Her alanda yozlaşma, her sahada kokuşma, her hususta korkunç bir çöküş içindeyiz. Toplum millî değerlerini, özünü, millî duygu ve şuurunu yitirmek üzere… Devlet, millî, sosyal ve hukuk devleti olmaktan çok uzak… Bağımsızlık ağızlarda söylem, egemenlik bayramlarda atılan nutuk… Devlet gemisi, Türklük şuur ve gururu olmayanların elinde, hain ve çarpık ideal ve ideolojilerin girdabına düşmüş, bir meçhule doğru sürükleniyor…
Dilimiz, eğitim-öğretim kurumlarından dışlandı… Horlanan, itilip kakılan bir öksüz… İngilizce furyasında boğulmak üzere… Konuşmalar cıvık, anlamsız ve çirkin… Yazılı ifâde ise nerede ise ölmüş; cümleler bozuk, kelimeler kısır, üslûp çarpık, anlatım yavan… Güzellik, zenginlik ve incelikten katre yok. Nerde o engin, zengin, görklü, gönençli, gökçek Türkçe? Hani, Namık Kemal’de vatan sevdası ile volkanlaşan; Yahya Kemal’de akıncı cetlerinin nal sesleri, sanatkâr atalarımın abideleriyle şiirleşen, musîkileşen; Mehmet Emin Yurdakul’da Türklük aşkı ile coşup gürleyen; Mehmet Akif’te Çanakkale Destanı, İstiklâl Marşı olup kükreyen; Atsız’da Türklük düşmanlarına karşı kılıçlayın keskinleşen, ülkümüzü anlatmada deryalarca enginleşen Türkçe?
Eğitim-öğretim tamamen sözde kaldı. Her yıl onbinlerce gencimiz sınavlardan sıfır puan almakta. Memleket diplomaları cahiller, sözde yüksek öğrenimli işsizlerle dolu. İlköğretimi bitirenler ortaöğretime, ortaöğretimi tamamlayanlar yüksek öğretime tombala usûlü ile yerleştiriliyor. Çocuklarımızın daha ilk öğretim çağında iken zekâlarını, eğilimlerini, ilgi ve etki alanlarını, yeteneklerini sağlıklı bir şekilde tespit edebilecek bir sistem mevcut değil. Her konuda olduğu gibi, sözde eğitimde de plansızlık, düzensizlik almış başını gidiyor. Bu sözde eğitim, millîlik özelliğini Ata’nın ölümüyle başlayan süreçte kaybetti. Bu durum karşısında; Millî (!), Eğitim(!) Bakanlığı’nın adını DİPLOMA VERME KURUMU BAKANLIĞI olarak değiştirmek daha uygun olmaz mı?
Toplumumuzda sevgi, saygı ve hoşgörürlük mazide kaldı. Şahsi hırslar ve çıkarlar, millî ve manevî değer ve inançların üstüne çıktı. Bir hiç uğruna hır çıkaran, insan boğazlayan canavarlar türedi. Sokaklar, caddeler tinerci, kapkaççı, cepçi sürülerinin belasından geçilmez oldu. Hırsız çetelerinin şerrinden çelik kapılı, demir pencereli evlerimizde bile masun değiliz.
Daha önceki yıllarda hukukumuzu İtalya’dan, Almanya’dan, İsviçre’den, yani Batı’dan aparıyor; fakat az çok bünyemize uydurmak için çalışıyorduk. Buna rağmen dikiş tutmu yor; dâvâlar nesiller boyu uzayıp gidiyor, verilen yargı kararları da kimseyi tatmin etmiyordu. Son yıllarda AB buyrukları uyarınca, sağanak halinde çıkarılan “ Uyum Yasaları” yla iş tamamen çığırından çıktı. Polisin, jandarmanın, askerin, savcının, hâkimin eli kolu bağlandı; hırsızın, uğursuzun, hainin, bölücünün eline ve önüne, her türlü melânetini yapabileceği bir manevra sahası açıldı. Adalet ve hukukumuz, AB’nin ve AB’cilerin oyuncağı haline geldi, getirildi.
Basın ve yayın büyük oranda AB ve ABD’nin güdümünde… “ Mütareke Basını” na rahmet okutan bir “ Müzakere Basını” zuhur etti. AB ve ABD akçalarıyla beslenen yazar çizerler gazeteleri, ekranları istilâ etti. Yazılı ve görüntülü basının bir çoğunun zırnık millî, insanî kaygıları yok… İffet, namus ve şeref duygularından nasiplenmemişler… Erdem sözlüklerine girmemiş; ahlâksızlık temel ilkeleri…Sözü uzatmaya ne hacet; rezilliklerini ıstırap ve elem içinde milletçe seyrediyoruz.
