Ana Sayfa 1998-2012 Tuz kokuyor...

Tuz kokuyor…

Türk milletinin nazarında “devlet ciddiyeti”, bir zamanlar her iş için en yüksek derecede ölçü kabûl edilirdi. Bu sözün sarf edildiği yerde akan sular dururdu. “Ciddiyet”, zâten, tavrı ve duruşu kendinden menkûl bir kelime. Bunun, “devlet” gibi, insan mantığında mukâyese ihtimâl ve imkânlarını yok eden bir mânâ ihtişâmıyla birleşmesi, ortaya ne çıkarır, varın tahmin edin…

Başka milletleri bilemeyiz ama, Türk milletinin “devlet” idrâki, hep ve dâimâ “ciddiyet” üzerine binâ edilmiştir. Devletin icraatı, tartışmaya mahâl bırakmayacak prensiplerle gerçekleşir ve bunu, herkes şuurla ve sükûnetle karşılar.

Bütün bu söylenenler eskidendi. Şimdi, hemen her uzvumuzu saran kanser hücreleri, “devlet” imizi de ele geçirmiş ve -maalesef- birçok devlet ünitesinde kısmî felç görülmeğe başlanmıştır.

Prensipsizlik, lâubâlîlik, lâçkalık, lâf olsun diye karar değiştirmek, vatandaşı hafife almak ve hakârete varan muâmeleye tâbi tutmak, Türkiye’deki “devlet” icraatının şiârı hâline geldi. Evvelden, yanlışlıkların ve hatâların düzeltildiği, çözümlendiği devlet kapıları vardı. Şimdi ise, hatâ ve yanlışlıkları o devlet kapıları yapıyor, vatandaş düzeltmeğe çalışıyor.

Herkesin mâlûmu olduğu üzere, bizim öz kültürümüzde doğan çocuk hemen tuzlanır. Yine kurban kesildikten sonra yapılan ilk iş, derisinin tuzlanmasıdır. Tuzun, buradaki vazifesi, kokuşmayı önlemektir. Akla gelebilecek her türlü kötü kokuya, yâni “ufûnete” mâni olan tuz, bir nevi “devlet”in sosyal hayattaki rolünü üstlenmiştir. Dolayısıyla “devlet”, insandan kaynaklanan kötü kokuları gideren “tuz”dur.

Ne kadar esef etsek azdır. Maalesef, “tuz” kokmuş durumdadır. Kendisi kokan tuz, hangi kötü kokuya engel olacaktır?

Artık, bu memlekette mafya ile müşterek mesâi yapan hâkimler, savcılar var. Organize suç şebekelerinde faal olarak çalışan komiserler, emniyet müdürleri, generaller, amiraller var. Devletten aldığı maaşla görev yaptığı resmî okulda, öğrencisine para ile ders veren öğretmenler var. Gayr-ı resmî ihâleye çıkarılan gümrük memurlukları var.

Velhâsıl, haksızlıkların, yanlış hesapların, mütegallibe yeltenişlerinin, “yalçın kaya” gibi çarpması gereken “devlet kapısı”, yalama olmuş menteşeleri ile gıcırtılı sesler çıkarıyor. Ortada, “devlet” ile ona, gelenek süzgecinden geçirilerek yapıştırılan “ciddiyet”ten eser kalmamış.

Evet, “tuz” kokuyor. Bu, nere inden bakılırsa bakılsın, tam mânâsıyla bir felâket; kıyâmetten nişâneler taşıyan bir fâciâ!..

Bu hazin devletsizlik neticesini hazırlayanların şerrinden, Allah Türk milletini muhâfaza eylesin; Türk vatanını, Türk dilini bu büyük milletin toprağı ve dili kılmağa devâm etsin.

Günümüz Türkiye’sinde öyle bir dil karışıklığı var ki, çözebilene ve içinden çıkabilene aşk olsun!.. Arapsaçı hâline gelmiş bir dil yumağı ile karşı karşıyayız. Bu yüzden, hastalığı teşhis etmek için tahlilde kullanılacak bir röntgen filmini çekmek bile zorun ötesinde. Çünkü, rahatsızlık millî kültür yapısının her tarafına sirâyet etmiş.

