçlerinin (bu arada elbet Doğu’nun) Batı tarafından denetim altına alındığı ve bu güçlerden en iyi bir biçimde yararlanabildiği düzendir. Batı yeni ticaret yolları aracılığıyla ulaştığı yeni ülkelerde de geleneksel Doğu önünde olduğu gibi saldırgandır, soyguncudur, yağmacıdır.

Dünya pazarları, bütün soyut görüntüsüne karşılık bir yansız, masum ilişkiler düzeni değildir ve siyasî bir nitelik taşımamaktadır… Günümüzde dıştan alım ve satımın özü, toplumlar arası eşitsizliğe, daha doğrusu Batı’nın dünya egemenliğine dayanmaktadır. Batı’nın sömürgeci yayılışı sırasında ülkelerin karar ve iktisadî örgütlenme merkezlerini denetim altına alması sonucu bu pazarlar, dünya ekonomisine açılmışlardır.

Batı tarihi başlangıcından bu yana bir toplumsal çelişkiler tarihidir. Ve ancak kendisini inkârla çelişkilerinden kurtulabilir. Batı, Batı olduğu sürece çelişkilerinden arınamayacaktır. Bu durumda Batı elbet çelişkilere dayalı bir tarih görüşüne sahip olacaktır.

Batı endüstrisinin Doğu ülkeleri üzerindeki her türlü etkisi ilericilik etiketiyle tanıtılmakta, Batı etkisini benimseme çağdaşlık sayılmaktadır. Doğu’nun kimliğini yitirmesi, Batı’ya benzeme ile eşanlam taşırmış gibi uygarlaşmak olarak adlandırılmıştır.

-Batı, yeryüzü üzerindeki üstünlüğünden memnun mudur? Dünya tarihine istediği yönü verebileceğini sanan Batı’nın kendi meselelerinin üstesinden kolayca gelebilmesi mümkün müdür? Batı’nın medeniyete geçişi kendi isteğiyle midir? Kimliğine kavuşması nasıl olmuştur?

BATI UYGARLIĞI

– Batı, uygarlığa kendi gücüyle geçmemiştir. Doğu ile olan ilişkilerinde kendi kimliğine kavuşmuştur. Toplumların kişiliklerini kendi dışlarında öbür toplumlarla olan ilişkilerinde kazanmalarının doğal olduğu düşünülürse bu olayın Batı için özel bir durum olmadığı öne sürülebilir. Fakat temel sorunlarına kendisi çözüm getirebilme başarısına ulaşmış Doğu ile olan ilişkilerinde Batı, yakın dönemleri kadar etkili taraf olamamıştır. Geçmişte siyasî üstünlüğünü, dünya egemenliğini Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi elde etmiştir. Ancak söz konusu dönemde bile Doğu’nun zenginliklerine bağlımlı kalmıştır.

Batı, yeryüzü üzerinde elde etmiş olduğu üstünlükten hoşnuttur. Bu üstünlüğü de soru konusu yapılabilecek sorunları tartışma dışında bırakmakta ve bu sorunlara artık çözümlenmiş gözüyle bakmaktadır.

Batı, dünya üzerinde ve doğa önünde kazanmış olduğu etkinliğini kendi iç sorunlarını çözmek yolunda kullanmak isteyecektir. Batı, elde etmiş bulunduğu etkinliğini bilinçli bir biçimde kullandığı zaman sorunlarının üstesinden gelebileceğine inanmaktadır. Dünyaya egemen olan ve dünya tarihine istediği yönü verebileceğini sanan Batı’nın kendi sorunlarının da kolayca üstesinden geleceğine inanması doğaldır.

-Batı’nın bireylere toplum dışında çözüm aramaları için getirdiği imkân? Bu hususta Doğu-Batı farkı nedir? Doğu’da uyum, inanç, güvenç, denge, düzen ağırlık kazanırken Batı’da zıtlıklar görülüyor. Felsefeyi Batı’nın tekeline bırakmak doğru olabilir mi?

