Ana Sayfa 1998-2012 Şer Sarmaşıkları-2

Şer Sarmaşıkları-2

Büyük iddialarla yazılan ve yazdırılan kitaplarda Mezopotamya’nın eski topluluklarından Sümerler, Guttî/Kutlar, Khaldiler, Araratiler, Subariler, Nayriler, Mitannîler, Muşkiler, Kassitler, Hurrîler, Lololar, Mamailer, Med vb. kavimler Kürt menşeli olup, bunların Kürt tarihinin eski dönemini oluşturdukları pervasızca iddia edilmektedir.14 Bazılarına göre, “Kürt” diye bir kavim vardır ve bunlar, M.Ö. 10. ve 9. asırlarda, bütün “Şark”ı istilâ ederek büyük bir imparatorluk kuran Medlerin soyundandır ve “Ârî ırkın” bir kolundandır. Bazılarına göre “Kürtler”, M.Ö. 1900-1800 tarihleri arasında Süleymaniye yakınlarında yaşayan Lullu Kralına ait bir kitabede adı geçen Guttîlerin soyundandır. Bazılarına göre “Kürtler” M.Ö. 401 yılında Ksenefon’un Doğu Anadolu’da rastladığı ve Anabasis adlı kitabında bahsettiği Kardukların soyundandır.15 Hitit döneminden Türk fethine kadar olan devrede bölgenin (Anadolu) coğrafî ve idarî adları arasında “Kürdistan” terimi mevcut değildir. Selçuklu Türkiye’sinde “Kürdistan” tâbiri özellikle Anadolu coğrafyasında yoktur. Osmanlı döneminde, Tanzimat sonrasındaki idarî değişikliğe kadar olan 500 yıllık bir devrede “Kürdistan” olarak ifade olunan bir bölge söz konusu değildir.16

Kürt sözcüğüne açık ve kesin biçimde ilk defa, bir uruk veya boy olarak Yenisey’deki Elegeç (Göktürk) yazıtlarında rastlamaktayız.17 XIX. yüzyıldan itibaren Türk topraklarındaki coğrafî yeni adlandırmaların ortaya çıkışında Türk devlet adamlarının, yüzlerce yıllık gelenekleri ile şekillenen idarî taksimatı bir kenara bırakmaları kadar, Avrupalıların siyasî emelleri ve “ayır-buyur” politikaları doğrultusunda bölücü esaslı coğrafî taksimata yönelmeleri de rol oynamıştır. Özellikle Tanzimat sonrası idarî yapıdaki değişiklikler, Avrupalı uzmanların yönlendirmeleri sonucu ortaya çıkacaktır. Mustafa Reşit Paşa’nın gafletiyle 1842 yılında kabul edilen yeni idarî düzenlemeler, Türk siyasî hayatına yeni idarî terimler getirmiştir. Bunlar arasında 1847 yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lâzistan Sancağı’nın kurulmasını zikredebiliriz.18-19 PKK’ nın Kürt milliyetçiliğini sembolleştiren Kürdistan diasporası ise, tamamıyla bir ham hayâlden, ütopyadan ibarettir. Tarihte hiçbir zaman Kürt adıyla ne bir kavim, ne de Kürdistan denilen bir toprak parçasına rastlanılmıştır. Bu sadece dışarıdan körüklenen, dış kaynaklı odakların yaratmak istedikleri bir Kürt diasporasıdır. Minorsky, Bazin ve Mc. Kenzie gibi otoritelerin, bu diaspora için ileri sürdükleri görüşler sürekli birbirini nakzetmektedir.20 Bir milletin meydana gelmesinde rol oynayan önemli faktörlerden birisi bilindiği üzere millî tarih şuurudur. Bu sebeple Kürt adı altında toplanmak istenen topluluklara millî bir kimlik kazandırmak için millî bir tarih “uydurmak” zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ancak Kürt menşei konusunda olduğu gibi, Kürt tarihi de tamamen karanlıktır. V.Minorsky, B.Nikitin vb. oryantalistlerin eski Mezopotamya halkları ile Kürtler arasında münasebet kurulması konusunda ileri sürdükleri teorilerin hiçbir ilmî temeli yoktur. Tarih, arkeoloji, antropoloji, coğrafya, etnografya, filoloji gibi sosyal bilimlerle ilgili mevcut her türlü kaynak ve buluntular “Kürt tarihi” ile ilgili en küçük bir geçmişe işaret etmemektedir.21 Olmayanı var kabul etmek gibi bir anlayışla hareket ederek, tarih-sosyoloji-dil-kültür mutfağında hazırlandığı her haliyle açık olan bu durumun, her geçen gün millî bütünlük çınarının gövdesini kurutmak üzere saran bir “şer sarmaşığından” başka bir şey olmadığı daha da berraklaşmaktadır.

