Düzce’nin pek şirin bir ilçesi onun adını taşıyor. Kocaeli’mizin isminde de yine aynı berrak yansımayı görüyoruz. “Akçakoca”, hem ak fiillerin; hem de hürmetin merkezinde duran “koca”. Fizikî görünüşünün de “ak” dışında bir renkle aksettiğine gönül râzı olmuyor. Akçakoca, Osmanlı vâkıâsının târih aynasına vurduğu çağda, Osman Gâzî’nin maiyet erkânı içinde yer alma bahtiyârlığına erişmiş, daha sonra Orhan Gâzî’ye baba yâdigârı kalmış, kelimenin tam mânâsıyla bir “alp-eren”.
Kandıra’daki türbesi, etrâfında dizilen vatan toprağımızı mukaddes sulara daldırıp çıkarıyor. Onun hakkkında öylesine az ve kıt bilgiye sâhibiz ki, iki paragrafı geçmiyor. Ne gam? Akçakoca’nın Türk milletinin hâtırâ bahçesindeki saltanatı; dallar, fidanlar, meyveler hâlinde yenilene yenilene sürüyor.
Söğüt Kışlağı ile Domaniç Yaylağı’ndan başlayarak, suya düşen taşın husûle getirdiği halkalar misâli, kademe kademe çoğalan ve attıkları her adımda yumurta kabuğundaki çatlağı biraz daha derinleştiren Kayı alpları, Osmancık’ın bileğini sımısıkı kavradıklarında, cümle tekfûr illeri önümüzde dize gelip aman dilemişlerdi. Bu alp-erenler arasında, eli öpülesi Türk “koca”sı Akçakoca da vardı. Konur Alp, Turgut Alp, Abdurrahman Gâzî, Köse Mihâl, Dursun Fakîh, Samsa Çavuş, Aykut Alp ve daha nice gönül eri; hem Akçakoca’nın can yoldaşı, hem de Osman Gâzî’nin yüksek devlet ideâline baş koyan mübârek sîmâlardı.
Üsküdar’dan yola çıkıp Anadolu’yu adımlamaya, karışlamaya başladığımızda, hemen her evlekte Akçakoca ile karşılaşırız. Gözümüze ziyâfet çeken cennet manzaraları yanında, duyup okudukça mest olduğumuz semt, köy, kasaba, şehir, dağ, dere, bayır, körfez isimleri, bir yerlerinde taşıdıkları izlerle, bizi mutlakâ Akçakoca’ya götürürler.
Bugün, artık İstanbul ile her bakımdan bir arada düşünülen Kocaeli’nin taşıdığı sanâyi ağırlığı, ülke hacminde bir değeri ifâde etmektedir. Bu fevkalâde kıymeti erkenin erkeni bir çağda keşfeden dimâğ, Orhan Gâzî’ye âittir. Orhan Gâzî’nin, İznik’i İzmit’e, onu da İstanbul’a bağlayan fetih rûyâsında, Akçakoca, epeyi hayır toplamıştır.
Kocaeli’nden transit geçenler, bacalarından duman tüten fabrikaları ve her sektöre yetecek miktârda sanâyi tesisleriyle, nazlı nazlı kıpırdayan körfezi görürler. Fakat, esas tabiat serpilişini kaçırırlar. Körfezden içerilere doğru, sıraya girmiş bir yeşil korosu, bu asîl rengin bütün tonlarını gözden başlayarak bütün uzviyetimize takdîm eder. Akçakoca’nın, hayâl ettiğimiz ak sakalından mülhem mü’min duruşu ve o duruştan ortaya çıkan yeşil cümbüşü, Türk’ün bütün yeşilliklerine alem olacak hikmete sâhiptir.
Akçakoca, adıyla anılan Düzce ilçesinin hem fâtihi, hem de ilk idârecisidir. Bizans dönemindeki “Diapolis” ismi, önce – Türk fâtihinin hâtırâsına – “Akçaşâr” güzelliğine kavuşmuş, ilerleyen yıllarda da “Akçaşehir” söylenişini yakalamıştır. Cumhûriyet döneminde, ihtimâl, Akşehir’le karışmasını önlemek gibi bir hassâsiyetin tesiriyle, “Akçakoca”’da karar kılınmıştır. Bu isimlendiriş, tam bir hüsn-i tevâfuk olmuş, Kocaeli’nden sonra ikinci bir söz lezzeti, üstelik onun nâmının eksiksiz telâffuzu ile dilimize armağan edilmiştir.
Akçakoca; Oğuz Kağan Destânı’ndaki “Uluğ Türk”, Orhun Âbideleri’nden ilk dikilenin müellifi “Tonyukuk”, büyük Selçuklu vezîri “Nizâmü’l-Mülk”, Dede Korkud Hikâyeleri’nin boy boylayıcısı, soy soylayıcısı “Korkud Ata”, Ertuğrul Gâzî’nin kılıcına mânevî kıvılcımlar konduran “Şeyh Edebâlî” kıvâmında bir “Koca”dır. Aynı “Koca”lık mâdeni, kendinden sonraki pek kalabalık Türk kahramanlarında, Akçakoca’dan mevrûs olarak devâm edip gidecektir.
Söğüt merkezinden, Akçakoca’nın serdârlığında fethedilen arâziye doğru fırlatılacak nazarlar, muazzam bir plânla o plânın hedefindeki hârikulâde vuslat mahallini, zorlanmadan farkedeceklerdir. “Hıttâ-i Bîd”, “Bitinia” gibi etiketler takılan Söğüt bölgesi, Akçakoca’nın bereketli harekâtı sonunda, kuzeybatıda Marmara’ya, kuzeyde Karadeniz’e uzanmıştır. İki denize ulaşan Türk kollarının tam bir dik açı yaptığı ve üçüncü kola şiddetle ihtiyaç duyulduğu, Orhan Gâzî’nin dikkatinden kaçmayacaktır. Gâzî Süleyman Paşa ile Karası bakıyesi denizci kumandanların Çimpe’de Avrupa toprağına saplanan kılıçları, bahsedilen üçüncü kolun mârifetiyle efsûnkâr bir Rûmeli hikâyesine kalem olacaklardır.
Söğüt’ten uzatılan ve kısa zamanda Bursa’yı karargâh yapan bu üç Türk kolunun nihâî menzîli İstanbul’dur. Akçakoca, oldukça erken sayılacak bir devirde, Türk’ün Anadolu’daki istikbâlini İstanbul’a sâhip olmakta görmüş, bizzat tâkib ettiği askerî strateji ile de İstanbul’un etrâfında dâireler çizmeye başlamıştır. Akçakoca’yı, yöneldiği hedeflere ulaşmış görenler, onun aynı zamanda, Türk denizciliğinin tersâne ve levend ocağını tutuşturan meş’aleyi, kavî elleriyle kavradığını da idrâk edeceklerdir.
Kocaeli Yarımadası, Anadolu Yarımadası’nın İstanbul’un en yakınına sokulmuş akıncı arâzisidir. O akıncı birliğinin başında da Akçakoca vardır. Akçakoca ve arkadaşlarının sıcak nefesini, Kocaeli yöresinin bugünkü fabrika bacalarından çıkarken görebilenler, aynı zamanda bir vatan tutma destânını da okuyorlar.
Akçakoca, bizim dumanlı ve karlı Altay yaylalarından getirdiğimiz adı gibi “ak” bir Türklük nakışıdır. Akçakoca ve benzerlerini, yetişen nesillerimize iyi anlatamamanın sıkıntısını, vebâlini her geçen gün biraz daha hissediyoruz…