Ana Sayfa 1998-2012 Türkiye'de Akademik Unvan Almada Karşılaşılan Güçlükler ve Y...

Türkiye’de Akademik Unvan Almada Karşılaşılan Güçlükler ve Y…

GİRİŞ

Ülkemizde yükseköğretime çağdaş bir düzen getirmek amacıyla, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman reform niteliğinde düzenlemeler yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

1933, 1944, 1970 ve 1980’li yıllarda bu anlamda bir dizi çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en sonuncusu Yükseköğretime yeni düzenlemeler getiren 4 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunudur.

1980 yılına kadar çok çeşitli ve dağınık bir yapı gösteren yükseköğretim kurumları üniversite çatısı altında toplanarak dağınıklıktan kurtarılmış ve disipline edilmişlerdir. 1980 yılına kadar üniversitede yetiştirmeye çalıştığımız akademisyen seviyesindeki öğretim elemanları oldukça zor denebilecek sınavlardan sonra derse girmeye hak kazanabiliyorlardı. Bu uygulama uzun yıllar ülkemizde akademisyen yetişmesini engellemişti. Fakat aynı yıllarda “akademi” adıyla açılmış bulunan yükseköğretim kurumlarından daha kolay unvan sahibi olunabiliyordu. O dönemdeki akademiler, akademik unvanın temeli sayılan doktora çalışması yaptırmadan, öğretim elemanlarının çalışma sürelerini de dikkate alarak, yeterlilik tezleriyle doktorasız doçent ve profesör unvanlarını çok daha kolay bir biçimde verebilmekteydi. Bir müddet sonra bu ve benzeri durumlar o dönemdeki üniversitelerle akademiler arasında önemli çatışmalara yol açmıştı. Aynı dönemde, yukarıda da işaret edildiği gibi üniversitelerde unvan almak oldukça zor şartlara bağlanmıştı; unvan alanlar da çeşitli bahanelerle hemen derslere sokulmuyordu. Bu durum hem rahatsızlık yaratıyor ve hem de yetişmiş insıanımızın enerjisini tüketiyordu. Özellikle doktoralarını veya tıpta uzmanlık alanında çalışmalarını tamamlamış genç, enerjik ve aynı zamanda çalışmaya hevesli çok sayıdaki insanımız atıl bir durumdaydı.

2547 sayılı kanun, o zaman için tıkanmış ve çatışmalı bulunan bu sistemin önünü açtı. Doktorasını veya tıpta uzmanlık eğitimini tamamlamış olan öğretim elemanlarını yardımcı doçent yaparak yeni bir akademik unvan türetti. Bu akademik unvan Amerika’daki yardımcı profesörlüğün karşılığıydı. Yeni kanun, Türkiye genelinde dağılmış yeni üniversitelerin açılmasını sağlarken, yetişmiş fakat kanun yoluyla önü tıkalı binlerce akademik personeli harekete geçirerek o günün şartlarında çok önemli bir hizmeti gerçekleştirmişti. Hareket geçen bu akademik personel, enerjisini bilime harcayarak ülke düzeyinde önemli gelişmeler sağlamışlardı.

Ancak 2547 sayılı kanunun getirdiği bu yeni sistem ve yeni atılım, zamanla getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirme kriterleri yüzünden tekrar tıkanmayla karşı karşıya kaldı. Ülkemizin çok sayıda yeni üniversitelere ve yetişmiş öğretim elemanlarına ihtiyacı varken, yetişen elemanlarımızı, şartlarını her geçen gün zorlaştırdığımız yabancı dil sınavları ve ısmarlama jürilerle âdeta yıldırmış bulunmaktayız. Aslında bugünkü bütün medenî dünyanın kabul ettiği akademik unvan doktora veya tıpta uzmanlık olmasına rağmen, Yükseköğretim Kurulu gün geçtikçe sübjektif ve zor sınavlarla bazı unvanların elde edilmesini zorlaştırmıştır.