Devletin hiçbir sosyal yönü yok; sokak, cadde ve cami avlularında dilenciler küme küme… işsizlik çığ gibi büyümekte… Çalışanlar, iş verenin lütfettiği, asla emeğinin karşılığı olmayan gülünç bir ücrete talim etmekte. Üstelik bu sadaka kabilinden ücretini bile alamamakta… Sigortası, sosyal güvencesi yok!… Yani, vatan evlatları, birçok iş yerinde, şafaktan akşama kadar, belki de alamayacakları üç kuruşluk ücret için köle gibi çalışıyorlar!… Tarihinde kölelik gelenek ve kurumu olmayan Türkiye’mizde, ne yazık ki yeni kölelik düzeni ihdas edildi.
Toplumum temel taşı aile kurumu giderek çözülüyor… Boşanmalar bir çığ gibi artmakta… Gençlerimiz evlenmekten çekinir, ürker hale geldi…
İslâm; Kur’an’dan Hz.Resul çağındaki yaşayış, anlayış ve uygulamadan saptırılmış… Arap, İsrail hurafeleri, efsaneleri ve örfleriyle boğulmuş… İbadetler; bîdat ve eklemelerle uzun, karmaşık, zor ve itici bir hale getirilmiş… Şekilcilik, taklitçilik, nakilcilik öne geçmiş; Kur’an’ın emrettiği, İmam Maturidî’nin işaret ettiği akıl, bilim ve delil yolu terk edilmiş…
Siyaset dersen çıfıt pazarı… Her türlü densizlik, yüzsüzlük, ahlâksızlık diz boyu… Hatta boyumuzu aşmış; güzelliği, iyiliği, erdemi boğmuş… Yabancı hayranlığı, yaban idealler peşinden koşmak, teslimiyetçilik politikacının ana ilkesi. Millî emelleri horlamak, Türklüğü, Türk kimliğini inkâr ve tahkir etmek temel disturu… Döneklik, takiye, riyâ değişmez yöntemi…
Ekonomimiz, ticaretimiz, para ve tarım politikalarımız IMF ve AB; yargı ve iç siyasetimiz AB; dış politikamız ABD tarafından yönlendiriliyor. Millî egemenlik ve tam bağımsızlık ilkeleri lafta ve rafta kaldı. Anayasa ve Lozan Antlaşması “ uyum” gerekçeleriyle Batı çöplüğüne atıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sebepleri, AB sürecinde bir bir ortadan kaldırıldı. İsmen ve şeklen mevcut olsa da, hukuken yok sayılan bir ülke konumuna düştük…
Memleket, uyduruk Atatürkçülükle milleti uyutan sahtekârlarla dolup taştı. Cihan tarihinin gördüğü ve kaydettiği, en aşırı, en ateşli, en büyük milliyetçi, en yüce Türkçü Atatürk; Batıcı, yani taklitçi, özentici, yani kimliksiz ve kişiliksiz bir zavallı(!) gibi tanıtılmağa çalışılıyor!… Ata’nın ülkü ve ilkelerini hedef tahtası yapanlar; O’nun ayak izlerini takip ederek, takiyede, istismarda yeni bir çığır açtılar. İkiyüzlülük ve sahtekârlıkta rekor kırdılar.
Sözün özü; toplum kokuşmuş, sistem çökmüştür…
Peki, niçin böyle oldu? Çünkü Ata’nın Hakk’a yürümesi ile birlikte “ özleşmek: Türkleşmek-İslâmlaşmak” temel hedefleri rafa kaldırıldı. “ Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesi üzerine çıkaracağız.” vecizesi çarpıtıldı. “ Batılılaşmak” yani taklitçilik, maymunculuk olarak algılanan, özüne ve manasına yüzseksen derece ters, çarpık bir ilke haline getirildi. Ata’nın, zihinlerden ve kalplerden söküp atmak için gece gündüz uğraşıp didindiği yabancı hayranlığı, aşağılık duygusu gibi illetler depreşti, depreştirildi. Yok etmek için kıyasıya mücadele ettiği “ biz adam olmayız(!)” zihniyeti, o iğrenç maraz, hortladı, hortlatıldı… Maalesef iktidarı ele geçirdi. Bunun sonucu olarak, eğitim millî rotasından çıkarıldı; Batı, Yunan ve Moskof yörüngesine sokuldu. Çocuklarımızın beyinlerine ve gönüllerine Yunan’ın, Roma’nın, tarihi, medeniyeti, sanatı, felsefesi, edebiyatı, destanları şırınga edildi. Üstüne de Moskofçuluk ( Komünizm), materyalizm, Darwinizm zehirleri zerk edildi. Türk’ün , sanatı, edebiyatı, destanları, kültürü, tarihi, musîkisi, türesi, erdemleri eğitim ve kültür kurumlarından kovuldu.
