Bazı dönemler vardır, birileri kurtarıcı olurlar, birileri de yol gösterici… Sonra bir an gelir, insan bu kurtarıcılardan kurtulabilmek için yeni kurtarıcılar arar. Yeni yol göstericilere ihtiyaç duyar.
Çokça karşılaşılan bu durum “Klavuzu karga olanın…” diye başlayan bir deyimi dilimize yerleştirmiştir.
Büyük idealleri (mefkûresi) olan, cihan devleti kuran Türk milleti, Kızıl elmasını kaybettikten sonra, yol göstericiler, kurtarıcılar sayesinde rotasız bir gemiye dönmüş, akıntıda o liman senin, bu liman benim sürüklenip durmuştur.
O haşmetli imparatorluğun yükseliş devrinin sonunda, gayrimillî unsurların etkisiyle inişe geçilmiş, bu inişin sonu çöküş olmuştur. Yaşanan bu sosyal depremin sonrasında temizlenen enkaz üzerine büyük ideallerle temeli atılan Türkiye Cumhuriyeti, sanki tarihin tekerrürü kaçınılmaz deyişini doğrulayan gelişmelere gebe hâle getirilmiştir.
“Yol göstericiler ve kurtarıcılar sayesinde!..”
Büyük boy ilânlarla, gümrük birliğinin tek taraflı fazilet ve erdemlerini bize yutturan zihniyetin çabaları sonucu ve Aralık 1999 tarihi itibarıyla, AB bekleme odasının kapısında itilme kakılma sürecimizi başlatan bu yol göstericilerini tarih ilerki zaman diliminde değerlendirecektir.
Batının, Türk Milletini daima var olan “Şark Meselesi” içerisinde değerlendirdiğini bu yol göstericilerimiz veya kurtarıcılığa soyunmuş olanların anlayamamalarını ahmaklıklarından ziyade gaflet, dalâlet ve hiyanet üçgeni içerisine oturtmak gerekmektedir.
Mayıs 2000 sonu itibarıyla Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn ve beraberindeki heyetle; Carlo Cotarelli Başkanlığındaki Uluslararası Para Fonu (IMF) heyetinin Ankara ziyaretleri sonuçlandı. Ve de meyvelerini verdi!.. Türk tarımı üzerindeki bencil plânın neticesinde oluşan tarım programı Türk çiftçisini iflâsa götürecek kapıyı aralamıştır.
Geçen yazımızda değindiğimiz endişelerimizi haklı çıkaracak bir gelişme yaşanmış; açıklanan hububat fiatları, üretici kesimin maliyetlerini karşılamadığı gibi geçen yıla göre dolar bazında reel olarak daha düşük bir seviyeye çekilmiştir. IMF’nin bu konudaki istekleri ve dayatmaları sonucunda hububat fiatlarında destekleme rakamı 102.000.-TL olarak açıklanmıştır.
Her ne kadar hububatta açıklanan fiatın geçen yıl aylık olarak arttırıldığı, bu yıl ise onbeş günde bir arttırılacağı ifade edilerek birtakım savunmalara geçilmişse de; hububat fiatları açıklanmasının geciktirilmesinin ikinci ürün ekimi için hemen paraya ihtiyacı olan üreticiyi tefeciye, tüccara mahkûm ettiği ve ürünlerini yok pahasına 85-90 bin liradan tüccara sattığı gerçeğini ortadan kaldıramamıştır. Buğdaydan sonra diğer ürünlerin de ekilebilmesi için para lâzımdır ve ne yazık ki bu parayı temin edemeyen Türk üreticisi şu anda perişandır.
