Ana Sayfa 1998-2012 DEMOKRASİ: AMAÇ MI, ARAÇ MI?

DEMOKRASİ: AMAÇ MI, ARAÇ MI?

Toplumların ve -daha sonra- milletlerin yönetim biçimleri üzerinde yoğun tartışmalar yapılmıştır. Daha da yapılacağa benzemektedir. Bu tartışmalar, doğruyu ve faydalıyı bulmak açısından olumlu bir nitelik taşımaktadır. Ancak, bazen çığırından çıkmakta. istenmeyen yönlere sürüklenmektedir. Bu sapmalarda zihin yapılarının, bu yapılardaki değişimlerin veya bozulmaların etkisi açıkça görülmektedir. Toplumu bütünüyle kavrayacak millî bir ülkünün bugüne kadar şekillenip yerleşememiş olması da böyle sapmalara ayrı bir sebep oluşturmaktadır.

Bizim yakın siyasî tarihimizde demokrasiye ulaşabilmek için ciddî mücadeleler verilmiştir. İstibdat rejimi sırasında “hürriyet” âvâzeleriyle başlayan hareket kısa zamanda meşrutî yönetim isteklerine dönüşmüştür. O dönemin bir kısım aydınları zannetmişlerdir ki meşrutiyet gelirse devletin bütün sıkıntıları bir anda bitecektir. Meşrutiyet her derde deva bir iksirdir. Bu bakımdan meşrutiyeti vazgeçilmez bir ideal telâkki etmişlerdir. Ancak, gelişen olaylar bu inanışta isabet olmadığını göstermiş ve Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinmiştir. Son dönem Osmanlı aydını, siyasî rejimin sadece bir araç olduğunu kavrayamamıştır.

Cumhuriyet döneminde ise demokrasi kavramı ön plâna çıkmıştır. Birkaç başarısız denemeden sonra çok partili siyasî hayata geçilmiştir. Bu gelişmede, demokrasinin dünya ülkeleri arasında yaygınlaşması da önemli rol oynamıştır. Fakat, bu defa da şeklî bir demokrasinin yeterli olmadığı, dünya görüşlerinin ve hukuk sisteminin de demokratik rejime uyum sağlaması gereği ileri sürülmüştür. Böylece çalkantılı ve acı tecrübelerle dolu bir dönem yaşanmıştır. Bu ortamda yetişen nesiller arasında bir kesim, demokrasiyi, tıpkı Genç Osmanlılar gibi ideal olarak benimseme yoluna gitmiştir. Onlara göre, ülkemizdeki demokrasi de beynelmilel demokratik kriterleri aynen benimsemeli , hiçbir ayrım yapmadan kabul etmelidir. Bu düşünce tarzı, milletlerin kendilerine has özellikleri, coğrafyaları, kültürleri ve tarihî geçmişleri olduğunu görmezden gelmektedir. Böyle bir aşırılık ise tepki olarak başka bir aşırılığa yol açmaktadır. Bazı kimseler, suçun yanlış telâkki tarzında değil, bizzat demokraside olduğunu sanmaktadır. Demokrasi adına yapılan kötü uygulamalar da bu kanaati pekiştirmektedir.

Siyasî hayatta demokrasinin alternatifi dikta rejimidir. Yani, bir kişinin veya küçük bir zümrenin keyfî idaresi demektir. Böyle bir rejimde ferdî haklar her an gasp edilebilir, itiraz hakkı tanınmaz, kimse yarınından emin olamaz. Hâkim olan, hukuk değil, silâhtır. Çünkü, ülke yönetiminde silâhlı güce dayanmayan hiçbir dikta rejimi ayakta duramaz. Ancak, demokrasiden en çok bahsedenler, nedense örtülü dikta tehlikesine hiç temas etmiyorlar. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu gerçeği yok sayıyorlar. Kısacası “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini dikta heveslerini gidermek için suistimal ediyorlar, Millet Meclisi’nde çoğunluğu sağladıkları zaman, kafalarındaki düşünceleri ve yüreklerindeki inançları millete kabul ettirme yoluna sapıyorlar. İktidar milletvekilleri, kendilerini aday listelerine koyan tek seçici durumundaki parti liderine itaatsizlik yapmayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Böyle davrananlar parti dışına çıkarılıp nimetlerden mahrum kılınıyor. Bu suretle, parti lideri bütün gücü elinde toplamış bulunuyor. Bu durumun ise örtülü dikta rejiminden başka bir adla anılması mümkün değildir. Seçmene, vekilini değil, partiyi seçme tercihinden başka yol bırakmayan sistem bir garabetten ibarettir.