– Batı’nın Batı olarak Doğu-Batı ilişkilerine yeni bir içerik kazandırmaması, çoğu kez bireylere toplum dışında çözüm aramaları için bir zorunluluk ve zorunlulukla birlikte yeni imkânlar getirmiştir. Batı bireyciliğinin temeli de bu olaydan başka bir şey değildir. Ayrıca toplumun çözümsüzlüğü bireysel çözümlere Doğu-Batı ilişkilerinde Batı’nın çözümü olmak fırsatını vermiştir. Batı uygarlığı, bir yerde bu kişisel çözümlerin toplamı ve ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı insanının karşılaştığı çeşitli sorunları böylece daha iyi kavrayabilmemiz mümkün olmaktadır. Önce toplum dışında bazı çözümleri gerçekleştirebilen bireyin kendisi söz konusudur… Batı’nın toplumlar arası ilişkiler içindeki yeri, bu sorunlara deneyler sonucu kendi elde ettiği yanıtlar getirebilmesini engellemiştir. Böylece Batı, sorunlarına kendi aklıyla ve mantık yoluyla karşılık aramak durumunda kalmıştır.

Doğu’da insan aynı sorunlara karşılığı kendi örgütlenmesi ve kendi devlet örgütü gücü ile bulmuştur. Birey ile toplum örgütlenmeleri arasında bir uyum söz konusudur. Ve bu uyum içinde Doğu insanı sorunlarına bulunmuş çözümlerle de bütünleşmiş bulunmaktadır. Bu nedenle Doğu insanı bazı sorunlarla Batı’da olduğu gibi dramatik bir biçimde karşılaşmamıştır. Bunun sonucunda Doğu düşüncesinde toplum ve doğa ile uyum, bu uyuma duyulan inanç, bu uyum içinde denge ve düzen konuları ağırlık kazanmıştır. Böylece Doğu ve Batı düşüncesi farklı özellikler göstermektedir. Ancak bu farklılıktan yola çıkıp felsefeyi yalnızca Batı’nın ve Batı insanının tekeline bırakmak, bizce en azından tartışma götürür.

SOSYOLOJİNİN SINIRLANDIRILMASI

o Hocam galiba felsefe ile sosyolojinin yakınlaştırılmasına karşısınız. Sebebini sorabilir miyim? Sosyolojinin kendisini sınırlandırması hakkındaki görüşleriniz? Türk tarihine yöneldiğiniz de biliniyor. Bu araştırma ve değerlendirmelerinizde Batı tarihi kalıp ve şemaları için düşündükleriniz?

– Felsefe ile sosyolojinin yakınlaştırılmasına karşı çıktık. Çünkü felsefe olarak Batı felsefesinden söz edilmekte; sosyolojinin felsefe ile yakınlaştırılması gerçekte sosyololjinin Batı düşüncesine bağımlı kılınmasına yol açmaktadır.

Yanlış anlaşılmasın: Biz sosyoloji ile felsefenin yakın ilişki ve alış verişine karşı çıkmıyoruz. (Biz sosyolojinin hangi yönde olursa olsun kendisini sınırlandırmasına karşıyız). Bizim karşı çıkmamız sosyolojinin Batı felsefe ve düşüncesinin uydusu durumuna düşmesi, en azından böyle bir tehlikenin bulunması nedeniyledir.

Biz Türk sosyolojisi olarak kendi benliğimizi ve kişiliğimizi belirleyebilmek için bize bu alanda büyük imkânlar sağlayan Türk tarihine yönelmemiz gereğini savunduk. Ve bunu doğrulayabilmek için de sosyoloji ile tarih bilimi arasında zorunlu bağlılık ve yakınlığı kanıtlamaya çalıştık. Ancak bu tutumumuz sosyoloji araştırma ve değerlendirmelerimizde Batı tarihi kalıp ve şemalarının uygulanmasına karşı çıkmamıza engel olmamıştır.

Felsefe ile sorun temelde farklı değildir. Ancak Doğu’da felsefenin varlığı bile kuşku konusu yapılmakta, sosyolojinin felsefe ile ilişkisi zorunlu bir biçimde Batı felsefesine bağımlılığa dönüşmektedir. Kolayca, ‘Doğu’ da felsefe yoktur’ denilirken, büyük bir zenginlik gösteren Doğu tarihini inkâr mümkün olmamaktadır. Bu açıdan tarih konusunda daha talihliyiz. Tarih konusunda felsefeye oranla bir başka üstünlüğümüz daha bulunmaktadır. Tarih ve tarih bilimi birbirlerinden ayrı sayılırken felsefe kendi konusuyla kaynaşmış kabul edilmektedir. Yoksa tarihî zenginliği hiçbir biçimde inkâr edilmeyen Doğu’da bilim olarak tarih de horlanmakta, ‘vakanüvis tarihçiliği’ denilmekte, tarih açıklamaları küçümsenmektedir. Yineleyelim: Bir yanda tarihimizin kendi zenginliği ve öte yanda Doğulu tarihçilerden İbn Haldun’un çeşitli nedenlerle Batı’nın ilgisini çekmiş bulunması ve sosyolojinin habercileri arasında sayılması Doğu’da ve bu arada yurdumuzda tarih bilimini felsefenin sonundan korumuştur. Oysa felsefe ve din karşı karşıya konulmakta ve bunların birbirleriyle uyuşmazlıkları yüzünden felsefe Yunan’ın tekeline bırakılmaktadır. Dinin egemen olduğu Doğu’da ise felsefe imkânsız sayılmaktadır.

