Ben burada “yeni doğmuş bir bebek durumundayım.” Bilgisayarlarda iyi veya kötü hiçbir kaydım yok. Drexel Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğumu ispatlamam da işe yaramıyor, çünki bunlar böyle şeyleri değerlendirmeye sokmuyor. Önemli olan kim olduğun değil,
bilgisayarlarda senin ile ilgili kayıtlar.
Philadelphia’dan bu üçüncü yazımı daha çok izlenimlere ayıracağım. İlgi çekeceğine inandığım tesbitlerimi unutmamak için hemen cebimdeki ajandaya kayıt ediyorum. Daha sonra uygun zaman bulunca da sizlere sunulacak yazılarımı hazırlıyorum.
Philadelphia’nın yılbaşında yeni seçilen Demokrat Partili Belediye Başkanı John Streets bir siyah. İlk kampanyasını sokaklara terk edilmiş arabaları toplamak üzere açtı. Hedefi 40 gün içinde terk edilmiş 40.000 aracı Philadelphia sokaklarından kaldırıp atmak. Sahiplenen yok, çoğunun plâkası sökülmüş, tekerlekleri sökülmüş ve benzeri durumda. Belediye Başkanı, televizyonda yaptığı konuşma ile halktan yardım rica ediyor ve bildikleri terk edilmiş araçların adreslerini ve eşkâllerini verilen bir telefon numarasına bildirmelerini istiyor. Ben de bir araç bildirdim ve yaklaşık 20 gün sonra onu da kaldırdılar. Verilen telefon, polise ait ve karşınıza bilgisayar çıkıyor. Sizi yönlendirerek konuşmanızı kayıt ediyor. İlk hafta sonunda 6000 araç kaldırdılar ve şu sıra kampanya tamamlanmak üzere. Belki okuyucular da bilecektir, burada polis Belediye Başkanının emrinde, yani itfaiye gibi diyebiliriz.
Pennsylvania eyaletinde her yıl 40.000 geyik trafik kazasında ölüyor ve çok büyük maddî hasarlara yol açıyor. Butün yollarda “Geyik Zıplar” diye ikaz işaretleri var. Bu işaretler pek çok şehrin içinde de var, çünkü şehirlerin içinde büyük parklar var. Eyalet idaresi, avcıları teşvik ediyor ve her yıl 378.000 geyik avcılar tarafından vurularak öldürülüyor. Böylece geyiklerin nüfusunu kontrol altında tutmaya uğraşıyorlar. Türkiye’de herhalde bu kadar geyik yoktur. Bu ülkede vahşi hayata karşı büyük bir itina var. Kimse vahşi hayvanları rahatsız etmiyor, hattâ onlara kendi ortamları içinde yardımcı olmaya uğraşıyorlar. Yani ekolojilerini değiştirmeden. Kaldığım apartman kompleksi Philadelphia’nın kuzeybatısında bir banliyöde. Her taraf ağaçlarla kaplı ve ben bu makaleyi yazar iken (Mayıs ortası) her yer yemyeşil. Apartman 15-20 dönümlük doğal ormanın içinde. Ormanda her türlü hayvan ve kuş var ve insanlardan kaçmıyorlar. Sincabın kaç türlüsünü (siyahı dahil) sürekli görüyorsunuz. Sizin pencerenize kadar geliyorlar ve şu sıralarda fare büyüklüğünde olan yavruları ortalıkta dolaşıyor. Her türlü ötücü kuş var ve sabahları onların melodileri ile uyanıyorsunuz. Türkiye’de evlere en yaklaşan kuş serçedir ve sabahları gürültüleri rahatsız eder. Burada serçe de var, ancak sayıları az. Daha çok bülbül, saka ve sığırcık gibi güzel öten kuşlar var. Ayrıca, bizim apartman için özel olmak üzere, vahşi kazlarımız var. Bunlar şubat ayında güneyden gelerek bizim apartman bloklarının tepesine yerleştiler. Her sene gelirlermiş. Sayıları 100 civarında. Gündüzleri aşağı inip çayırlarda ot yiyorlar ve akşamları tekrar çatıya çıkıp yatıyorlar. Ancak, kaz besleyenler bilir, bunlar çok gürültücü. Hem akşamları yatmaya giderken hem de sabahları oldukça gürültü çıkarıyorlar. Şu sıralar yavrular ortalıkta