Haziran ayı gündeminin öncelikli maddelerinin başında tarımla ilgili yasal değişiklikler ve sosyal güvenlik geliyor. Bu maddeler IMF’nin ve Dünya Bankasının istediği değişiklikleri bünyesinde toplamaktadır. Tarıma “çiftçinin devletin üzerinde yükü” gözüyle bakan zihniyet, sanki üretmeme politikası oluşturuyor. Üreticinin kimi ürünleri ekmemesi isteniyor. Türkiye’nin ihtiyacının dışında bir fazlanın ülkeye faydası olmadığı savunularak bu sonuca ulaşılabilinir belki. Ne var ki “-Sen tarlana tütün ekme, dekar başına şu kadar para vereyim” mantığından yola çıkılıp bir yere varılmaya çalışılırsa; bir tarlanın 5-6 kişi üzerinde kayıtlı olduğu, daha teknik kadastro çalışmalarından da netice alınamayan Türkiye’mizde üretmemeye prim vermek yanlış sonuçlar yaratır.
Üreticinin zor durumda kalmaması ve ülkenin ihtiyacının karşılanması için “şu ürünü ekme sana dekar başına “şu kadar vereceğim” denileceğine, şu ürünü ek dekar başına şu kadar para vereyim” demek daha gerçekçi olur kanaatindeyiz. Tarımdaki bu olumsuz gelişmede, fiatların dahi belirlenip empoze edilmesinde IMF karar verici, hükûmet ise onaylayıcı olmuştur.
Hatta artık içimizden biri olduğunu kabul edip, basın ve TV yayınlarıyla bu yönde beynimizi yıkayıp bizi şartlandıran medyamızın gözbebeği; IMF’nin Türkiye başkomiseri Carlo Cotarelli hazretlerinin buyurdukları, yetkililerimizin birtakım beyanları ile çelişki yaratmakta, kafalar hangisine inanalım düşüncesindeyken hazretin dedikleri gerçekleşmektedir!..
Finans kesimini güçlendirmek uğruna IMF ile yapılan stand-by antlaşması neticesinde sosyal devlet yok sayılmaktadır.
IMF ve Dünya Bankası ile sürdürülen pazarlıklar sonucunda 8. Beş Yıllık Kalkınma Plânı şekillenmiştir. Bu plân çerçevesinde sudan ulaşıma; tarımdan madenciliğe; sağlıktan eğitime kadar uzanan her alanda çok uluslu şirket bağlantılı özelleştirme öngörülmektedir. Özellikle suyun özelleştirilmesi, Dünya Bankası’na sunulan 30 maddelik mektubun ardında 8. Plânda da yer almaktadır.
Uluslararası tekellere peşkeş çekilen su kaynaklarımız, özelleştirme maskesi arkasına alınarak bu yağmanın kamufle edilmesine çalışılmaktadır.
Enerji, telekomünikasyon, tarım ve sosyal güvenlikten sonra, “temel insan ihtiyaçları” arasında yer alan su da çok uluslu şirketlere bırakılacaktır. Belediyelerin 1997 yılındaki su gelirlerinin 170 trilyon lira olduğu, 1998 yılında da yalnız 15 büyük belediyenin içme ve kullanım suyundan 218 trilyon lira gelir elde ettikleri; Türkiye’deki % 40’lık su kaybının ve de bu özelleştirme kapsamına kent sularının kullanımının yanısıra tarımsal sulamaların da dahil edileceği göz önünde tutulursa pazarın ne kadar büyük olduğu ortaya çıkmaktadır.
Cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminde Kadıköy-Üsküdar Su AŞ; Terkos; Mersin Su; İzmir Su, imtiyazlarla yabancılar tarafından işletilmekteydi. Cumhuriyet dönemiyle bu imtiyazlar kaldırılmıştı. O dönemde tarımsal suları kapsamayan imtiyazlar bugün Dünya Bankası projeleriyle yeniden özelleştirme kapsamında tarımsal sulamalar da dahil olmak üzere çok uluslu şirketlere devredilecek duruma getirilmektedir.