SANAYİLEŞMEDEN MAKSAT

-Efendim, biraz da sanayileşmeden söz etsek ne dersiniz? Sanayileşme amaç mıdır, araç mı?

– Dünya egemenlik ilişkilerini göz önünde tutmayan ve bu ilişkiler üzerinde etkili olmayı amaçlayan bir endüstrileşme girişimi, Doğu’nun sorunlarını çözmekte yetersiz kalacaktır. Endüstrileşme gerçekte amaç değil, araçtır. Amaç da Doğu’nun yer yüzünde kendisine düşmesi gerekli yeri elde etmesidir. Bu nedenle endüstri ve Doğu toplumlarının endüstrileşmesi sorununun temelden ortaya konulması gerekmektedir. Yalnızca teknik değil, toplumsal ve tarihî boyutları olan bir sorun olarak ele alınması zorunludur. Endüstri devrimi, dünya egemenliğinin Batı’ya geçmesi olayından başka bir şey değildir.

-Batı, kendisinin Doğu’dan farklı olduğunu ileri sürüyor… Sebep veya sebepleri neler olabilir?

– Batı’nın, Doğu’nun kendisinden farklı olduğunu ileri sürmesinin birinci ve başlıca nedeni, Doğu’yu sömürüşünü haklı göstermek tasası ve çabasıdır. Böylece sömürgeciliğinden hiçbir utanma veya tedirginlik duymasına gerek kalmayacaktır. Batı tarafından bu farklılık ayrıca sömürgeci olarak gireceği ülkelerde kendisine yöneticilik ve bu başka tür toplumları uygarlaştırma görevini yükleyen bir farklılık olarak tanımlanacaktır. Başka deyişle bu, kendisine üstünlük kazandıran bir farklılıktır.

Uygarın karşıtı barbar veya vahşidir. Ve Batı, yayılmacılığını dünyaya uygarlık taşımak olarak tanıtmıştır. Vahşi yahut barbar doğuluları uygarlaştırmak iddiasındadır. Batı gelip bizi adam edecektir.

GELİŞMİŞLİK KAVRAMI

-Hocam ikide bir söz edilen ‘az gelişmiş’, ‘birazcık gelişmiş’ ‘çok az gelişmiş’, ‘gelişme yolunda’ lâfları için neler söylemek istersiniz?

– Unutulmaması gereken, ‘az gelişmişlik’ kavramının Batı’dan aktarma olduğudur. Batı’da ‘az gelişmişlik’i tanımlamak için çeşitli girişimler olmuştur. Bu ölçütten yararlanarak ‘az gelişmişlik’ tanımlanmak istenmiştir. Bütün toplumlar aynı gelişme çizgisini izlemiyorlarsa bulundukları yere bakıp toplumlar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün değildir.

-Batı’nın kimliği ve gelişme çizgisini bulduğu noktalar? Feodalizm ve kapitalizm? Bir gelişme çizgisinin zaman ve mekândan soyutlanarak açıklanabilmesi mümkün müdür?

– Herhangi bir toplum olayını kendi toplumsal ve tarihî koşullarından soyutlayarak anlayabilmek mümkün değlidir. Durkheim da “Bir toplum olayı ancak başka bir toplum olayı ile açıklanabilir” derken bize bu gerçeği öğretmektedir.

Batı kendi kimliğini ve gelişme çizgisini, kölelikle bulmuştur. Köleliği izleyen iki önemli aşama, feodalizm ve kapitalizm ile Batı gelişme çizgisini elde etmekteyiz. Ancak dikkat edilecek olursa, Batı gelişme çizgisinin tarihten soyutlanmış olduğu kolayca görülebilir. Batı gelişme çizgisinin böylesine zaman ve mekândan soyutlanması ve yalnızca kendi iç mekanizmasıyla açıklanmak istenmesi, Batı modelinin herhangi bir topluma sorunla karşılaşılmadan uygulanabileceğini ileri sürmek içindir.