Millî Eğitim Bakanlığı Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı tarafından her yıl yayınlanan “Millî Eğitim Sayısal Veriler 2000” kitapçığındaki rakamlara göre 1999-2000 öğretim yılındaki toplam 22131 öğretim üyesinin 8239’u profesör, 4774’ü doçent ve 9118’i yardımcı doçenttir. Rakamlardan da anlaşıldığı gibi şu andaki Yükseköğretim Kurulu mevzuatına göre akademik unvanlar içerisinde doçentliğin elde edilmesi zorlaştırılırken, profesör ve yardımcı doçentlik unvanları daha kolay elde edilebilen unvanlar hâline getirilmiştir. Bu durum bilimsel bazda unvan sıralamasına aykırıdır. Genel olarak unvanlar küçük olandan büyük olana bir seyir takip etmesi gerekir. Fakat rakamlardan da anlaşıldığı gibi doçentlik unvanı, istatistik bilimcilerini de hayretler içinde bırakan bir sapma göstermektedir. İstat istik biliminde hata olamayacağına göre, hiçbir yoruma sapmadan sistemin hatalı olduğunu açık ve net olarak belirtmek gerekir. Tekrar belirtiyoruz: Sistem hatalıdır. Sistemin hatasını genç, dinamik akademisyenlerimiz; zararını ise, ülkemiz çekmektedir. Akademisyenlerimizi genç yaşlarında bıktırıp, enerjilerini yanlış yollara harcamasını sağlıyoruz.

1. AKADEMİK UNVANLAR

1.1 Unvan Almada Karşılaşılan Güçlükler

2547 sayılı kanuna göre kimlerin kaç makale, araştırma, bildiri, kitap ile yardımcı doçent, doçent veya profesör olacağı belli değildir. Konu, tamamen, oluşturulan jürilerin niyetine bırakılmıştır. Jüriler ise; dekan, rektör ve Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenmektedirler. Adayların yaptıkları bilimsel çalışmalara ilişkin jüriler tarafından raporlar, bazı hâllerde dekan, rektör veya Yükseköğrenim Kurulu’nun niyet ve tutumlarına göre şekil alabilmektedir. Doktorası biter bitmez hemen kadrosu ilân edilip tespit edilen jürilerle ve sadece doktora teziyle yardımcı doçent yapıldığı gibi, doktorasını bitirdiği hâlde kadrosu müsait olmasına rağmen yıllarca bekletilen öğretim elemanları da vardır. Üniversitelerde yapılacak ciddî bir denetim, bu duruma giren yüzlerce öğretim elemanının varlığını tespit edecektir. Bu keyfîliklerin ve çifte standardın dayandığı temel noktalar; samimî ilişkiler, tanıdık, bazen de akraba bağlantısı olabilmektedir. Bunun yanında ideolojik görüşlerin ve sübjektif inisiyatiflerin rolünü de küçümsememek gerekir.

Üniversitedeki mevcut unvanların nasıl alınabildiği konusu ayrıntılı olarak ele alınırsa; sübjektif değerlendirmeler; çifte standartlar ve yaşanan keyfîliklerin neler olduğu daha iyi anlaşılabilir, 2547 sayılı yasaya göre ülkemizdeki akademik unvanlar, yani öğretim üyeliği; yardımcı doçent, doçent ve profesörden oluşmaktadır. Bilindiği gibi yardımcı doçentlik jürilerini ilgili yüksekokul müdürü veya fakülte dekanı, profesörlük jürilerini ilgili rektörlüğün yönetim kurulu, doçentlik jürilerini ise, Yükseköğretim Kurulu belirlemektedir.

