İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarıydı. Batı Avrupa’yı silip süpüren Almanların gözü Balkanlara çevrilmişti. Romanya da tabii ki bu ilgi alanının içindeydi. Çalıştığı gazete, babamı, Balkanlar muhabiri olarak Romanya’ya göndermeye karar verdi. Babam bu seyahat için meşin ceket, külot pantolon, tozluklar aldı. Annem, yol masrafı için babama verilen altınları, meşin ceketin içinde diktiği gözlere yerleştirdi. Vedalaştık, gitti.
Romanya karışıktı. Aslında dünyanın büyük bir kısmı karışıktı. Şimdiki gibi cep telefonu, bilgisayar, G3, uydu anten filân hak getire. Tek haberleşme imkânı sabit telefon. Onunla da milletler arası konuşabilmek âdeta mucize. Bu yüzden babamdan bir süre haber alamadık. Annem meraklandıkça meraklanıyordu. Belki bir ay sonra nihayet –galiba gazete vasıtasıyla- öğrendik ki filanca gün geliyor. Onu karşılamak için hazırlandık. O vakit Romanya ile ulaşım Karadeniz’den gelen yolcu vapurları ile sağlanıyordu. Romenlerin Transilvanya ve Besarabya adlı iki büyük gemisi İstanbul-Köstence hattında çalışıyordu. Karaköy’deki Yolcu Salonu’na gittik. Gemiler oraya yanaşıyordu. Uzunca bir bekleyişten sonra gemi yanaştı, yolcularını boşalttı, biz de babama kavuştuk.
Babam sonra anlatmıştır ki, Romanya’da tanıştığı bir Türk, kendisine 40-50 kadar kitap vermiş, bunları dönerken Türkiye’ye götürmesini rica etmiş. Çünkü normal posta ile gönderme imkânı yokmuş. Bu genç adamın ismi Müstecib Ülküsal, yazdığı kitabın adı da “Dobruca ve Türkler” imiş. Babam kitapları almış, gemiye binmiş. Fakat İstanbul gümrüğünde bu kadar kitap için gümrük resmi isteneceğini düşününce kitapları yakınındaki diğer yolculara üçer-beşer vererek bunları gümrükten çıkınca kendisine iade etmelerini istemiş. İtiraz eden olmamış. Fakat İstanbul’a varınca babam bakmış ki kitaplardan bir tanesi bile ortada yok. Meğer emaneti alan yolcular sonradan korkmuşlar, başlarına bir iş açılmasın diye kitapları denize atmışlar.
Ben, Müstecib Bey’in adını ilk olarak bu olay dolayısıyla işittim. Beş yaşındaydım. O yaşta, yaman bir mücadele adamından bahsedildiğini nereden bilecektim?
Müstecib Ülküsal adı bizim evin duvarlarında sık sık yankılanırdı. Yirmi yaşlarıma yaklaşırken kulağım onun namı ile iyice dolmuştu. O sırada artık yüz yüze de gelmeye başlamıştık. Bana “Çucuğum, madem bir ideal yoluna koyuldun devam et, en büyük saadet bundadır” diyordu.
Avukattı Müstecib Bey, ama hayatının bu safhasına ne çetin yolları aşarak ulaşmıştı.
Ooo
Ailesi, Kırım’ın hazin akıbetinden sonra 1862’de Dobruca’ya göç etmişti. Burada doğan Müstecib, ilk öğrenimini Dobruca’da, orta öğrenimini İstanbul’da yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı çıkınca tatil için gittiği Dobruca’dan İstanbul’a dönememiş, Köstence’deki Mecidiye Müslüman Seminarı’na devam etmeye başlamıştı. Ancak, Romanya 1916’da savaşa katılınca bu seminar kapatılmış, onun da eğitimi yarım kalmıştı. O zaman üç Türk arkadaşıyla beraber kendi köyünde öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Bir yandan da Tonguç adını verdikleri kültür ve spor derneğini kurmuştu.