Son günlerde Kürtlerin kökeni, bayrağı ve yaşadığı topraklar hakkında yorum ve değerlendirmeler –iç ve dış kaynakların da kışkırtmalarıyla- önemli boyutlara ulaşmıştır. Özellikle, Kürtçe mitingler, yer adları, kasetler, sempozyumlar gibi toplantılar, göstermelik de olsa, bir devlet oluşumuna yönelmektedir. Oysa kendilerini uzun süre Kürt soyundan kabul eden ve bu kimlikle Avrupa ve ABD’de yoğun siyasi eylemlere katılan iki düşünürden burada yeri gelmişken söz açmak istiyorum. Bunlardan biri Dr. Şükrü Sekban’dır. 1918 yılında İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nin de bir üyesi olan Dr. Sekban, ancak derin incelemeler sonucu gerçeği görmüş ve 1933’te Paris’te Fransızca olarak kaleme aldığı “Kürt Meselesi” adlı eserinde ‘Kürtlerle Türklerin aynı ırktan olduklarını’ kanıtlarıyla ortaya koymuştur.22-23 Yine Dr. Sekban, Kürtlerin TURANÎ olduklarını itiraf etmek zorunda kalmış ve bu konuda Alman araştırmacıların tezlerinin doğruluğunu kabul etmiştir.24 Aynı şekilde idealist bir öğretmen olan ve Zaza Türklüğünü temsil eden M. Şerif Fırat’ın da ‘Doğu İlleri ve Varto Tarihi’nde, Muş’un Varto ilçesi Kasman köyünde doğduğunu ve bölgenin Türklüğünü, zengin kültür miraslarını, örf ve gelenekleriyle dile getirdiğini görmekteyiz. Fırat’ın bu eseri yayınlandıktan bir hafta sonra toplattırılmış, kendisi de gizli eller tarafından şehit edilmiştir. Bu eser daha önce de belirtildiği gibi Kürtçe’nin bir dil değil, lehçe olduğunu ve Kürtlerin de Türk soyundan geldiğini, sosyolojik ve etnografik verilerin ışığı altında kanıtlamaktadır.25 Paris’te “La Nation Kurde et son évolution sociale” adıyla 1933 yılında doktora çalışması yapan Messoud Fany, Kürt denilen unsurlarda mükemmel olmayan ırkî yapıya dikkati çektikten ve “bölge tarihi içinde Kürt denilen unsurları dolaylı veya dolaysız ilgilendiren olayların tarih olarak nitelendirilemeyeceği” gerçeğini vurguladıktan sonra “Kürt tarihi” konusunda şunları söylemektedir: “Açıkça söylemek gerekirse ürt tarihi diye bir şey yoktur. Bu topluluğun çeşitli aşiretlerinin olaylarını ve hareketlerini anlatan birçok hikâyeler bulunmaktadır.” Yine M.Fany Batılı yazarların Kürdistan terimini tahrif ederek özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir “Kürt yurdu” meydana getirmeyi amaçladıklarını vurgulamaktadır. M. Fany, kesinlikle Kürt aşiretlerinin menşelerinin aynı olmadığı kanaatindedir. Ona göre Kürt adı verilen unsurlar homojen değil heterojen bir yapıya sahiptir.26