Türk evlâtları, atalarının altın tarihini, yüksek kültürünü, insanlığa örnek ve önder olmuş medeniyetini öğrenmekten mahrum edildi; beyinleri kirletildi, gönülleri karartıldı. Teslimiyetçi, Batıcı, uşak cibilliyetli “ biz adam olmayız(!)” zihniyetinin çirkin yaratıkları; Türk çocuklarını da kendilerine benzete bilmek için, ellerinden geleni arkalarına bırakmadılar.
İnönü döneminde, geri kalışımızın baş sebebi sayılarak horlanan dinimiz yüce İslâm; 1950’den sonra, sözde din adına, Allah namına ahkâm kesen istismarcılar, takiyeciler tarafından, şahsi ve siyasî çıkarlar için malzeme olarak kullanıldı. Dinimiz hurafecilerin, din tacirlerinin, azınlık ırkçılarının gizli ve hain emellerinin aracı oldu. Bu türedi İslâmcılar, İslam’ı sadece gizli ve hain gayeleri uğruna istismar etmediler; aynı zamanda, Türk kimliğini unutturmak, millî duygu ve bilinci yok etmek için de silah ve malzeme olarak kullandılar.
Bunda da başarılı oldular; Şimdi içimizde, yüzde yüz Türk olduğu halde, millî duyguları dumura uğramış, Türklüğünü unutmuş, millî şuurdan mahrum bir hayli haramzâde dolaşıyor. Bunlar, millî meselelerde bir yabancı gibi düşünüp davranabiliyor veya tamamen duygusuz ve duyarsız kalabiliyorlar.
Bu din sömürücülerinin yıkıcılıkları bunlarla da bitmiyor; sahte ve çarpık din anlayışları yüzünden, bir çok insanımızı dininden ve imanından soğutup; sapkın inanç ve dinlerin tuzağına, misyonerlerin kucağına düşmelerine yol açıyorlar. Kısaca, bu karganmışların melanetleri saymakla tükenmez.
Bunca derdin, dağlarca yığılan meselelerin, bu korkunç çöküşün çaresi, ilacı yok mu? Elbette var: İşe hekimden başlamamız gerekiyor. Dönme, devşirme ve azınlık ırkçılarını iyi tespit ederek; Devletimizin kurumlarından, varlığımızı tehdit edebilecekleri her alandan temizlemek, başta gelen görevlerimizdendir. Milletimize karşı işledikleri bunca cürüm ve ihanetlerinden ötürü, bu temizliği hak etmişlerdir.
Türk Milliyetçilerine çok ağır vazife ve sorumluluklar düşüyor. Millî ülkünün gerektirdiği bilgi, beceri ve yeteneklerle donanmalı; Milliyetçi-Türkçü ve gerekli her türlü yayını okumalı ve okutmalıyız. Sarsılan, zayıflayan özgüveni, Türklük duygu ve sevgisini, her vesile ve her fırsattan yararlanarak güçlendirmeliyiz. Türklüğün ve insanlığın hakiki kurtuluşu, huzuru ve mutluluğu ülküsü ile gönüllerimiz ve beyinlerimiz sancılanmalı; bu beyin fırtınalarından, gönül çilelerinden gökçek, görklü fikirler, projeler doğmalı… Ve fikir şimşeklerimiz zulmetleri boğmalı…
En önemlisi de, Türklük Ülküsü, insanlık sevdası yolunda kenetlenmeli; her sahada iktidar olmanın yolunu mutlaka bulmalı; Devlet yönetimine sahip olarak, yeniden yapılandırmalıyız.
Devlet’imiz; binlerce yıllık kesintisiz ve bağımsız olmanın kıvancında ve bilincinde olarak, tarihî birikim ve kazanımlarımız değerlendirerek, millî kültür ve türemizin ışığında, kayıtsız şartsız Türk egemenliği ve tam istiklâl ilkeleri temelinde, bütün müesseseleriyle yeniden kurulmalıdır.