Müstecib Bey Kırım kökenliydi ama bu ata ülkesini 19 yaşına kadar görmemişti. Rus İhtilâli’nden sonra 1918’de Kırım’da kurulan Süleyman Sülkiyeviç hükûmeti, Kırım kökenli aydınların yurda dönmeleri için çağrıda bulunmuştu. O da bu davete uyup bir Rus şilebine kaçak olarak binmiş, Akyar limanına varmıştı. Almanlar onu yakalayıp sorgulamışlar, bir süre de gözaltında tutmuşlardı. Serbest bırakılınca Bahçesaray’daki Kaytmaz Ağa Okulu’nda, daha sonra Fatisala İlkokulu’nda öğretmenlik yapmıştı Bu arada Kırım köylerinde müsamereler tertiplemiş, konferanslar vermişti. Kırım macerası iki yıl sürmüş, Müstecib Bey 1920’de bir Türk motoruyla yine kaçak olarak Ereğli’ye geçmiş, oradan Polatlı’daki akrabalarının yanına gitmişti. O seneyi Polatlı’nın köylerinden Karayavşanlı’da öğretmenlik yapmakla geçirmişti. Lise öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Romanya’ya dönüp Bükreş Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazılmış, 1926’da buradan mezun olunca Pazarcık’ta avukatlığa başlamıştı.
Bir ömrün ilk 27 yılına da ancak bu kadar macera sığabilirdi.
Şimdi Dobruca’da yaşayan Türk toplumunun millî şuurunu ve kültür hayatını geliştirmek, onlara anavatanları Kırım’ı unutturmamak ve millî bir hedef etrafında birleştirmek gibi yüce bir idealin rüzgârına kapılma sırası gelmişti. Bu amacı gerçekleştirmek için okullarda, derneklerde Türk birliği ve Türkçülük konularında konferanslar veriyor, Türk gazetelerinde makaleler yayınlıyordu. 1929’da ise “Emel” dergisini yayınlamaya karar vermişti. On arkadaşıyla aralarında para toplayıp hurufat almışlardı. 1930 yılının başında ilk sayısı çıkan, Emel, onun adı ile bütünleşecek ve hayatının sonuna kadar ayrılmaz bir parçası olacaktı. Kısa süre sonra da Kırım Türklerinin ve Kırım Bağımsızlığı dâvasının resmî yayın organı ilân edilecekti. Kırım Kurultay Hükûmeti’nin eski dış işleri bakanı ve Kırım Millî Merkezi başkanı Cafer Seydahmet Bey de Emel’i destekliyor ve ona yol gösteriyordu. Sade Cafer Bey değil, Türkiye’de, Polonya’da, Bulgaristan’da ve elbette Dobruca’da yaşayan Kırımlı Türklerin de desteği Emel’le beraberdi.
Müstecib Bey’in bundan sonraki adımı Dobruca Türk Hars (Kültür) Birliği’ni kurmak olmuştu. Arkadaşlarıyla birlikte Türklerin yaşadığı bütün şehir, kasaba ve köylerde teşkilâtlanan Birlik çeşitli toplantılar tertipliyor, müsamereler veriyor, yayınlar yapıyordu. Müstecib Bey, sahnelenen bazı piyeslerde baş rolü de üstleniyordu. Birliğin1934’te yapılan ilk kurultayında da başkanlığa seçilmişti. İki yıl sonra da yarısı Türkçe, yarısı Romence olmak üzere Halk-Poporul adında haftalık bir gazete çıkarmıştı. Bu gazetenin amacı Türklerin yaşadığı zorlukların Romenler tarafından anlaşılmasını sağlamaktı.
Evini de, matbaasını da Mecidiye’den Köstence’ye taşıyan Müstecib Bey, hemen her idealist gibi maddî güçlüklerle boğuşmak zorundaydı. Bu yüzden eşini ve çocuğunu Türkiye’ye getirip Çankırı’ya yerleştirmiş, kendisi de Dobruca’ya dönerek Emel’i çıkarmaya devam etmişti. Ancak artık nefesi kesilmişti. Üstelik İkinci Dünya Savaşı patlamış, Romanya da savaşın sıcak nefesini yüzünde hissetmeye başlamıştı. Bu ülkeyi işgal eden Almanlar, Emel gibi yayınlara hoş gözle bakmıyorlardı. Bu yüzden derginin son sayısını toplatmışlardı. Müstecib Bey, Dobruca ve Türkler kitabını işte bu şartlar içinde bastırmış ve babam vasıtasıyla Türkiye’ye göndermek istemiş…olmalı. Kendisi de bir-iki ay sonra ailesinin yanına dönmüştü. Dobruca, artık onun hâtıralarında capcanlı kalan ve hep öyle kalacak olan bir beldeydi.