Türkiye, diktayla yönetilmeyi hak eden bir ülke değildir. Öyle bir rejimin başına hangi eğilimde kimselerin geçeceği daima meçhuldür. Her iş kapalı kapılar ardında, gizli kapaklı görülürse milletin iyiyle kötüyü ayırt etme imkânı ortadan kalkar. Küçük bir grubun –şefin ve çevresinin- menfaatleri ön plâna çıkar ve millî menfaatmiş gibi takdim edilir. Denetim yolları ise kapalıdır.

Türkiye’nin siyasî rejimi, hiç şüphesiz demokrasi olmalıdır. Fakat, nasıl bir demokrasi? Yani, şimdiki gibi dışardan demokrasi gibi görünen, fakat özünde demokrasiyle alâkası kalmamış bir rejim mi; yoksa, millî çıkarları ön plânda tutan, ülkenin birliğine, bütünlüğüne halel getirmeyen, devlet yönetimindeki geleneklerimizi gözetip kollayan, ferdî haklarla devletin bekasını bir arada ve âhenkli biçimde kucaklayan bir demokrasi mi? Yani millî demokrasi mi?

Bu ayrımı iyi yapmak mecburiyetindeyiz. Zira bazı çevreler öyle plâtonik bir demokrasi sevdasına tutulmuşlar ki, dünyada demokrasiden başka değer bulunmadığını sanıyorlar. İşin dikkat çekici yanı, Türkiye üzerinde çeşitli oyunlar çeviren bir kısım merkezler de demokrasiyi bir manivela olarak kullanmaya çalışıyorlar. Böyle olunca demokrasi karasevdalıları ile yıkıcı plân sahipleri aynı zeminde buluşmuş oluyorlar. Bu ortak kaderin yoğun bir medya propagandası ile örtülmeye çalışıldığını, yani desteklendiğini ise görmeyen kalmamıştır.

Daha çok demokrasi isteyenlerin başlıca talepleri şöyledir:

– Anayasanın başlangıç kısmı metinden tamamiyle çıkarılmalıdır. Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen 2. maddesi yeniden yazılmalıdır.

– Kültürel, ideolojik ve dinî çeşitliliği tanıyan bir madde anayasaya eklenmelidir.

– Temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmamasını öngören madde anayasadan çıkarılmalıdır.

– Her türlü eğitim ve öğretim serbest olmalı, özel din okulları ve din eğitimi ağırlıklı özel okullar kurulabilmelidir.

– Anayasanın milliyetçilik, Atatürk milliyetçiliği, Türk devleti ibareleri ile “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz” hükmü kaldırılmalıdır.

– Yerel yönetim seçimlerinde vatandaşlık şartı aranmamalı, o yerde oturuyor olmakla seçmenlik hakkı kazanılmalıdır.

– Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı, sivil dinî örgütlenmeler serbest olmalıdır. (Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın, Birlik Vakfı’nın 20. kuruluş yıldönümü dolayısıyla tertiplenen toplantıya sunduğu tebliğden)

Bu taleplere topluca baktığımız zaman, demokrasinin nasıl algılandığı açıkça görülmektedir. Kolayca anlaşılacağı gibi, Türkiye’de herkesin kendi etnik dilinde eğitim görmesi, dinî teşkilâtların serbestçe yaygınlaşması, temel hak ve özgürlükler kötüye kullanılsa, meselâ vatan topraklarının bölünmesi için kullanılsa bile yaptırım uygulanmaması, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek anayasa maddelerinin toptan kaldırılması istenmektedir. Ayrıca milliyetçilik, Türk devleti, Atatürk milliyetçiliği gibi kavramlardan duyulan rahatsızlık da açıkça ifade edilmektedir. Ordu-millet “mit”inden vazgeçilmeli, ülkenin geleceğinde silâhlı kuvvetler söz sahibi olmamalıdır. Türkiye’yi ufalama veya dinî bir toplum hâline dönüştürme amacı güden yabancı odaklar da aynen böyle düşünmektedir. Bu gibi odaklarla iş birliği imasında bulunmaksızın, platonik bir demokrasi arayışının mahsulü olarak görmek istediğimiz bu eğilim, demokrasiyi araç değil amaç telâkki edişin de tipik bir örneğidir. Millî devlet, ülke bütünlüğü, dayanışma, tek dil, tek bayrak böyle düşünenlerin umurunda bile değildir. İstiklâl Marşı’na dahi tahammül edemeyen böyle bir zihniyet, Türk toplumuna yabancılaşmanın da göstergesidir.

Unutmamak lâzım: Ölçüsüzlüğün başladığı yerde anarşi boy gösterir ve –bırakın demokrasiyi- huzurlu ve istikrarlı bir hayat belirtisi dahi kalmaz.

 

Orkun'dan Seçmeler