Kürt ismi bir Türk boyunun adıdır. Nitekim, Elegeş’te bulunan “Kürt El-Kan’ı Alp Urungu’nun anıt mezarı” bunun en açık delilidir. Bu anıt mezar, Yenisey’in beş kolundan biri olan Ulu-Kem Çayı’na soldan karışan Elegeş Suyu’nun sol kıyısındadır. Topraktan yüksekliği 3.20 m ve en geniş yeri 60 cm gelen bu tek taşlı anıttaki Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabede şöyle denilmektedir: “Kürt El-Kan Alp Urungu, altunlug keşim bantım belde, Elim, tokuz kırk yaşım”. Evet bu kitabenin 8. satırı böyle diyor. Yani: “Kürt İlhanı Alp-Urungu’yum. Altınlı okluğumu bağladım belde, Elim/Devletim, otuzdokuz yaşında öldüm”.27 Uydurma ve sözde bilimsel tezlerin tamamı, ileriye sürdükleri görüşlere somut kanıtlar getirememektedir. Halbuki adı geçen Türk yazıtı, oynanan oyunu bozmak için ısrarla zamana meydan okumaktadır. Millet binasını temelinden sarsmayı amaçlayan odakların kullanmakta oldukları kavram, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Türk varlığının parçalarından sadece birisidir. Bu hakikatin varlığına rağmen hâlen asılsız iddialarda bulunarak bir takım merkezlerin söylemlerini fiiliyata koymaya çalışanlar manevra yeteneklerini zorlarken, bazen kendi içlerinde dahi çelişkiler sergilemek suretiyle neyin peşinde olduklarını açığa vurmaktadırlar.

Siyasî Kürtçülerin 1970’lerden beri dillerinden düşürmedikleri Şeref Han-ı Bitlisî’nin Şerefnâmesi, 1990’lı yıllarda ağır bir biçimde eleştirilecektir. Çünkü Şerefname, büyük ölçüde Kürtlerin kökenlerinin Asyatik olduğunu, Bügdüz soyundan geldiğini daha 1590’lı yıllarda ileri sürmüştür.28

Kürt kimliğinden söz açılırken umumiyetle dil unsuru önemli etken olarak gündeme gelmektedir. Çarlık Rusyası Erzurum Başkonsolosu Alexander Jaba, Petersburg Bilimler Akademisinden aldığı talimat ile 1856 yılında, Erzurum ve çevresinde incelemeler yapmış, temas kurduğu aşiret ağızlarının sözcüklerini tespite çalışmıştır. Bu inceleme “Recueil De Notices et Recits Kourds” adı altında 1860 yılında St. Petersburg’da yayımlanmıştır. Dr. Fritsche tarafından kaleme alınan ve 1918 yılında dilimize çevrilen “Kürtler Hakkında Tarihi ve İçtimaî Tetkikat” adlı eserden öğrendiğimize göre; A. Jaba bu incelemesinde Kürtçe’de 8307 sözcüğün 3080’inin Türkmence, 2640’ının Eski Farsça ve 2000’inin yeni lisanda Arapça olduğunu belirtmektedir. Yazarın asıl Kürtçe diye ifade ettiği rakam ise sadece 300 kadardır. Bu 300 kadar sözcüğün de, aslında Proto-Türklerin bölgede bulunuşu göz önüne alınırsa, onomastik ve toponomik tespitler sonucu, Türkçe kalıntılar olduğu görülür. Ancak, Jaba bunları araştırmaya yanaşmamıştır.29 Büyük Türk sosyologu Gökalp’ın, Diyarbakır ve yöresinde yapmış olduğu etnografik, antropolojik ve lengüistik incelemeleri bugün elimizdedir. Durkheimcı metotlarla ele alınmış olan bu analizlerde, yöre halkının -dil/lehçe dışında- bütün kültür değerleriyle Karakeçili aşiretlerinin mirasını taşıdığı açıkça görülmektedir. Bu nedenle, Kürtler millî azınlık değildirler. Kürtçe de, sadece Farisî ve Arabî dil etkisinde kalmış, büyük oranda Türkçe sözcüklerden oluşmuş, bir dil değil, bir ağız, bir lehçedir. Petersburg üniversitesince görevlendirilen Jaba’nın 1850’lerde Rus konsolosu iken Kürtçe üzerine yapmış olduğu tespitler de bu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.30 Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un 1983 yılında Ankara’da basılan “Kurmanci ve Zaza Türkçeleri Üzerine Bir Araştırma” adlı eserinde, bugün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda konuşulan “ağızlar”da Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divanü Lügati’t- Türk’te kayıtlı pek çok kelimenin bulunduğu misaller verilerek ispatlanmaktadır.31 Alman araştırmacı de Groot, Yenisey yazıtlarında Kürt sözcüğünün geçtiğini, Oğuz Han’ın 24 torunundan birinin adının Kürt olduğunu, Orkun anıtlarında bugünkü Anadolu Türkçesinde bulunmayan, ama günümüz Anadolu Kürtçesinde konuşulan 532 sözcüğün bulunduğunu ileri sürmüştür. Bu durum bir Türk boyu olan Kürtlerin, Anadolu’ya çok eski dönemlerde Asya’dan geldiklerini kanıtlamaktadır. Jaba’nın bulduğu 300 kelimenin kökeni de buradan kaynaklanmaktadır.32 İşte yabancı araştırmacıların çalışmaları bile gerçeklerden -bütün saptırma çabalarına rağmen- kaçamamakta; fakat emellerinin aksine sonuçlara ulaşacaklarını anladıkları anda eksik bilgilendirme yolunu tutmaktadırlar.