Türk kanunları gereğince, avukatlık veya hâkimlik yapabilmesi için yeniden staj görmesi gerekiyordu. Ankara adliyesinde staj yaparak hâkim adaylığına hak kazanmış, sırtına avukatlık cübbesini geçirmişti. 42 yaşındaydı. Aynı yıl içinde savaşın getirdiği yeni durumlar onun hayatını da etkilemişti. Hitler Almanyası, saldırmazlık anlaşması imzaladığı Sovyetler Birliği’ne karşı ani Barbarossa Harekâtı ile saldırıya geçmiş, panzerler kar tipileri altında Moskova varoşlarına kadar ilerlemişti. Kırım da Alman çizmelerinin işgali altındaydı. Kırımlılar için yeni bir ümit ışığı belirmişti. Almanlar Kırım’da ilelebet kalacak değillerdi ya. Önünde sonunda yönetimi Kırımlılara bırakacaklardı. Onun için durumu yakından görmek, tedbir almak, hazırlık yapmak gerekiyordu. Cafer Seydahmet Bey ve arkadaşları, Müstecib Ülküsal’ı ve Dr. Edige Kırımal’ı Almanya’ya gönderme kararı aldılar. Almanya’da Kırım Türk Millî Teşkilâtı’nı kuracak, Kırım kökenli mülteci, işçi ve esirlerin Kırım’a dönmelerini sağlayacak, kurulacak millî hükûmet ile iş birliği yapmanın yollarını arayacaktı.
Müstecib Bey, 1941 Kasımının soğuk akşamlarından birinde arkadaşı Dr. Edige Kırımal ve onun eşi Aymelek Hanım’la birlikte Sirkeci istasyonundan trene bindi. Hayli maceralı ve aktarmalı geçen iki günlük yolculuktan sonra Berlin’e indiler. Kalabalık ve hareketli bir şehirdi. Lokantalarda, sokaklarda üniformalı er ve subaylar olmasa Almanya’nın savaşta olduğuna kimse inanmazdı. Yanlarındaki para azdı. Onun için üçüncü sınıf bir otel aradılar. Zar zor buldular. Tek oda vardı Bu odanın bir köşesindeki çift kişilik karyolada Kırımal çifti, sonradan karşı köşeye konulan başka bir karyolada da Müstecib Bey yatacaktı.
Berlin’in o günlerdeki durumunu kısa zamanda öğrendiler. Eskiden beri Almanya’da oturan İdris Alemcan Türk illerinden Berlin’e gelen gençlerle, onların meselelerini çözümlemekle meşguldü. Ancak Cafer Seydahmet Bey’le, İdil-Urallıların önderlerinden Ayaz İshakî Bey’le ve Hüsnü Erkilet Paşa ile arası iyi değildi. Berlin’de yüksek öğrenim gören Ahmet Temir ise İdris Alemcan’ı beğenmediği gibi Kazak Türklerinin lideri Mustafa Çokay’a da hoş gözle bakmıyordu. Savaş olanca hızıyla sürüp giderken kaderin Berlin’de bir araya getirdiği Türk önderler birlik olmak yerine ne yazık ki birbirleriyle çekişiyorlardı.
Müstecib Bey’le Edige Kırımal, kendilerine yardımcı olabilecek kimselerle görüşüp konuşuyorlar, fakat bir sonuca ulaşamıyorlardı. Muhatapları ya kendilerini dinleyip bir şey söylemiyor, yahut konuyu başka bir yetkilinin üzerine atıyordu. Kırım’a giderek çalışmaları hususunda hiçbir ışık görünmüyordu.
Bu arada hayat devam ediyordu. Kendilerine verilen yiyecek kartlarıyla üç yumurta, üç küçük sabun ve 300 gram şeker aldılar. Bir süre sonra da iki odalı bir pansiyon bulup oraya yerleştiler. Kira olarak günde 8,5 mark ödeyeceklerdi.
Kurban Bayramı ile yılbaşı arka arkaya geliyordu. 1941 yılının son gecesini İdris Alemcan’ın evindeki yemekte geçirdiler. Saat tam 12’de İdris Bey yıllanmış bir şampanya şişesi açtı. Ayağa kalkıp kadehlerini bütün Türklüğün refahı, mutluluğu ve selâmeti için boşalttılar. O sırada Mustafa Çokay vefat etmişti. Cenazesine gidip gitmemeyi tartıştılar. İdris Alemcan o kadar öfkeliydi ki, eğer cenaze namazına katılırlarsa kendileriyle bütün alâkasını keseceğini haykırıyordu. İdris Bey’in dostluğuna muhtaçtılar, onun için Çokayoğlu’nu uğurlamaya gidemediler.
Alman yetkililer onları esirler komisyonu üyesi olarak kabul etmişlerdi. Bu durumda kendilerine ayda 400’er mark, Aymelek Hanım’a da 280 mark ödemeyi kararlaştırdılar. Başvurdukları kimseler bol bol vaatte bulunuyorlarsa da bunların hiçbiri gerçekleşmiyordu. İki arkadaş İstanbul’dan da haber alamıyor, destek göremiyorlardı. Sıkılıyor, üzülüyor, ama sabretmekten başka da çare göremiyorlardı. Kendilerini Almanların birer küçük memuru gibi hissetmeye başlamışlardı.
