El vermek

Ziyâ Paşa’nın şu mısrâları, insan hayâtını ne güzel hülâsa ediyor:

“Dehrin ne safâ var acaba sîm ü zerinde,

İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde.”

Âhireti hesâba katmadan dünyaya sarılmak, fıtratımıza en kuvvetli ve tesirli zamk gibi yapışmış. Arada bir, gördüğümüz veya bizzat katıldığımız cenâze merâsimleri dolayısıyla “âhiret” menşe’li düşüncelere dalarız ama, bu hâl uzun sürmez.

Başına da, sonuna da irâdî güç yetiremediğimiz fâni hayâtın nesine güvenerek hırsın, tamâhın peşine düşeceksin? Yûnus’un diliyle:

“Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan…”

Ne Karun, ne Hz. Süleyman bu vâdide topladıklarını öteye taşıyabilmiş. Vehbi Koç’la Sâkıp Sabancı’nın mezarlarında da aynı toprak var… Öyleyse, nedir bu çılgıncasına dünyâlık sevdâsı?

İnsan, aynı anda – bırakın daha fazlasını- iki elbiseyi üst üste giyebilir mi? İki öğünün yemeğini bir öğünde yiyebilir mi?

Anatomik ve fizikî bakımdan insan vücudu buna müsâit değil. Fazlasını yüklersen, bu sefer ârıza başlar.

“Dehr”in değeri, “ukbâ’nın müsaade ettiği kadar olmalıdır. Yâhut; bu dünya, ancak âhirete götüren sâlim bir yol olduğu ölçüde muhterem sayılmalıdır. Gerisi lâf ü güzâf…

Dünyânın da, âhiretin de, ilâhî kudret tarafından tesbit edilmiş bir nizâmı var. “Nizâm”a “düzen” hazırlayanlar ise târih boyunca hep hüsrâna uğradılar.

“Türkiye’nin Düzeni” ismini taşıyan kitap yayınlandığında, adı yüzünden daha okunmadan bir grubun malı hâline gelmişti. Çünkü “düzen” kelimesi, 1968 Türkiyesinde, kendilerine “devrimci” diyen komünizm hayranı kesimin terminolojisinde baş köşeyi tutuyordu.

Hâlbuki, bu kelime, yeni yetme veya uydurma bir tâbir değil. Dilimizde, bir hayli uzun sayılacak bir ömre sâhip, Tedâi ettirdiği epeyi de mânâ var.

“Devrimci” ağızlardaki “düzen”, daha çok “rejim, hükûmet etme sistemi” mânâsına geliyor. “Nizam” yerine kullanıldığında, daha etraflı, daha cihanşümûl karşılıklar ortaya çıkıyor. “Nizâm-ı âlem” sözündeki der-dest edici hava, “düzene koymak” şeklinde tecellî ediyor.

Bir de, “hîle, desîse, tuzak” demek olan “düzen” kullanılışı bulunuyor. Bunun fâiline de “düzenbâz” demişiz.

1968’li yıllarda Türkiye’ye “devrimci” jargonlarla “düzen” vermeye çalışanların büyük çoğunluğu “düzenbaz” çıktı ve günümüzün kapitalistleri listesine girdi.

“Nizâm” mefkûresine gönül verenlerden her hangi bir “bâz” ehline rastlanmadı…

Türkiye’nin “ehl-i düzen”i olan bu riyâkâr ve yalan-perest takımı, dinler târihinin “Ehl-i Kitab”ı gibi, mâsûmiyet perdesinin ardında sahtekârlık tâlimleri yaptılar.

İslâmî ıstılah arasında “Ehl-i Kitab” tâbiri, Hristiyanlarla Mûsevîleri kastediyor.

Ele alınan konunun durumuna göre, “Ehl-i Kitab”, mûnis veya münkir görünebiliyor. Yöneldikleri peygamberlerin İslâm indindeki “hak peygamber” duruşları, “Ehl–i Kitab”ı putperest veya ateist gruplara göre daha yumuşak bir mevkie çıkarıyor.

Fakat, Allah’ın kitaplarına uzanan tahrif elleri, peygamberlere yakıştırılan sevimsiz sıfatlar ve nihâyet Allah’a “babalık”, şirk isnâd eden bühtanlar, “Ehl-i Kitab”ı küfür katarının vagonlarına atıyor.