1.2 Yardımcı Doçentlik Unvanı

2547 sayılı kanunun 3. maddesi (m) fıkrasına göre öğretim üyesi; yardımcı doçent, doçent ve profesör olarak tarif edilmiştir. Yardımcı doçentlik, dünyada sadece bizim ülkemize mahsus bir unvan olarak, 2547 sayılı kanunla ilk defa olarak 1981 yılında ihdas edilmiştir. O tarihlerde bir ihtiyaç olarak, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yardımcı profesörlük (Assistant Profesör) karşılığı olarak düşünülmüştür. Sonradan en çok mağdur edilen kesim bunlar olmuştur. Şartları zorlaştırılan yabancı dil sınavları, tek taraflı ve keyfî olarak oluşturulan jüriler ve sübjektif kriterler yüzünden hak ettikleri noktaya ulaşmaları engellenmiştir. Bu öğretim üyeleri, üniversitelerdeki idarî kademelerde çalışarak üniversite, fakülte ve yüksekokulların yükünü omuzlarında taşımış ve taşımaya da devam etmektedirler. Pek çoğu kendi sahasında akademik çalışmalar yaptırmış; yüzlerce lisans ve lisansüstü öğrencisinin yetişmesinde etkili olmuş, tezler yönetmiş, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini yetiştirmişlerdir.

Durum bu iken ve Türkiye yeni üniversitelere ihtiyaç duyarken, üstelik öğretim üyelerine duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artarken, yetişmiş insan gücünü sübjektif değerler ve zor yabancı dil sınavları sonucu saf dışı bırakmak, çok akılcı bir anlayış değildir. 2547 sayılı kanunun 3. maddesi (m) fıkrasına göre, başlangıçta “öğretim üyesi” sıfatını taşıyan her öğretim elemanının, üniversitelerde kısmî statülerde çalışması öngörülmüştü. Sonradan, söz konusu kanunun ilgili maddelerinde değişiklik yapılarak, önce profesörler, sonra da doçentlerin daimî statüyle atanmaları sağlandı. Yardımcı doçentlerin kısmî statüdeki atanmaları devam ettirilerek, sürekli olarak baskı altında tutuldu. Söz konusu baskıların, bazı üniversitelerde, açık veya gizli tehdit şekline dönüştüğü dahi söylenmiştir.

Aslında öğretim üyelerini (profesör, doçent ve yardımcı doçent), kısmî statüde çalıştırmanın amacı, yeni açılan üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyacını karşılamaktı. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük merkezlere yığılmış öğretim üyelerinin diğer üniversitelere dengeli dağılımını hedeflemişti. Fakat büyük tepkilere yol açtığı için, önce profesörler, sonra doçentler daimî statüye alındılar. Yardımcı doçentlerin kısmî statüleri devam ettirilerek, açıkça bir haksızlık yapıldı. Yasanın eşitliğe aykırı bu maddesinden dolayı (23. madde) bugün 12 yıl yardımcı doçentlik yaptıktan sonra öğretim görevlisi veya okutman statüsünde çalışmak zorunda bırakılan veya bu duruma düşmemek için emekli olan çok sayıda yetişmiş öğretim üyesi bulunmaktadır. Bu ayıp bile, 2547 sayılı kanunun ve bu kanunla oluşturulan yetkili organların, yardımcı doçentlere bakışını açıklamaya yeterlidir.

1.2.1 Yardımcı Doçentlerin Mağduriyetleri

Aslına bakılırsa, çağdaş dünyanın diğer ülkelerinde, akademisyenlik doktora ile sınırlıdır. Doktoranın dışındaki diğer unvanlar ülkelere göre değişiklik arz eder. Bu unvanlar da tecrübe ve birikime göre olmaktadır. Meselâ Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de, Avustralya’da, İtalya’da yardımcı doçentlik ve doçentlik unvanları yoktur. Doçentlik unvanı, Avrupa ülkeleri içerisinde sadece Almanya’da vardır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yardımcı profesörlük ve çok istisnaî olarak profesörlük unvanı vardır. Doktoradan sonra bazı ülkeler bir veya en fazla iki unvan (o da profesörlüğü çok istisna yapmak suretiyle) öngörürken, ülkemizde doktoradan sonra üç unvan bulunmaktadır.