dolaşmaya başladı. Yavrular uçacak halde olmadıklarından, analarının çatıya çıkmadan kuluçkaya aşağıda yatmış olması gerekir. Bütün süpermarketlerde vahşi kuşlar için yemlik ve yem (bitki tohumu) satılıyor. Herkes evinin önüne bunları asıyor ve sürekli yemleri tazeliyorlar. Ben de bu işi yapanlardan birisiyim. Batı Amerika’da Montana bölgesinde yaşayan vahşi atlar (Anad olu’daki adı ile yılkı) şehirlere dadanmışlar. O bölgede yazın otlar kuruyup azalınca evlerin etrafındaki sulanan çimleri yemeye geliyorlar. Bilmeyenler için, bu atların adı “Mustang”dır ve Ford firması spor arabasına bu vahşi atların adını vermiştir. Alışık olmayan insanlar korkuyor ve belediyenin bunları öldürmesini istiyorlar. Ancak, doğaya düşkün bir kadın, ömrü boyunca uğraşmış ve bunların öldürülmesini önleyen bir kanun çıkarttırmış. Bu cins kontrol edemedikleri atları topluyorlar ve Orta Amerika’ya getirerek isteyene veriyorlar. Olay aynen evlât edinme gibi ciddî şekilde yürütülüyor. Alıcının uygunluğunu inceliyorlar. Taşıma masrafları devlete ait. Amerikalılar neler ile uğraşıyor diyeceksiniz, değil mi? Biz hâlâ doğayı öldürme çizgisinde ilerliyoruz. İnşallah doğayı geri kazanma çalışmalarına en kısa zamanda başlarız.
Bu memlekette her şeyin otomatiğini yapma hastalık haline gelmiş. Biliyorsunuz, resmî dairelerde kurşun kalem açacaklar vardır. Kalemi içine sokar ve kolu çevirirsiniz. Böylece kalemin ucu açılmış olur. Amerikalı, kolu bile çevirmiyor. Çünkü açacak otomatik, yani motorlu ve siz içine kalemi sokunca o hemen işi hallediyor. Bildiğimiz tel zımba da burada otomatik hale gelmiş. Zımbalayacağınız kâğıtları üst üste düzledikten sonra demetin bir ucunu makinaya doğru uzatıyorsunuz ve o hemen zımbalıyor. Eğer işiniz evrak çoğaltmak ise fotokopi makinaları acayip marifetli. Sayfanın bir yüzüne yazılmış evrakı önlü arkalı veya tersini yapabiliyor. Kaç sayfalık bir dökümanı kaç adet isterseniz o kadar çoğaltıyor ve sonunda kendisi zımbalıyor. Pek çok filmlerde göreceğiniz gibi diş fırçaları da otomatik, yani pilli veya fişli ve siz düğmesine basınca fırça titremeye başlıyor. Gene de fırçayı ağzınıza götürmeniz lâzım! Kullanılan bütün telefonlar “konuşma kayıtlı”. Bu cins telefon cihazları Türkiye’de de yayılmaya başladı. Aradığınız kişiyi bulamayınca kısaca mesajınızı bırakıyorsunuz ve o sizi arıyor. Ancak, buradaki uygulama çok ileri gitmiş. Kimse evindeki telefonu, rahatsız edilme korkusundan açmıyor. Arayan kişi mesajını bırakıyor. Bu mesajlar bizdeki gibi “Ben aradım, sen beni ara” cinsinden değil. Söyleyeceği her şeyi söylüyor ve çoğu zaman 10 dakikadan daha uzun. Mesajı alan da aynısını yaparak karşıkinin istediği cevabın tamamını onun telefonuna kayıt ediyor. İş yerlerinde de benzeri durum geçerli. İşler çoğunluk ile mesaj bırakarak çözülüyor. Bana oldukça ters geliyor ve bir türlü uzun mesaj bırakamıyorum, ancak burada kaldığım sürece ihtiyacım var ve alışmalıyım. Buraya gelirken bazı Türklere ait telefonlar ile gelmiş idim. Her aradığımda telefon açılmıyor ve cihaz kayıta geçiyor ve ben mesaj bırakmadan kapatıyor idim. Pek çok farklı saatte arayarak kişileri bulmaya uğraştım, ancak bulamadım. Tabiî sonradan öğrendik ki büyük ihtimal ile evdeler ve mesajı sevmeyecekler ise cevap vermeyecekler. Bu sebep ile telefonu açmıyorlar.