1938 yılına kadar Kadıköy-Üsküdar Türk Su AŞ. eliyle su imtiyazına sahip olan Fransız şirketi “Lyonnaise des Eaux”, 1995 yılında su imtiyazlarını yeniden başlatma girişimlerinde Enka ile kurduğu ortaklıkla kapıyı aralamıştır ve şu anda Antalya’nın şehir suyunu işletmektedir. Bu çok uluslu şirket, 48 ülkede pekçok yavru ve bunların aracı şirketleriyle su, enerji, çevre hizmetleri başta olmak üzere iletişim, gaz, inşaat, park yeri, danışmanlık, televizyon vs alanlarda faaliyet göstermektedir.
Kapitülâsyonların kaldırılmasıyla arzuları kursaklarında kalan çok uluslu şirketler bu su pazarını iyi değerlendireceklerdir. 21. yüzyılın stratejik önemini haiz su kaynakları çok uluslu şirketlerin kullanımına terkedilmekle acaba istikrar temini yoluna gidileceği mi, yoksa kâr edilip hizmet alınacağı mı zannedilmektedir?
Sınır aşan sular konusunda önünde epeyce problemler yaratılmak istenen Türkiye’nin bu gelişmelerden sonra egemenlik konusunda rahat bırakılacağını söyleyebilir miyiz?
Yetmiş yıldır Türkiye’de hiç dış kredi kullanmadan yapılmış bulunan hazır su alt yapısı özel sektör diye diye çok uluslu şirketlere bırakılırken halka daha çok külfet getirecektir. Su pahalılaşacaktır. Şehirlerimizdeki farklı gelişmişlik dereceleri göz önüne alınırsa; kim nerede daha çok tüketecek, para ödeyebilecekse hizmet oraya gidecektir. Yoksul kesimlere yatırım hizmetinin çok uzun sürede kazanç olarak şirkete geri döneceği varsayılarak buralara hizmet gitmeyecektir.
Kâr amacına dayalı yapılanma “Su temel bir insan hakkıdır” sloganını yok sayıp “su temel bir ihtiyaç maddesidir, bedeli vardır öyle veya böyle ödenmelidir” mantığına dayandırıldığında veya koz olarak kullanıldığında sosyal patlamaya yol açacaktır. Özellikle Türkiye’deki su varlığının % 70’inin tarımsal sulamada kullanıldığını göz önünde tutarsak ne demek istediğimiz anlaşılır.
•••
BM Güvenlik Konseyi “Kıbrıs’taki Barış Gücünün görev sürecini 15 Aralık 2000’e kadar uzatırken artık KKTC tarafına danışılmayacak” yönünde karar alınca olanlar oldu ve lider Denktaş patladı, sert tepkiler arka arkaya sıralandı.
– Toplumlar arası görüşmeler gözden geçirilecek
– MB’ler ile teması kesebiliriz
– BM askerlerinin Güneyden Kuzeye geçişine izin vermeyiz
– Kuzeydeki BM Barış gücü kamplarını kaldırırız vs. vs.
Anlaşılan o ki 20 Temmuz Barış harekâtı yıldönümüne doğru Kıbrıs’ta hava ısınacak.
Bu gelişmeler yaşanırken bazı iş adamlarımızın TV kanallarında ve gazete yazılarındaki “Kıbrıs’ı çözmeden AB’ye giremeyiz. Ne pahasına olursa olsun gereken yapılmalı, AB’ne girmeliyiz” mealindeki beyanları dikkatimizi çekmektedir.
Nasıl çözüleceği konusunda açık bir ifade olmamakla beraber teslimiyetçi yaklaşımların önerildiği, neticelerinin üzerinde durulmadığı görülmektedir.
A) AB’nin istediğini yapmak:
a) KKTC ve Kıbrıs Türk halkı bu federasyon içerisinde ayrı bir egemenlik hakkına sahip olmadığı için cemaat durumuna düşecektir.
b) Bu federasyon AB içine girdikten sonra; AB kurumlarının bir iç meselesi olarak telâkki edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, özellikle Kıbrıs Türklerinin Türkiye ile her türlü ilişkisi kesilecektir.
c) 1959-1960 Lozan-Zürih Antlaşmalarının Türkiye’ye verdiği garantör ülke sıfatı ortadan kalkacak; Kıbrıs Türklerinin Batı Trakya Türklerinden hiçbir farkı kalmayacak, Enosis gerçekleşecektir.