Başlangıçta oldukça iyi niyetle ve yetişmiş akademik personelin önünü açmak amacıyla çıkarılan, mevcut doçentlerin statüsünü bozmamak için Amerika’daki sisteme benzer nitelikte ihdas edilen yardımcı doçentlik unvanı, sonradan üniversite içerisinde gittikçe etkili bir konuma ulaşan bir kısım profesör ve doçent unvanlılar tarafından, gerek derece, gerek atama ve gerekse idarî konuma getirme konularında, sınırlı statüde bırakılarak mağdur olmalarına yol açılmıştır.

Mağduriyetlerin en önemlisi, yardımcı doçentlerin belirli sürelerle atanmış olmalarıdır. Çıkarılan 4584 sayılı kanun ile bu konu ortadan kaldırılmak istenmiş olmakla beraber, uygulamada değişik yorumlar ve farklılıklar yaşanmaktadır. Bilindiği gibi, 22.6.2000 tarih ve 4584 sayılı “Yükseköğretim Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi İle Bu Kanuna Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanun”a eklenen geçici 47. maddesinde, “Yardımcı doçentlik kadrosunda görev yapan öğretim elemanlarının çalışma sürelerindeki sınırlama kaldırılmıştır” hükmüne yer verilmiştir. Mağduriyetleri gidermeye yönelik olan bu hüküm, üniversite rektörlüklerince, farklı algılanmakta, farklı yorumlanmakta ve farklı uygulamalar yapılmaktadır. Rektörlerin bir kısmı, geçici maddenin esas maddeyi değiştirmediğini, bu hükmün, sadece af süresi için ön görülen zaman diliminde süreleri dolan yardımcı doçentleri kapsadığını, mevcut durumun ve atamaların eskisi gibi “ikişer veya üçer yıllık sürelerle” devam ettirilmesi gerektiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu anlayıştakiler, uygulamayı bu düşünce doğrultusunda sürdürme eğilimindedirler. Süre deyimi ile, on iki yılın kaldırıldığını; “iki” veya “üç yıllık” sürelerin devam etmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Bir kısmı da geçici maddenin, bu sınıfa giren öğretim üyelerinin haklarını garanti altına almaya yönelik olduğunu, süre sınırlaması getiren ilgili madde değişinceye kadar en son çıkan kanun hükmünün geçerli olduğunu ve tüm süreleri kapsadığını belirtmişlerdir. Hukuk mantığına ve kanunun amacına uygun olan da budur. Öyle anlaşılıyor ki, yasamanın yaptığı kanunu, kendi düşüncelerine göre yorumlayarak eski sistemi aynen sürdürme eğilimi gösten bazı rektörler, 4584 sayılı kanunun, yardımcı doçentler için öngördüğü süresiz atamadan pek hoşnut olmamışlardır. Yükseköğretim Kurulu ise, şu ana kadar konuyla ilgil ilorak düşüncelerini netleştirmemiştir. Oysa yoruma gerek kalmaksızın, kanun metninde, açık olarak, “… çalışma sürelerindeki sınırlama” deyimi ile, “süreler” kelimesi, çoğul olarak kullanılmıştır. 4584 sayılı kanunda kullanılan “… sürelerdeki…” deyimi, 2547 sayılı kanunun 23. Maddesi, (a) bendi ikinci paragrafında belirtilen, “… ikişer veya üçer yıllık süreler için en çok 12 yıla kadar atanabilirler” hükmünün tamamını kapsamaktadır. Zira, 2547 sayılı kanunda geçen “… süreler…” deyimi, her üç süre için ortak kullanılmıştır. Kaldı ki 12 yıllık süreyi kaldırıp “ikişer” veya “üçer” yıllık süreleri arada bırakmanın hukukî veya mantıkî izahı olabilir mi? İki veya üç yılın sonunda atama gerçekleştirilmezse, bu durum sürelerden dolayı olmayacak mıdır? O zaman neyin süresi kaldırılmıştır? Şu anda süre konusuyla ilgili olarak mağduriyetleri devam eden öğretim üyeleri vardır. Anayasanın eşitlik prensibine de aykırı olan bu şekil, yardımcı doçentlik unvanını taşıyan öğretim üyelerini mağdur etmiştir.