800 numara ile başlayan telefon hatları tam bir belâ. Biliyorsunuz bu hatlar Türkiye’de de var ve arayana ücret yok. Çoğunluk ile pazarlama için kullanılıyor ve sürekli TV-gazete reklâmı ile bizi arayın diye reklâmlar var. İlk geldiğim zaman kredi kartı amacı ile ben de pek çok numarayı aradım. Karşınıza hemen bilgisiyar çıkıyor ve sizi şu iş için bire, şu iş için ikiye, şu iş için üçe… basın diye yönlendiriyor. İşiniz sıradan bir olay ise çoğunlukla cevabınızı da bilgisayardan alıyorsunuz. Ancak, işiniz sıradışı ise yandınız. Çünkü o durumda bilgisayar sizi bir yetkili ile buluşturmaya uğraşıyor. Ancak, ya yetkili sayısı az veya hat sayısı az, bu sebep ile başlıyorsunuz beklemeye. Ben Türkiye’den aldığım Citibank Visa kredi kartını Amerika’dan ödenir hale çevirmek için aradığımda tam 30 dakika bekledim ve usanıp kapattım. Telefon ücreti yok ama benim zamanım da kıymetli. Eğer becerir de yetkiliye kavuşur iseniz gene aradığınız cevabı bulamayabilirsiniz. Çünkü bu yetkililer de genellikle sıradan uygulamalara yakın konular ile ilgileniyorlar. Belirttiğim kredi kartı işini hâlâ çözebilmiş değilim. Citibank, Amerikan bankası, bana kart Ankara’da verildi. Ben buradan kartı kullanabiliyorum, ancak ödemeler Ankara’dan (Türkiye) yapılıyor. Ben istiyorum ki burada harcayayım ve burada ödeyeyim, yani bakiye Türkiye’deki adresime değil, buradaki adresime bildirilsin. İkinci veya üçüncü arayışımda yetkili ile 15-20 dakika bekledikten sonra görüştüm. İlk yetkili işin içinden çıkamadı ve ikinciye, üçüncüye aktardılar. En sonunda Türkiye’yi aradım ve onlar bana mümkün olmadığını söylediler. İlk ödeme Türkiye’den yapılacak imiş. Ben de sonunda kartı iptal ettirdim. Ancak, bu kadar bilgisayar çağında niçin mümkün olmadığını da anlamıyorum. Bana göre olay bilgisayarın yönlendirilmesi ile ilgili. Herhalde kasıtlı olarak yapmıyorlar. Amaçları döviz çevirmelerinden komisyon almak. Bu yazıyı okuyan bir bankacı var ise ve cevabı biliyor ise öğrenmekten mutlu olurum. Niçin Amerika’dan yeni kredi kartı almıyorsun da elindekini çevirmeye uğraşıyorsun diyebilirsiniz. Başvurdum ve reddedildi. Çünki ben burada “yeni doğmuş bir bebek durumundayım.” Bilgisayarlarda iyi veya kötü hiçbir kaydım yok. Drexel Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğumu ispatlamam da işe yaramıyor, çünki bunlar böyle şeyleri değerlendirmeye sokmuyor. Önemli olan kim olduğun değil, bilgisayarlarda senin ile ilgili kayıtlar. Vatandaş olmamam da etkili faktörlerden birisi.