Ancak görülmektedir ki; Orta Doğu’da yaratılmak istenilen sun’î bir millete ad olarak verilen Kürt teriminin açıklanması, bugüne kadar, bu meselenin ideologları tarafından dahi mümkün olamamıştır. Bunun başlıca sebebi, Kürt aşiretleri olarak iddia edilen Kurmanç, Zaza, Lur ve Kalhur ağızlarında bu terimin olmamasıdır. Dolayısı ile terimin açıklanması, zoraki olmakta ve hiçbir ilmî hükme dayanmamaktadır. Kürt adı verilen toplulukların dillerinde mevcut olmayan “Kürt” terimi, menşe olarak gösterilmek istenen İranî unsurlarda (Pers, Med, Sasanî), Arî dillerde yoktur. Arapça’ya ise bu terim Türkçe’den girmiş olup, Türk’ün çoğulu etrâk nasılsa, Kürt’ün çoğulu ekrâd da o şekilde alınmıştır. Kürd veya ekrâd olarak Arap kaynaklarında görülen bu terim, en eski devirlerden itibaren Araplarca “göçebe/konar-göçer” yerine kullanılmıştır.33 Uydurma tezlerin tamamı ‘Kürt’ terimini, kökenini dayandırmaya çalıştıkları hiçbir topluluğun tarih ve edebî metinlerine atıfta bulunarak kullanamamaktadır. Bu nasıl bir tertiptir ki; Türk üzerine oynanan oyun Türk’ün öz değerleri kullanılarak sergilenmektedir. Bu hususta Türk aydınlarının konu üzerine yeni araştırmalara gitmeyişi büyük bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır.