Dolayısıyla “Kitap ehli” olmak; İncil’e, Tevrat’a, Zebûr’a sahip çıkabilmekle mümkün. Bu olmayınca, ortada “kitaba ehil” olacak kimse de kalmıyor.

Mûsevîler, Hz. Zübeyr için –hâşâ- “Allah’ın oğlu” dediler. Nasrânîler (Hristiyanlar) de, Hz. Îsâ için aynı çirkin iddiayı tekrarladılar. Bununla yetinmeyip bir adım daha attılar ve “Meryem oğlu Îsâ”ya ulûhiyet atfettiler.

“Ehl-i Kur’ân” olmakla “Ehl–i Kitab” olmak arasında gece-gündüz farkı bulunuyor. Biri nûr, biri zulmet… Zaten, isimler de bu yüzden çok önemli. Dinî isimlendirmeler gibi, Türkiye’nin coğrafî ve mülkî isimlendirmeleri de, çarpıcı manzaralar gösteriyor.

Çok yakınımızdaki günlere kadar “El-Azîz” olan 23 plâka numaralı “Harput” vilâyetimizin adı, her ne hikmetse, hiçbir mânâya delâlet etmeyen “Elâzığ”a çevrilmiş.

İnsanın aklına ilk gelen, daha önceki ismin, bir Osmanlı hükümdarından mülhem olması ve bâzılarının bundan duyduğu rahatsızlık. Nitekim, bu isimlendirme gayretkeşliğinin başka mîsâlleri de var.

Aydın’ın yeni kazâ merkezlerinden İncirliova’nın eski adı “Karapınar” imiş. Bunun neresinden memnun kalınmadıysa, değiştirme ihtiyâcı duyulmuş. Yine Aydın’da, Germencik’e bağlı “Ortaklar” adında bir belde var. Onun da eski adı “Reşâdiye”. Bugün İzmir sınırları içine alınan “Çamlık” da, önceleri “Azîziye” diye anılıyormuş.

Roma yahut Bizans dönemine ait izler taşıyan bir ismi, Türkçesiyle değiştirmeye aslâ itirâzımız olamaz. Ama, bunlar, bizim öz kültürümüzün “tapu senedi” hükmündeki isimleri.

Aynı câhîl ve nâdân zihniyet, “Yenihisâr” gibi bir Türkçe güzelini “Didim” çirkinliğine fedâ etmedi mi?.. Hiçbir derinliği olmayan yabancı hayranlığı, aynı zamanda bizim eğitim sistemimizin ne kadar aşağılarda bir seviyeye oturduğunu da gösteriyor. Hakikâtleri öğrenmenin zorluğu karşısında fal kolaylığına kaçanlar, temâşâ mahallini ağzına kadar doldurmuşlar.

İnsan elinin iç yüzündeki çizgilere bakarak geleceğe ait tahminlerde bulunmaya “el falı” deniyor.

Falın her çeşidine Kur’an’da “şeytan işi” hükmü verilmiş. Bu yüzden, İslâmî ölçüler içinde falın yeri yok. Ama; dini, inancı ne olursa olsun, âdemoğlunun tabiatında “faldan hoşlanan” bir bölüm, muhakkak var.

8 Temmuz 2006 günü Hakk’ın rahmetine kavuşan Mustafa Necâti Sepetçioğlu, “Kilit”le başlayan târihî roman dizisinin bir kitabında – Anahtar veya Kapı olabilir – Osman Gâzî’ye yakıştırılan bir avuç içi okuma sahnesini anlatır.

Henüz ortada Osmanlı Devleti yoktur. Ertuğrul Gâzî’nin başında bulunduğu Kayı Boyu, “Bitinia” denilen “Söğüt – Domaniç” “uc”una yerleşmiştir. Ertuğrul ve Kayı aşireti, Konya Sarayı’na yâni Anadolu Selçuklu Devleti’ne tâbidir.

İşte Osman Bey, resmî bir vazifeyle Konya’dadır. Meram’ın ferah atmosferinde karşılaştığı Mevlânâ, Osman Bey’in omuzuna, sağ elini iki defa koyarak onu “hoş-hâl” eder. Bunun hikmeti, sağ eldeki çizgilerin eski harflerle “on sekiz”e ve onun iki katı olan “otuz altı”ya karşılık gelmesidir. Yâni, Osman’ın sulbünden hüküm sürecek “otuz altı” Osmanlı tâc-dârı…
 

Orkun'dan Seçmeler