Doğu veya Batı, bütün uygarlıkları özel mülkiyete yönelmiş göstermekte, Batı’nın temelini oluşturan Yunanlılığın övgüsü yapılmaktadır. Engels de, özel mülkiyetin Yunanlılarda görülmesiyle insanlığın ilk kez kendi göbek bağını kestiğini öne sürerek bu övgülere katılmıştır.

Bu övgüler, üzerinde özenle durulması gereken büyük bir yanlışın ürünüdür. Mülkiyet de, bütün öbür toplum kurumları gibi gelişen toplumsal ilişkilerin ürünüdür.

-Toplumları değerlendirmede tek bir ölçü mü vardır? Bir ikincisi söz konusu olamaz mı?

– Bugün yaygın görüşe göre toplumları değerlendirmede tek bir ölçü vardır. Ve bu ölçü, söz konusu edilebilecek herhangi bir toplumun belli dönem ve tarihte endüstri devrimini gerçekleştirmiş olmasıdır (…) Bu türden açıklamalar, konunun Batı’nın dünya görüşüne uygun biçimde ele alınışından başka bir şey değildir.

OSMANLI DÜNYA DEVLETİ Mİ?

-Doğu-Batı çatışmasını kapitalizm ile başlatmak doğru mudur? Bu çatışmayı yalnızca iktisadî açıdan ele almak isabetli bir düşünce olabilir mi? Osmanlı bir dünya devleti sayılabilir mi?

– Osmanlı’nın Doğu üretimine asıl katkısı, Batı’nın Doğu soygununa engel olmaktır. Ve Osmanlı İmpatorluğu esas Doğu-Batı ilişkilerindeki bu rolüyle bir dünya devleti olmaya hak kazanmıştır.

Doğu-Batı çatışmasını kapitalizm ile başlatmak, Batı çığırtkanları ile aynı şeyi söylemek demektir. Eğer Doğu-Batı çatışması kapitalizm ile başladı ise bu çatışmanın ortadan kalkması olanağı, bizim de kapitalist olmamızla ortaya çıkacaktı. Demek ki suç bizim: “Az gelişmişiz”, “Endüstri devrimini yapamamışız” Oysa biz de insanın insanı sömürdüğü bir düzen kurmuş olsaydık bugün ‘az-gelişmişlik’ gibi bir suçumuz olmayacaktı. Bizi, Batı’nın kapitalist değerleriyle kendimizi tanımlamaya sürüklemek, kapitalist ülkelere göre kendimizi “az gelişmiş” saymak, kimliğimizi, benliğimizi gereğince ortaya koymamamız için Batı’nın bulduğu son oyundur. Doğu-Batı çatışmasını yalnızca iktisadî açıdan ele almak da, bir yerde dikkatimizi kendi öz kaynaklarımızdan başka yönlere çekmektedir.

Kendi kaynaklarımızda bu sorunların yanıtlarının bulunduğu ısrarla bilinmezden gelinmektedir.

TÜRK GERÇEĞİ

-Efendim, sizi bugün çok yorduk. Müsaadenizle son bir soru sormak istiyorum: Türk gerçeğini nasıl değerlendirmeli?

– Unutulmaması gereken bir başka konu da soyut kavramlardan çıkarak Türk gerçeğini değerlendirmek yerine, Türk gerçeğinden çıkarak yeni kavramlar geliştirmenin tek geçerli yol olduğudur. Ve ancak böyle Türk gerçeğine uygun ve bu gerçeğin sahip olduğu güç ve olanakları en iyi biçimde değerlendirebilecek doğru ve geçerli amaçları saptayabiliriz.

-Müsaade isteyip kalkmak üzere olduğum sırada ‘Hocam, dedim, konuştuklarımıza yapmak istediğiniz ek var mı?

Hocamızın yüzünde bir gülümseme dolaştı, ‘İyi ki söyledin’ dercesine bakıp şöyle dedi:

– Siyaset yapmak, devlet kurmak bizim özümüzde vardır… Günlük politikanın zaman zaman kirlenmesi bizi yanıltmasın; şaşırtmasın!…

Bu bilim ve gönül erinin sözleri kulaklarımızda çınlıyor.
 

Orkun'dan Seçmeler

Türklük Şuuru

”Tarih alma”

Sin-Sin Oyunu