AB’nin içinde olmayan Türkiye, Kıbrıs’ta AB’nin topraklarını işgal etmiş duruma düşürülecektir.
Bu öneriler kabul edilemez.
B) Yunanistan ve Rumların istediğini yapmak:
Atina ve Rumlar yıllardır “Türk’ler bir azınlıktır” tezini savunuyorlar. Kıbrıs Cumhuriyeti içerisinde Türkleri bir azınlık, cemaat olarak değerlendiriyorlar. Egemenlik konusunda tavize yanaşmıyorlar.
Bu istekler de kabul edilemez.
1995 yılından itibaren alınan TBMM kararları, Türkiye-KKTC arasında imzalanan anlaşmalar; Denktaş-Demirel ve Denktaş-Ecevit deklarasyonları, MGK kararları içerisinde “Ada’daki sorunlar bu iki devletli yapı içerisinde çözülür” denilerek önerilen konfederasyon tipi çözümler ortadayken bunları yok farz ederek birtakım iş çevrelerinin yol gösterme girişimleri, ihanetten başka bir anlam ifade etmez.
Bu isteklerde bulunan muhterem zevat emrivâkilerin arkasına saklanmadan ağzındaki baklayı çıkarsın.
Bu ifadelerin paralelinde bir çalışma örneği 11 Mayıs 2000 akşamı ATV’nin Ledra Palas’dan yapmış olduğu sözde iki toplumlu canlı yayında da güdümlü bir Yunan yönlendirmesine dönüşmüştür. Bu güdümlü yayına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden belli bir siyasî görüş ve ideoloji sahibi kişilerin özellikle çağrılmış olması dikkat çekicidir.
Rum katılımcıların Kıbrıs Türk halkını, Devletini inkâr ederek egemenliğini ve kimliğini bir tarafa iterek sözde Kıbrıs Cumhuriyeti şemsiyesi altına katılmaya çağıran ifadelerini aynı mantık süzgecinden geçirerek ibretle izledik. Türkiye’den Atina’ya giden özel kolej öğrencilerinin göğüslerindeki Türk Yunan bayrakları, Venizelos resimleriyle yapılan showlar, Ege Ordusunun kaldırılması yolundaki spekülatif haberler ve yorumlar ile yaratılmaya çalışılan Türk-Yunan dostluğu havası, kamuoyunu yönlendirme biçiminde sürerken 19 Mayıs 2000 tarihinde Selânik’te Türkiye aleyhtarı bir gösteri yapıldı. Sözde Pontus’lu soykırımı anma günü nedeniyle düzenlenen gösterilerde Türk bayrağı ve Atatürk maketi yakıldı. Yunanistan Millî Savunma Bakanı Akis Çohacopulos ve eski EİP ajanı Savas Kalenderidis yaptıkları konuşmalarla Türk milletine olan nefret ve kinlerini bir daha kustular.
Türk-Yunan dostluğunu bayraklaştıran kesim ve medyamız bu haberlere her zaman olduğu gibi yer vermedi.
•••
Dayatılan değil, dayatan; emrivakilere direnip, hayır diyebilen; kendi kararlarını kendi alıp, kendi uygulayan; sömürge mantığını reddedebilen bir Türkiye özlemini hayata geçirmeliyiz.
Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak, Türklüğünü duymak, Türk olduğunu hissetmek, Türklüğü ile gurur duymak en büyük idealimiz olmalıdır. Bu ideali sahiplenen Türk gençleri milliyetçi olmalıdır. Tabiî ki TÜRK Milliyetçisi olmak zorundadır.
Gayr-i Türk Milliyetçisi olunamaz!..
DİL BİR, BAYRAK BİR, MİLLET BİR, VATAN BİR’DİR.
CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR!..