Kırım’a değil ama Romanya’ya gitmesine izin çıktı. Edige Kırımal Polonya’ya hareket ederken Müstecib Bey de Bükreş’e gidecek yataklı vagona biniyordu. Romanya’da Dobrucalı ve Kırımlı gençlerle, Türkiye Büyükelçisi Hamdullah Suphi Tanrıöver’le, Alman elçiliğindeki yetkililerle, kendisini ziyarete gelen herkesle görüşüp konuştu. Gençler Kırım’a giderek orada öğretmelik yapmak için gönüllü yazılıyorlardı. Bu listeleri aldı, Berlin’e dönünce yetkililere verdi.
Almanların onları oyalayıp atlattıkları artık iyice anlaşılmıştı. Onların, Kırım’a kurtarıcı olarak değil, yeni bir sömürgeci olarak girdikleri ortaya çıkmıştı. Derin bir hayâl kırıklığı yaşayan Müstecib Bey, Berlin’de dokuz ay kaldıktan sonra Türkiye’ye döndü, Edige Kırımal ise Berlin’de kaldı. Anlaşılan oydu ki mücadele yine Türkiye’de yürütülecekti.
Kırım Türklerinin kurdukları derneklerin çoğunda Müstecib Ülküsal’ın göz nuru ve alın teri vardır. Dernek olarak her yıl Haziran ayında Nuri Demirağ’ın korusunda kır gezisi tertipleyip koca kazanlarda çiğ börek pişirirler, Kırım’a özgü, o ince, o kıvrak, o hazin türküleri seslendirirler, millî oyunlarını oynarlardı. Bu toplantılara Kırımlıların önderi olarak kabul edilen Cafer Bey’le birlikte, onun yardımcısı durumundaki Müstecib Bey de katılırdı. Bir defasında, ev sahibi Nuri Demirağ’ın aralarına karıştığını, istek üzerine ayağa kalkıp “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” beytini okuduğunu hatırlıyorum. Toplu fotoğraf da çektirilmişti. Nuri Bey, Cafer Bey ve Müstecib Bey o fotoğrafta yan yana durarak objektife gülümsüyorlardı. Ne güzel bir gündü. Tarih 1955.
Yirmi yıl önce vitrini karartan Emel dergisini yeniden canlandırma girişimi 1960’ta sonuçlanmış, dergi Ankara’da yayınlanmaya başlamıştı. Düzenli ve istikrarlı bir yayın hayatı yaşayan Emel’de Müstecib Bey’in birçok yazısı (214 tane) yayınlandı. Ayrıca Berlin Hâtıraları da kitap hâlinde bastırıldı (sadece 300 adet) ve dağıtıldı.
Müstecib Bey’in yazıhanesi Cağaloğlu’nda, vilâyetin sırasındaki üç katlı küçük bir binanın ikinci katındaydı. Bu binanın loş, hattâ karanlık merdivenlerini sık sık tırmanıp onu ziyarete giderdim. Daima güler yüzlü, sakin ve samimiydi. Sık dalgalı ve artık ağarmış bulunan saçlarını arkaya doğru muntazam tarardı. Bu saçları ve onları tamamlayan bıyığı ile toprak altından yeni çıkarılmış bir eski zaman heykelini andırırdı. Akşamüstü yazıhaneden çıkınca Sirkeci vapur iskelesine doğru, elinden düşmeyen bastonuna yaslanarak ağır ağır ve aksaya aksaya yürüdüğünü görürdüm. Demişlerdi ki, Bükreş Üniversitesi’nde öğrenci iken bir tren kazası geçirmiş ve sağ ayağının parmakları kopmuş, aksaması ondandır. Demek onun geçmişinde böyle acı bir vaka da gizliydi.
