Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2008 yılının ikinci üç aylık dönemine ait büyüme hızının % 1.9 olduğunu açıkladı. Bu rakam, son 6 yıldan bu yana görülen en düşük orandır. Ekonomimizin durumu ile ilgili olarak kamuoyuna intikal ettirilen diğer bilgilerden de yararlanarak durumu özetlemek gerekirse, rakam kalabalığına girmeden şunlar söylenebilir:
1- En büyük gerileme, % – (eksi) 3.5 oranı ile tarım sektöründe meydana geldi.
2- Gayrimenkul sektörü ise % 15.1 oranında büyüdü.
İşsizliğin kalıcı bir kalıba yerleştiği, dış ticaret açığının artmaya devam ettiği, enflasyonun tekrar yükselişe geçtiği, bütçe açığının hızla büyüdüğü, gelirlerimizin, sıcak paranın sonsuz iştahında eridiği, (daha iç açıcı rakamlara ulaşabilmek için hesaplama sisteminde yapılan değişikliğe rağmen) kişi başına gelirde 28 dolar fakirleştiğimiz…gibi sonuçlar elbette önemlidir. Fakat 1. ve 2. maddede belirtilen hususların üzerinde mutlaka ve geniş bir şekilde durulmalıdır. Çünkü; tarım sektöründeki gerileme vahim, gayrimenkul sektöründeki büyüme ise aldatıcıdır.
İnsanoğlu; kültürel ve lüks ihtiyaçlarını karşılamakta tasarrufa gidebilir. Fakat beslenme ile ilgili karşılanması mecburî ihtiyaçlarında çok sınırlı bir tasarruf imkânına sâhiptir. Gıda yetersizliği, düşünülebilecek en büyük insanlık felâketidir.
Denilecek ki; gıda üretimindeki yetersizlik yalnızca Türkiye’nin değil, bütün dünyanın karşı karşıya bulunduğu bir olumsuzluktur.
Doğrudur.
Fakat, dünyanın yaşadığı bu olumsuzluğu, ülkemiz için fırsata dönüştürmekte yetersiz kaldığımız da doğrudur.
Tarım sektöründe dünyanın v rimsizlik dönemine gireceği biliniyordu. Verimdeki düşüşün, fiyatları yükselteceği de… Çâre olarak sübvansiyon gibi en basit ve kötüye kullanılması en kolay yönteme başvuruldu. Böylece tarım üreticilerinin güçsüzlüğünden yararlanan büyük sermâye çevreleri daha zengin edildi. Uygulanan politikaların yanlış olduğunu yazıp söyleyen millî hassasiyet sâhibi ekonomistler, ‘müzmin muhalif’ oldukları gerekçesiyle dikkate alınmadı. OECD raporları da görmezlikten gelindi.
Uygulanmakta olan tarım politikalarının yanlışlığını anlamak için fazlaca bilgiye, zekâya gerek yok. Gübre-ürün, yem-et, yem-süt paritesine bakmak yeterli. Tarım toplumu olmayan ülkelerde bile, bir kilo et veya sütle, 2 kg. konsantre yem alınabiliyor. Türkiye’de bu oran giderek düşmüş ve 900 grama kadar gerilemiştir. Sonuçta tarım ve onun aslî unsuru hayvancılığımız, can çekişir hâle gelmiştir.
Türkiye; bulunduğu bölgenin gıda ambarı iken, yanlış politikalarla, önce kapalı tarım ekonomisine geçti. Köylü, yalnızca kendi ihtiyacı için üretmeye başladı. Daha sonra da ithal gıdaya yöneldi. Çünkü köyünü terk edip şehirlere yerleşti. Artık köyümüze dönmek de bizi kurtarmayacak.
UNESCO, dünya tarımı için bir rapor hazırladı. Raporda çok çarpıcı belirlemeler var:
* Çevreci tarıma geçilmeli, tabiî gübre ve klasik tohum kullanılmalı.
* Tarımdaki kazançlar eşit paylaşılmıyor. Devletler denetim görevi yapmalı.
* Üretim ve tüketim alanlarındaki uzaklık, kısalacağına artıyor.
* Biyolojik çeşitlilik azalıyor.
* Tabiat kaynakları hor kullanılıyor. 2020 yılında, kişi başına düşen su miktarı, 1950’dekinin üçte birine düşecek.
* Gıda ithalâtı ülke halkının fakirliğini geometrik dizilerle artırıyor.