“Kürtçe” tabiri yakıştırılan farklı ağızları konuşan bu gruplar birbirlerini anlamamaktadırlar. Hepsinde ortak olan tek şey “yek, dü, se, çar penç,…” diye başlayan ve devam eden Farsça sayı sistemidir. Oysa etnolojik araştırmalar göstermiştir ki, en iptidai bir dilin bile kendine mahsus bir sayı sistemi vardır.34 Görülüyor ki, üç dilin karışımından ibaret Kürtçe’nin bağımsız bir dil olamayacağı bir gerçektir. Bu nedenle, Ziya Gökalp’tan beri bilinen gerçek odur ki; Kürtçe bir dil değil, lehçedir. Bilindiği üzere, İran’da yaşayan Kürtlerin konuştuğu Kürtçe’de Farsça, Irak’takinde Arapça, Türkiye’dekilerde ise Türkçe ağırlıklıdır. Bu da Kürtçe diye tabir edilenin bir sınır lehçesi olduğunu bize gösterir.35 Ülkemizde son dönemde hayata geçirilen uygulamalar ise bütün bu bilgilerin aksine, birilerinin ekmeğine yağ sürecek boyutlardadır. Güneydoğu’da konuşulan bu ağzın eğitimsizlik ve millî kültür çalışmalarının ihmâlinden kaynaklandığını görerek tedbirler alınması gerekirken, AB kriterleri vb. gayrımillî talepler uyarınca, yaratılmak istenen “sun’î millet” için tasdikleyici adımlar atılmakta, beyanatlar verilmektedir. Her geçen gün Türk toplumunun içerisine ‘öteki’ anlayışı, artan bir şekilde yerleştirilmektedir. Bu meyanda cereyan eden bütün faaliyetler, malûm odakların gelecekte kopmasını ümit ettikleri kasırga için rüzgâr ekmelerinden başka bir şey olamaz.

Yıllarca iç ve dış mihrakların kışkırtmaları, metodolojik propagandaları yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kalkınma potansiyelinin ihmâli ve eğitimsizlik süreci, günümüzde de Türkçe konuşan çok sayıda Türkmen boyunun Kürtleşmesi olayını gündeme getirmiştir. 24 Oğuz boyuna mensup Beğdilli aşireti, bugün Kürtçe konuşan Badıllı aşiretinin özünü teşkil eder.36 Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bölge insanının sahip olduğu kültürle, Anadolu’nun farklı yörelerindeki Yörük-Türkmen kültürü arasında fark olmadığı, meseleye kuşbakışı bakmakla dahi görülebilecek bir gerçektir. Meseleyi afaziye tutulmuş kafalara havale etmek, gerçeklere gitmekte olan zaman treninin makas değiştirmesine ve yarınlara hüsran yaftasının -maalesef- yapıştırılmasına müsaade etmek demektir.

Dil, biyo-fizyolojik olduğu kadar, psiko-sosyolojik bir olgudur. Yetişme ve öğrenmenin temeli dile dayandığından o aynı zamanda pedagojik bir olgudur da. Düşünce dünyamız kavramlar ve iletişim yoluyla kurulmaktadır. Bu açıdan dilin felsefî boyutu çok önemli bir durum arz etmektedir. Dil doğuştan değil, kültür ve eğitim ile kazanılmaktadır. Dil sayesinde, bir ulu yapının taşları gibi birbirimize kenetlenerek millet denilen gerçeği meydana getiririz.37 İşte milletleşme sürecimizin sistemli bir şekilde aksamaya uğratılışının bir neticesi olarak, insanımızın bir kısmı başka bir dili(?) konuştuğunu iddia etmekte ve bazı odaklar bunun üzerinden ayrılıkçı tezlerle bölünmenin sağlanmasına hizmet etmektedir. Türkçe konuşmadan Türk gibi düşünmek olamayacağından, bölücü unsurların propagandalarına maruz kalarak, farkında olmadıkları bir oyuna sürüklenen insanımızı bu noktada suçlayamayız. Kabahat, Atatürk’ün başlattığı diriliş ve millet olma bilincinin sekteye uğratılmasına ve zamanla rafa kaldırılmasına kayıtsız kalan devlet adamlarımızın ve aydınlarımızındır. Zirveden yuvarlanan bir kartopunun, yuvarlandıkça çığ hâline gelişini seyredenlerin, geçmişteki bu kayıtsız kalışlarını tarih affetmeyecektir. Günümüz aydını millîlik vasfını sözde kalmaktan kurtararak, Gazi Mustafa Kemal’in temel kuruluş felsefesi olan “millî devlet” idealine dört elle sarılmak zorundadır. Çünkü idraki içinde olduğumuz zaman, geçmiş hesapların hortlatıldığı bir süreçten ibarettir.