1976’da Rusya’daki çalışma kamplarından birinde tutulan Mustafa Cemil’in öldürüldüğü haberleri yaygınlaşmıştı. Mustafa Cemil, 1944’te yurtlarından sürülen Kırımlıların vatana dönüş mücadelesinde yıldız gibi parlayan bir isimdi. Onun hayatı ve ölümü kamuoyunu yakından ilgilendiriyordu. Bunu göz önüne alarak Tercüman gazetesi için bir röportaj yapmaya karar verdim. Artık Cafer Bey yoktu, bu konuda en yetkili Müstecib Bey’di. Onu ziyarete gittim. O gün uzun boylu konuştuk. Böylece fikirlerini daha yakından ve kendi ağzından öğrenmek imkânım oldu. Diyordu ki:
“Çucuğum, biz Kırımlıların, yalnız onların değil, Rus esaretinde yaşayan bütün Türklerin millî benliklerini korumalarını istiyorsak dil ve din birliğini sağlamalıyız. Yani bu birlik zaten var da, onun bozulup kaybolmaması için çalışmalıyız. Bu olmadıkça hiçbir yere varamayız. Hürriyete ve bağımsızlığa ancak kültür bütünlüğünü koruyabilmiş topluluklar kavuşabilir. Bunun için de öğrenim ve eğitimde köhnemiş metotlar yerine yenilerini arayıp koymalıyız. Rahmetli İsmail (Gaspıralı) Bey’in uğrunda çalıştığı da bu değil miydi? Ceditçilik onun sayesinde öylesine yayılmıştı ki, ceditçi okulların sayısı binlere ulaşmıştı. Onlardan yetişen nesiller Kırım, Kazan, Türkistan aydınlarının istiklâl mücadelesinde ön safı oluşturdular. Tabii bu kadarı yetmez, insanlarımızın dürüstlüğü, bilgiyi, fazileti, inancı ve çalışkanlığı rehber edinmeleri de gerekir. En ümitsiz günlerden bile aydınlığa kavuşabilmek ancak böylelikle mümkün olur.”
Kendisi de bu saydıklarının canlı misâliydi. İnancını hiç kaybetmemişti. 77 yaşına kadar da çalışmıştı. Hâlâ dinç ve sağlıklıydı. O yıl yazıhanesini kapatıp cübbesini katlamıştı.
Sonraki yıllarda onunla ancak bir-iki defa karşılaşabildim. Beyoğlu’ndaki büyük otellerden birinde yapılan toplantıda ayaküzeri konuştuk. Yazık ki, gözleri artık insanları seçemiyordu. Beni sesimden tanımış, kolumdan tutarak konuşmuştu. O sırada 83 yaşında olmalıydı. Bundan sonra geçen zaman uzun ve karanlık bir sonbahardan farksızdı. Görme duygusunu tamamen kaybetmiş, bu yüzden evinden pek çıkamaz olmuştu. Son yıllarını, dermanı tükenmiş vücudunu yatağa bırakarak geçiriyordu. Bu arada Kırım Türklerinin anavatana dönüş mücadelesi başarıya ulaşmış, Orta Asya’ya sürülenlerin çocukları, torunları eski yurtlarında yeniden toplanmaya başlamışlardı. Mücadelenin önde gelen ismi Mustafa Cemiloğlu Kırım Millî Meclisi’nin reisliğine getirilmişti. Cemiloğlu, Türkiye’yi ziyaretinde ilk olarak Müstecib Ülküsal’ı görmek istemişti. Halsizliğine rağmen onu karşılamak için hasta yatağından kalktığında kendisine engel olmak isteyenlere Müstecib Bey: “Kırım Millî Meclisi’nin reisini ayakta karşılamalıyım. Buna gücüm var. Böyle olması gerek”” diye cevap vermişti. Bu iki şahsiyetin buluşması nice kırgınların, sürgünlerin, kanlı olayların, gözyaşlarının ve hüzünlerin acı hâtıralarının geride kaldığına, şimdi ufukta hür ve aydınlık günlerin belirdiğine dair işaretler taşıyordu.
Müstecib Bey, 1986’da genç dostlarıyla birlikte Emel Kırım Vakfı’nı kurdu. 90 yaşına yaklaşırken bile Kırım için yapacakları vardı. Yalnız Kırım’ı değil, bütün Türk yurtlarını içine alan geniş bir fikriyatın mensubu olarak kendisini daima nöbette hissediyor olmalıydı.
Müstecib Bey’in bu dünyadan ayrılışı da, kendi yaradılışı gibi sessiz sadasız oldu. Onu bilenler biliyor, tanıyanlar tanıyordu. Vefat haberi onlar arasında yankılandı. 97 yaşındaydı. Uzun mücadelelerden sonra Kırımlıların vatanlarına dönüşlerine şahit olmuş, Dobruca’daki seyrelmiş Türk toplumunun feraha kavuştuğunu (görmemiş ama) duymuştu. Bir ömür süren çalışmanın, didinmenin, yazmanın mükâfatı da işte buydu. O bunu hak ediyordu.
Işığa çoktan kapanmış gözlerini hayata da huzur içinde kapadığına inanmak istiyorum.