Çok önemli bir mağduriyet de derece konusunda yaşanmaktadır. Yardımcı doçentlerin, 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri engellenmiştir. Üniversitelerde akademik unvana sahip olsun veya olmasın bütün öğretim elemanları, yani okutmanlar, öğretim görevlileri, uzmanların vb. 2914 Sayılı Üniversite Personel Kanunu ve 78 sayılı kanun hükmünde kararnamenin üniversitelere tahsis ettiği kadro cetvellerine göre, 1. dereceye terfi etmelerinde bir engel bulunmazken, yardımcı doçentlerin 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri imkânsız hâle getirilmiştir. Bu da ayrı bir haksızlıktır.

Başka bir mağduriyet de, merkezî yabancı dil sınavı konusunda yaşanmaktadır. Yardımcı doçentler, sahip oldukları unvanları elde edinceye kadar; yüksek lisans, doktora ve yardımcı doçentlik aşamalarında, yabancı dil sınavlarına girip başarılı olmuşlardır. Bu başarılarına rağmen, “olmadı bir daha” mantığıyla, yeniden merkezî yabancı dil sınavına tabi tutulmaları ayrı bir haksızlıktır. 2547 sayılı kanun, ilk çıktığı yıllarda (Yürürlük tarihi: 01.11.1981), doçentlik unvanına sahip olup profesör olmak isteyenlere de, şimdiki sisteme benzer merkezî yabancı dil sınavı öngörmüştü. Birkaç kez sınava girip başarılı olamayan o dönemdeki doçentler, bu duruma şiddetle itiraz ettiler, kısa süre sonra 2547 sayılı kanunun ilgili maddesi değiştirilerek, profesör olmak isteyen doçentlerden yabancı dil sınavı şartı kaldırıldı. Böylece profesörlük daha kolay elde edilebilen bir unvan oldu. Bunun açık göstergesi, doçent olduktan sonra, zorunlu beş yılın sonunda, hemen herkesin profesör unvanını çok rahat elde etmeleridir. Bu sürenin sonunda profesör olamayanların çoğu, bilimsel eksiklikten ziyade, yönetim kademeleriyle sağlıklı ilişki kuramaması veya yönetim kademeleriyle düşünce paralelliğinin bulunmamasıdır. Ciddî bir denetim sonucunda durumun böyle olduğu görülecektir.

Yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte çok iş istenmesine rağmen, doçentlikten profesörlüğe, kanunî beş yıllık zorunlu bekleme süresi dışında, birkaç yayın yeterli olabiliyor. (Kanunda, yayın sayısı, yayın niteliği çok açık olarak belirtilmemiştir). Dolayısıyla bu unvan, çok rahatlıkla elde edilebiliyor. Sürenin sonunda doçent olamayanların çoğu, yukarıda da belirtildiği gibi bilimsel yetersizlikten ziyade, başka sebeplerle bu unvanı elde edemiyorlar. Doçent olduktan sonra, kanunî beş yıllık zorunlu bekleme süresinin sonunda, profesör olamayanların yüzde kaç olduğu araştırılırsa, belirttiğimiz görüşün sonucu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.Millî Eğitim Bakanlığı, “Millî Eğitim Sayısal Veriler 2000”, kitapçığına göre Türkiye çapında, 1999-2000 öğretim yılı için 8239 profesör, 4774 doçent, 9118 yardımcı doçent bulunmaktadır. İstatistik bilgisine çok az sahip olanların bile, rakamların hangi gerçeği ifade ettiğini açıklıkla anlayabileceklerini zannediyoruz.
 

Orkun'dan Seçmeler