Şark Meselesi diye bilinen ve günümüzde Ortadoğu, petrol, Lübnan, İsrail, Filistin, Arap ve su meseleleri olarak yansıyan veya öyle görünen milletler arası girişimler dizisinin bir parçasını teşkil eden çizgide, (işgal yıllarında ülkemizde faaliyet gösteren) İngiliz ajanı Binbaşı E.W.C. Noel (hazırladığı raporlarda), milliyetçi ve İslâmcı akıma taraftar olan Kürtler arasında sadece milliyetçi olanları desteklemektedir. Çünkü, Türkler, İslâmcılarla ortak bir çizgide işbirliği yapabilirler. Bu da, Londra, Kafkasya ile Mezopotamya arasında güçlü bir tampon bölge sağlayabilir. Bu tür bir yaklaşım, İngiltere’nin yayılmacı politikası için elverişli zemini oluşturabilir. Noel için ana hedef, ‘bir formül olarak Mezopotamya’nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını garanti altına alacak şekilde Kürt davasına arka çıkmaktadır. Bunun da yolu Kürtlerle Ermenileri uzlaştırıp, barıştırmaktan geçmektedir38 Kısacası Noel “Şark Meselesi”nin bir parçası olarak, Büyük Ermenistan projesinden vazgeçilerek, sınırları ileri bir tarihte belirlenecek bir Ermenistan ve onun yanı başında da, bir Kürdistan’da karar kılınmasının yerinde olabileceğine inanıyordu.39 O günlerde belirlenen strateji bugün geliştirilmek suretiyle uygulanmaya devam etmektedir. Irak’ın işgali sonrası atılan adımlar ve mevcut durum, söz konusu stratejinin olgunlaştırılmasının ispatıdır. Öyle ki; Irak Türklerinin göz ardı edilemeyecek varlığı âdeta buharlaştırılmıştır. Irak’ta meşruiyeti “stratejik ortak” olarak anılan ülkelerce tasdiklenen grupların, Irak Türklerine uyguladıkları vahşet ve yıldırıp sindirmeye hizmet eden faaliyetlerin, meselenin vahametini anlamak istemeyenlerce, hâlâ bir gafletten uyanış vesilesi olarak algılanmaması da acı bir gerçektir. Kerkük’te Türklüğün hiçe sayılmasına susanlar, yarın gündeme getirilmesi âşikâr bir bölünme karşısında teslimiyetçi tavırlarını şüphesiz yineleyeceklerdir.

Siyasî Kürtçülük olaylarında Fransa’nın rolü de Şark Meselesi’nin bir yansımasıdır. Fransızlar, stratejik açıdan Şark Meselesi bünyesinde Kürtlerle bağlantılı olarak Ermeni sorunlarını da gündeme getirmiştir. Bilindiği üzere, Fransızlar 1893-1897 yıllarında yayımladıkları Ermenistan ve Ermenilerle ilgili “Sarı Kitap” ta, Kürtlere de yer vermiştir. Fransızların bu husustaki politikasının ana motifi, Kürtlerle Ermenilerin Arî ırktan oldukları görüşüne dayanır. Fransızların en öfkeli davranışlarını, 1939’da Hatay’ın Anavatan’a bağlanması sonucu, Kürt meselesini tahrik ederek Tunceli (Dersim) yöresini kana bulaması olayında gözleyebiliriz.40 Bilindiği gibi, uğruna her şeyimizi fedaya razı olduğumuz AB’nin lokomotif ülkelerinden biri Fransa’dır. AB sürecinde yaşadıklarımız hatıra getirildiğinde Fransa’nın belirleyiciliği göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Bu noktada AB’nin taleplerinin neredeyse tamamının, millî bütünlüğümüzün dayandığı temel hususları ortadan kaldırmayı ve üniter yapımızı koruyan kalkanların bertaraf edilmesini dayattığını görmekte, acı bir şekilde yaşamaktayız. AB’nin beyni konumundaki bir ülkenin asırlara serpilmiş emellerinin, AB’nin hedefi haline getirilmemiş olduğunu kimse iddia edemez. Sevr’in ayak seslerini duymayan kulakların AB sevdalısı olmaları şaşılacak bir olgu değil, ama Türk milliyetçilerinin bile AB politikasını -her ne şartla olursa olsun- benimsemiş bir görüntü vermesi yaşanan trajedinin boyutlarını ortaya koymak adına manidardır. Her şeyin Türk’e göre, Türk için ve Türk tarafından olduğunu savunan bir fikrin mensubu olanların, bazı şartlar dahilinde AB üyeliğine rıza gösterişleri, Sivas Kongresi’nde manda tartışmalarını ortaya atanların basiretsizliği ile ne kadar benzeşmektedir. Zaman Türk milletinin aleyhine işlemeye devam ederken artık uyanmak zamanı gelmiştir. Kavram kargaşalarının uyuşturduğu beyinlere, “muhtaç oldukları kudrete” dayanmak suretiyle, 10 Kasım 1938’de başlayan bu kâbusu sonlandırmaları mecburiyetinde oldukları en yüksek perdeden haykırılmalıdır.