Çöp toplama ve özellikle “Geri Kazanma-Recyeling” çok ciddî olarak yapılıyor. Her evde cam, plastik ve kâğıt için ayrı bidonlar var. Çöpünüzü de ayrı bir bidona plastik torba ile koyuyorsunuz. Bizim kaldığımız apartman tipi evlerin her katının birden fazla köşesinde bir “çöp odası” var. Işığı 24 saat yanıyor. Bu oda içinde belirttiğim gibi cam, plastik ve kâğıt için ayrı bidonlar var ve her birine ayırdığınız şeyi atıyorsunuz. Geriye kalan gerçek çöp de bir plastik torba ile bir kanala atılıyor. Attığınız bu torba kanaldan aşağı doğru kayarak bodrum katındaki büyük varilin içine düşüyor. Çöp odasındaki ayrışmış plastik, cam ve kâğıt 2-3 günde bir götürülüyor. Hiç dolduklarını görmedim. Üniversitede sınıflarda bile yanyana üç küçük plastik bidon var. Her birinin üzerinde neyin konulacağı yazılı. Bizim belediyeler göstermelik bazı çöp ayrıştırma bidonları veya kumbaraları koydular. Ankara’da kaldığım Emek’te Çankaya Belediyesi’nin böyle toplama bidonları var idi. İçleri caka caka dolu. Çok büyük bir alana hitap ediyorlar ve yetmiyorlar. Adamlar işi binanın hatta sınıfın içine sokmuş. Mutlak olarak ayrışmaya tabi tutuluyor ve böylece plastik, cam ve kâğıt geri kazanılmış oluyor. Hem çevre kirlenmiyor, hem de ekonomik değeri olan bu mallar değerlerini kaybetmeden geri ekonomiye sokuluyorlar. Bahçelerden çıkan çöpleri diğer çöplere katmak yasak. Onlar kâğıt torbalar (dönüşebilir) içine konuyor ve belirlenen yere bırakılıyor. Belediye onları da topluyor. Ancak içlerinde geri dönüşmeyecek hiçbir madde olmadığından kırılıp öğütülerek gübre haline getiriliyorlar. Bu ülkede hayvan gübresini bahçe işlerinde kullandıklarını hiç görmedim. Herhalde sadece tarımda kullanıyorlar. Bahçe işlerinde çoğunlukla ağaç talaşı (ince toz değil) kullanılıyor. Bunlar hayvan gübresine göre kokmuyor sayılırlar.
Bir TV haberine göre, 15 yıl önce Philadelphia’nın güney kesimindeki bir sıra tipi evler grubunda polis operasyon yapıyor ve teröristleri bir evde kıstırıyor. Diğer evlerdekiler boşaltılıyorlar ve polis eve bomba atıyor. Teröristlerin işlerini bitiriyorlar, ancak 4 ev hasar görüyor. Belediye, ev sahiplerini geçici ikamet olarak bir otele yerleştiriyor ve evlerini yaparak teslim edeceklerini söylüyor. 15 yıldır evler hâlâ teslim edilmiş değil. Ancak her bir ev için şimdiye kadar 650.000 dolar harcanmış. Bu paranın bir kısmı evi tamir için, bir kısmı ise ev sahibinin ikameti için otele ödenmiş. TV programcısı dalga geçerek 650.000 dolara Philadelphia’da satın alınabilecek havuzlu villaları gösteriyor. Yani sadece bizim belediyeler beceriksiz değil. Bunlar bizden de beterler. Bu hafta, belediyenin beceriksizliğini gösteren bir olay daha oldu. Bir önceki yazımda, Philadelphia’nın Delaware ırmağı kenarında kurulduğunu ve sokakların numalarama sistemini açıklamıştım. Bu ırmak kenarındaki eski iskelelerin çoğu bugün eğlence amaçlı klüp veya lokanta olarak kullanılmaktadır. Bu klüplerden birinde bir parti devam ederken, gece saat 20.00 sırası iskele göçtü ve 40-50 kşi sulara gömüldü. Çoğunu kurtardılar. Olaydan bir hafta sonraki duruma göre 3 ölü ve 4 kayıp var. Böyle bir olay Almanya, Fransa veya İngiltere’de olmaz, olmasına fırsat vermezler. Bizde de özellikle Güneydoğu’da evlerin çatısında düğün veya eğlence yaparlar ve çatı çöküp ölenler olur. Her seferinde de gazeteler “geri kalmışlığımızdan” bahsederler. İlk yazımdan beri belirttiğim gibi, biz Avrupa’ya değil, Amerika’ya benziyoruz.