Bu problemlerin hepsi ülkemiz için de geçerli. Fazlası var: Kendiliğinden yetişen sebze ve meyvelerde ve deniz ürünlerindeki azalmalar gibi…
* * *
Karşı karşıya bulunduğumuz ikinci büyük tehlike, gayrimenkul sektöründeki gelişmelere güvenmekten kaynaklanıyor.
Dikkat edilirse, sektördeki en büyük hareketliliğin, şehir merkezlerindeki hazineye ait arsaların satışından sağlandığı görülür. Yenilenebilir kaynak olmaması sebebiyle gayrimenkul sektöründeki büyüme, kısa bir süre sonra duracak, gelir kaynakları kesilecektir. Konut Edindirme Yardımı (KEY) benzeri geri ödemeler için satışa çıkarılacak Likör Fabrikası arsamız kaç tane ?
Devlet, elbette elindeki gelir getirmeyen gayri menkulleri değerlendirecektir. Değerlendirme, şehir dışındaki ham arazilerden arsa üreterek yararlanma yoluyla gerçekleştirilebilir. Böylece şehir merkezlerinin trafik cehennemine dönüşmesi önlenir. Şehir trafiği, zaman ve yakıt israfını körükleyen canavar hâline gelmiştir. Zaman israfı üretimi düşürüyor, yakıt israfı ise dışa bağımlılığımızı artırıyor.
Farkına varılmayan, varıldığı halde ‘müzmin muhalif’’ olarak suçlanmamak, dışlanmamak için sessiz kalınan bir gerçekle daha karşı karşıyayız: Yıllardan beri ‘özelleştirme’ adı altında fabrikalar, tesisler satılıyor. Doğru yapılıyor. Peki neden iç ve dış borçlarda tek kuruşluk azalma olmuyor ?
Artışlar akıl almaz boyutta. 2002’de 91.700.000.000 dolar olan iç borç stoku 2008 yılının ilk üç çeyreği sonunda 219.700.000.000 dolara, 129.600.000.000 dolar olan dış borç stoku 262.900.000.000 dolara, toplam borç stoku ise 221.300.000.000 dolardan 482.600.000.000 dolara yükseldi. Artış oranı % 218. Bir başka ifâde ile 6 yılda dış borç stoku ikiye katlandı. Sonraki 6 yılda, 5’e belki de 7’ye katlanacak. Tabii faizleri de…
– Faizleri ödeyebilmek için aynı oranda gelir artışı olacak mı?
– Kesinlikle hayır.
– Peki çözüm ?
Diye soranlara verilecek tek cevap var:
-Bilmediğim gerçekleri konuşup kafamı ve huzurumu bozma!
Kapatılamayan, giderek artan cârî açığımız var. 2008 sonunda 54.000.000.000 dolara yükselecek bir açıktan söz ediyorum. 2007 sonunda 37.700.000.000 dolar idi. Artış: % 143. Cârî açık oranı, Gayri Sâfi Yurtiçi Hâsıla (GSYH)’ya göre % 6.75’tir. IMF ve Dünya Bankası’nın tehlike sınırı olarak kabul ettiği % 6’nın üzerindeyiz.
Câri açığımızı ancak sıcak para ve dış borçlanmalarla kapatabiliriz. Dünya para piyasalarında daralmalar, ABD bankacılık sisteminde sallantılar, milletlerarası yatırımcıların, gelişmekte olan ekonomilere yönelme eğiliminde olduğu dönemdeyiz. Sıcak paraya da dış kredilere de ulaşmak…ancak ve ancak çok yüksek… fâhiş denilebilecek faizleri ödemeyi kabul etmekle mümkün olabilir. Böyle bir tâviz ise, cârî açığın GSYH’ya oranını % 8’e yükseltir.
-Çözüm ?
Daha önce söylenen bir sözü tekrarlamanın bir anlamı yok. En iyisi, yazıyı burada bitirmek.
Okuyucuyu karamsarlık ortamında bırakmamak için, doğruluğundan asla şüphe etmediğim bir gerçeği ifâde etmek isterim:
Hiçbir problemimiz çözümsüz değildir. Ülkeyi cârî açık canavarının kollarına bırakmaktansa, milletimizi üç-beş yıllık sıkıntılı döneme râzı edecek akıllı ve dürüst bir yönetim kadrosuna ihtiyacımız var.