Buraya kadar anlatılanların özünü teşkil eden bir hatıra ile sözü bağlamak yerinde olacaktır. Uzun yıllar bu bölgemizde yaşayan Türkmen ve Oğuz boyları, kolay kolay kültür merkezlerimizle irtibat kuramadıkları için, zaman içinde kendi “öz kültürlerine” yabancılaşmışlardır. Bakın, bu konuda, Van Eski Milletvekili İbrahim Arvas neler yazıyor:

“Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu muazzam kütleye kötü bir şey atfetmek günah ve vebâldir. Bendeniz, Şemdinan kaymakamı iken, Gerdi aşireti reisi Oğuz Bey’e sordum:

– Bu ad, Türk adıdır. Sana nerden gelmiş? Cevaben dedi ki:

– Bendeniz, yirmi birinci Oğuz’um, bizdeki an’ane, baba, kendi evlâdına, kendi babasının ismini verir ve böylece, müteselsilen devam eder.

Maalesef Oğuz Bey, Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç Bey de öyle… Ve Koçbeyi aşireti reisi Mehmet Emin de böyle idi.”41

DİPNOTLARI

14- Prof. Dr. Abdulhalûk ÇAY, age, s.47.

15- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.14-15.

16- Prof. Dr. Abdulhalûk ÇAY, age, s.110.

17- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.124, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

18- Prof. Dr. Abdulhalûk ÇAY, age, s.112.

19- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Güneydoğu Kimliği, s.437, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1998.

20- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Millî Kimliğin Yükselişi, s.23, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1999.

21- Prof. Dr. Abdulhalûk ÇAY, age, s.46.

22- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.125, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

23- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Güneydoğu Kimliği, s.434, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1998.

24- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.15.

25- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.126, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

26- Prof. Dr. Abdulhaluk ÇAY, age, s.102-107 ve 338.

27- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.16.

28- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Millî Kimliğin Yükselişi, s.33, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1999.

29- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.119, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

30- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Millî Kimliğin Yükselişi, s.22, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1999.

31- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.37.

32- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.120, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

33- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.17-18.

34- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.30.

35- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.120, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

36- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.121, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

37- Doç. Dr. Necmettin Tozlu, Kültür ve Eğitim Tarihimizde Yabancı Okullar, s.289, Akçağ Yayınları, ANKARA, 1991.

38- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Etnik Sosyoloji, s.130, Timaş Yayınları, İSTANBUL, 1999.

39- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Güneydoğu Kimliği, s.439, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1998.

40- Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Güneydoğu Kimliği, s.441, Alfa Yayınları, İSTANBUL, Ağustos 1998.

41- Seyyid Ahmet ARVASİ, age, s.30-31.

 

Orkun'dan Seçmeler