Sizlere, son 5-6 aydır Amerika’yı çok oyalayan bir çocuktan bahsederek bu yazımı tamamlayayım. Adı: Elian Gonzalez: Henüz 6 yaşında ve şu anda Amerika’nın belâsı. Çocuk ve ailesi Kübalı. Annesi ile babası boşanmışlar ve çocuk annesine verilmiş. Ailenin Florida eyaletinde akrabaları var. Zaten bu eyaletin çoğu Küba’dan kaçanlar ile dolu ve Miami’nin belediye başkanı bile onlardan. 22 Kasım 1999’da Küba’dan A.B.D.’ye gelmekte olan 15 yolculu bir bot fırtınada ters dönüyor. Amerikan balıkçıları 25 Kasım 1999 tarihinde sadece 2 kazazedeyi kurtarabiliyorlar. Elian ve diğer bir yolcu, çocuğun annesi de ölenlerden. Balıkçılar kazazedeleri Miami’ye getiriyorlar ve polise teslim ediyorlar. 26 Kasım 1999’da çocuk Miami’deki akrabası Lazaro Gonzalez’e geçici olarak teslim ediliyor. 27 Kasım 1999’da Küba’da yaşayan baba Juan Miguel Gonzalez, oğlunun kendine teslim edilmesi için başvuruyor. 10 Aralık 1999’da Miami’deki akraba, çocuğun Amerikan vatandaşı olması için vasi olarak başvuruyor. Küba lideri Kastro, Elian’ı isterim diye A.B.D.’ye nota veriyor. A.B.D.’nin mevcut göçmen ve vatandaşlık yasalarına göre Elian’ın Küba’ya gönderilmesi gerekli. İş mahkemelik oluyor ve mahkeme gönderilmesine karar veriyor. Ancak, bu sene Başkanlık seçimi var ve Küba kökenli vatandaşlar büyük gösterilere başlıyorlar. Demokrat Partinin Başkan adayı Al Gore (Rum kökenli) bile Elian kalsın diye beyanat veriyor, amaç rey almak. Baş savcı akrabalara işi tatlı çözelim diye süre veriyor ve aracılar gönderiyor. Ancak gösteriler daha da artıyor ve ev etrafında nöbet tutmaya başlıyorlar. En sonunda Clinton’ın da izni ile Federal ajanlar 22 Nisan 2000 tarihinde evi basarak çocuğu alıp Maryland’deki Andrews Havaüssüne götürüyorlar ve oradaki babasına teslim ediyorlar. Problem hâlâ çözülmüş değil. Baba, Elian, üvey annesi ve üvey kardeşi hâlâ havaüssünde tutuluyorlar ve Amerikan Hükûmeti tarafından besleniyorlar. Herkes mahkemeden yeni bir karar bekliyor. Aileyi Küba’ya götürüp olayı bitiremiyorlar. Gördüğünüz gibi, olay hakların ve adaletin suistimali haline dönüşmüş durumda. Oy kaybı korkusu ile Clinton yönetimi de kesin çözüme gitmiyor.