Önce, Türkçe’nin kendisine savaş açıldı. Eski Sovyet metodlarından mülhem bir nifak sokma şekli, Türkçe’nin bağrına hançer gibi girdi. Türk milletinin iman ve örfü ile sarıp sarmaladığı, kundak içine aldığı, anne sütü gibi aziz, bayrağı derecesinde mukaddes bildiği Türkçe, nâdân ehlinin gayretleri sonunda, milleti ayıran, bölen bir unsur hâline getirildi. Bin yıldan fazla bir zamanda Türkçe’nin bahçesinde boy atan nice saltanatlı kelimemiz; “kökü Arabî’dir, Fârisî’dir” diye, câsus ilân edildi. Çok az, parmakla sayılacak kadar arkaik Türkçe kelimeyle birlikte, ezici çoğunluğu “uydurma” olan yığınla kaba harf kümeleri, -Roman vatandaşlarımızın hanım elbiselerindeki renkler gibi- dilimize yamanmaya çalışıldı.

Hâlbuki, “kelimeler” bizim his ve hayâl dünyamızın kapılarını açacak anahtarlarımızdır. Onlar olmadan, insana lâyık bir hayâtımız olamaz. Dilimizin tâbiyetine giren her kelime, yıllar ve asırlar içinde tümen tümen sıfatın, fiilin sembolü hâline gelir. Bu kelimeler, sâdece sözlük mânâlarıyla değil; deyim, bilmece, atasözü, mecaz gibi daha birçok sâhada dal, budak salarlar. Câhilce ve kasıtla dilimizden atılmaya çalışılan bir asır-dîde kelimenin ardında, kütüphâne dolusu söz enkâzı kalır.

Meselâ, “hâtırâ” kelimesi, kökü Arabî’dir diye atılmak ve yerine “anı” diye bir sadâ konmak isteniyor. “Hatırâ”, kökünü borçlu olduğu Arapça’da hangi izleri bırakmıştır bilemeyiz ama, Türkçe’de “hatırlattıkları”nı “hâtır”a getirmek o kadar kolay değil. Bir fincan kahvenin kırk yıl “hatır”ı olur diyen misâfirperver atalarımız, birbirlerinin “hatır”larını kırmamak için “hatır”a dokunmaktan kaçınmışlar ve bu suretle “hatırlı” mevkie çıkmışlardır. Türk târihi, Türk milletinin “hâtıra” defteri hükmünü sürdürürken, temiz sayfalarını “anı”nın şerrinden koruyabilmek için “hâtıra”larına sığınmaktadır.

“Ağlarım, hâtıra geldikçe hatırladıklarım” sözünün neresine “anı”yı koyup merâmınızı ifâde edebilirsiniz. “Hâtırâ”daki nezâket ve inceliği, “anı” da görebilir misiniz?

İncelmek, maddede ve mânâda farklı tecellî ediyor. Maddenin incelmesi, bâzı durumlarda zaafiyetin, hattâ yok oluşun habercisi olabiliyor.

Ozon tabakasının incelmesi, bu fiilin felâket zirvesini teşkil ediyor. Yıllardır, insan eliyle delinen ve incelen ozon tabakası, artık Güneş’in önündeki filtre vazifesini yapamıyor. Başta deri kanseri olmak üzere sayısız hastalık âfeti, bu incelmenin sâyebânında oturup, eğleşip, semiriyorlar.

Tahtanın incelmesi mobilya ve marangozluk dünyasının giriş kapısı. Taze bir ağaç gövdesinin kesilmesi ve kesilen parçaların inceltilmesi esnâsında duyulan koku, yağmur damlalarının toprağa ilk değdiği anda çıkardığı kokuya benzer. Bu iki kokudan, insan burnu aslâ rahatsızlık duymaz.

Taşın incelmesi, dünya târihinde en çok Mimar Sinan’a havâle edilmiş bir iş olarak görünüyor. O Koca Mimar da, bu havâleden duyduğu memnûniyeti, taş işçiliği ile tebessüm veznine yerleştiriyor. Taş inceliğinin şâhikası, “minâre” adıyla, İstanbul sokak ve tepelerine, âdetâ ekilmiş.

1970’li yıllarda “The Swimmer=Yüzücü” adında bir film gösterilmişti. Maddî refah içinde olmasına rağmen psikolojik problemleri olan bir adam (Burt Lancaster)’ın hikâyesi idi. Birbirine bitişik mâlikâne havuzlarında yüzerken sarf ettiği:

“Şu anda İstanbul minârelerinin ulaşmak istediği yerde olmalıydım.” cümlesi, rûhî sıkıntılarının çâresi gibi görünüyordu.

Liselerde okutulan târih ve san’at târihi ders kitaplarında resimleri bulunan ilk devir Arap câmilerinin ve bu arada Samerra’daki ordugâh câmiinin minâreleri ne kadar kalın ve kabadır. Erzurum, Sivas, Konya, Antalya, Divriği, Beyşehir gibi Selçuklu ve Beylikler dönemi şehirlerindeki câmi minârelerinde başlayan incelme; Bursa, Edirne (1453 öncesi) ve civarında yontulma safhasına girer; kalem inceliği ve güzelliğine ise İstanbul’da ulaşır.

Türkçe’nin, arûz vezni ile ilk karşılaşması, ortaya bir hayli sakîl mısralar çıkarır. Hoca Dehhânî’nin:

“İnceldise hecr ile karınca gibi bilin

Firkat niçe bir ola Süleyman ere umma” diye Türk dil gemisini yanaştırmaya çalıştığı arûz limanı, Barbaros donanmasıyla gelen Bâkî’de:

“Yine gömgök tere batmış çıkageldi çemene

Nevbahar erdi deyü verdi haberler sünbül” tabiîliğine ve sükûnetine ulaşacak; Fuzûlî’nin, güneyde şişen söz yelkenlisi:

“Gözüm, cânım efendim, sevdiğim devletlû sultânım” serenadı ile ihtişam besteleri yapacaktır.

Nedîm’in dilinde kelime kristâllerine dönüşen incelik, atölye titizliği safhasına erişerek:

“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana,

Mey süzülmüş şîşeden, ruhsâr-ı âl olmuş sana.” diyecektir.

Yine büyük Fuzûlî’nin:

“Perîşân hâlin oldum, sormadın hâl-i perişânım.”

serzenişini, terk edilmişliğini, günümüzdeki dil yarasının tam ortasına basabilir miyiz?

Mevcut Lâtin esaslı alfabemizin, Türk hançeresine yetmediğini, seslerin tamâmını karşılamadığını, konuya âşina herkes biliyor. Alfabeye yeni harf ilâvesi şimdilik mümkün görünmediğinden, imlâ işâretleri ile açığı kapatmak, tek çâre.

Türkçe’deki seslerin, aslına uygun şekilde yazıya aktarılmasında ve bu suretle meydana getirilen metnin Türkçe telâffuzu gözetilerek okunmasında, yardımcı işâretlere, ihtiyaç vardır.

Türk Dil Kurumu (TDK)’nın “İmlâ Kılavuzu” adıyla yayınladığı kitap ve kitapçıkların hemen her baskısı, bir öncekini -eski tâbirle- nesh ediyor.

2000 yılına âit “TDK İmlâ Kılavuzu”nda İslâm’ın mukaddes kitabı, “Kuranıkerim” şeklinde yazılırken, 2004’de basılan “TDK İlköğretim Okulları için İmlâ Kılavuzu’nda “Kur’an-ı Kerim” hâline dönülmüş. Bir veya iki isim dışında, her iki çalışmayı da aynı komisyon yapmış.

TDK’nın internet sitesindeki “İmlâ Kılavuzu” bölümünde, 2004’deki kılavuzun hükmünün de kalmadığını görüyorsunuz.

Meselâ, 2004’de “İslâm” diye yazdığı kelimeyi TDK, internete şapkasını çıkartarak taşımış ve “İslam” olmuş.

Bu şapka çıkartma hareketi, tam bir tasfiyeye dönüşmüş. “Ahlâk, ilân, ilâh” gibi inceltme ve uzatma ihtiyacı duyan pek çok kelime, şapkasız bırakılmış ve hepsi “üşütme” tehlikesi ile karşı karşıya “Maddî, mânevî, kâtil, silâh…” ilh. tarzında uzatılabilecek bu listede, işâret levhaları sökülmüş bir yolda, kendi hâline bırakılmış kelime yığınları var.

Yapılanlardan, şapka (düzeltme) işaretinin tamâmen kaldırılacağı anlaşılıyor. Buna azmedenler; uzatma, inceltme ve nisbet eki ihtiyâcının telâffuz esnâsında karşılanması lâzımdır, diyorlar ve meseleyi öğretmene havâle ediyorlar.

İyi de, o telâffuz kabiliyetindeki öğretmen nerede?

 

Orkun'dan Seçmeler

Kaht-ı Ricâl

Rüyamda Halaçoğlu