Devlet hayatında uluslar arası ilişkiler son derece önemli bir alandır. Bu alanın oyuncularının birinci görevleri mensubu ve görevlisi bulundukları devletlerin menfaatlerini korumak ve bu amaçla diplomatik manevralar gerçekleştirmektir. Bunun en son örneği Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasındaki girişimleri sırasında ortaya çıktı.. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin bu süreçte asıl olan birliğin menfaatleri yerine kendi millî menfaatlerinin gereğini yerine getirmeleri, bu alanın aktörlerinin oyunun kurallarını nasıl belirledikleri ile yakından ilgilidir. Dolayısıyla uluslar arası ilişkilerde menfaatin her şeyin önünde olduğu gerçeği böylece yeniden tescillendi.
Avrupa Birliği ülkelerinin bu konuda Türkiye’ye karşı takındıkları tavrın sebeplerinden birisi de tarihî gerçeklerdir. Onuncu yüzyıldan itibaren Anadolu’nun fethedilerek Türkleşmesi, Osmanlı döneminde önce Balkanlara geçilip daha sonra İstanbul’un fethedilmesi, hatta Avrupa’nın içlerine kadar Türk fütuhatının genişlemesi, ister istemez Avrupalı ülkelerin zihin dünyalarında silinmez izler bırakmıştır. Nitekim son olarak Avusturya’nın takındığı tavır sırasında kendi ağızlarından bu durumu tescil eden açıklamalara hep beraber şahit olduk.
On altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayarak on dokuzuncu yüzyılda bütün açıklı ğıyla kendini gösteren ve sonu Sevr’e uzanan süreçte yaşananlar Avrupa’nın o zamana kadar gelinen noktanın rövanşı olarak karşımıza çıkmış ve Türkleri parçalanmış bir hâlde iç Anadolu’ya hapsetmeye çalışmışlardı.. Ancak bu amaç içerisinde Mustafa Kemal ve Türk millî kurtuluş hareketi karşısında Avrupalı devletlerin amaçlarının tamamı gerçekleşmedi. Bu süreçte tamamlanamayan iki şey kalmıştı. Birincisi Büyük Ermenistan hayâli, ikincisi de Kürt devleti kurmaktı. Nitekim her iki amaç için faaliyetlerde bulunan Avrupalı devletlerin çabaları tarih kitaplarında yer almaktadır.
Bu tarihî gerçeklik içerisinde gelinen noktada Avrupa Birliği–Türkiye ilişkilerinin Türkiye açısından iki hassas alanda yoğunlaştığı görülmektedir. Bunlardan hassas olan birinci alan Kıbrıs’tır. Avrupa birliği kendi ilkelerine aykırı olarak henüz sonuçlanmamış bir süreçte Rum kesimini Kıbrıs’ın tamamını temsil ediyormuş kabul edip içine alırken Kıbrıs Türkü’nün resmî antlaşmalarla garanti altına alınmış bütün haklarını görmezden gelmiştir. Hatta bunları yok sayıp müzakere sürecinde Türkiye’nin karşısında bir koz olarak kullanarak tanıma anlamına gelen Türk hava sahası ve limanlarını Rum kesimine açmasını talep etmiş ve bunu ön koşul olarak resmî belgelerine yerleştirmişlerdir. Bu bakımdan Türkiye’nin elini zayıflatan bütün yolları denemektedirler. Bütün bunların yanı sıra birliğe girme çabasında olan Türkiye dışarıdan mücadele ederken, Türkiye’nin birliğe girmesini kendisinin tanınması şartına bağlayan ve veto kartını bir koz olarak kullanan Rum kesimi karar mekanizmasında yer almaktadır. Bu olurken Türkiye’nin Rum kesiminin NATO’ya girmek istemesine karşı elinde bulunan tek kozu olan veto hakkının da kullanılmaması istenmektedir. İşte bu tam anlamıyla bir çelişkidir. Hem de uluslar arası alan aktörlerinin kendi çıkarları uğruna göze aldıkları bir çelişkidir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda karşılaşacağı diğer mesele ise “Ermeni meselesi”dir. Avrupa Birliği ile olan ilişkiler bakımından herhangi bir ilişkisi bulunmayan bu mesele bir anda ortaya çıkmış ve Avrupa parlamentosunda alınan kararla belki şimdi değil ama ileride hukukî bir hal alacak duruma getirilmiştir. Görünüşte bağlayıcılığı olmayan, ancak Avrupa Birliği parlâmentosunun niyetini ortaya koyması bakımından son derece önemli olan bu karar bir kez daha göstermektedir ki Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası sonu belli olan bir yolculuktur. Bu açıdan Türkiye’nin yapması gereken, her ne pahasına olursa olsun bu oyuna gelmemek ve bu konularda kesin tavrını korumaktır. Aksi takdirde Kıbrıs Türk’ünün hakları ortadan kalkmakla kalmayacak, Kıbrıs’ın Türklüğü yok olacak ve “Sözde Ermeni Soykırımı”nın tanınma süreci başlayacaktır. Böylece Türkiye’nin uluslar arası alanda itibarı da zedelenerek saygınlığı azalacaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin girmiş olduğu bu dikenli yolda birliğin kâğıt üzerindeki şartlarıyla ilgili olsun olmasın Türkiye’nin millî varlığı ve bütünlüğü konusunda yaratılmış sorunlar ortaya atılabilir, Türk milletinin aleyhine değerlendirmeye çalışılabilir.
Bu süreçte henüz herhangi bir şekilde karşımıza çıkmamış olan fakat sahada yürütülen faaliyetlerden anlaşıldığı üzere, ülkemizin bazı bölgelerindeki özerklik ile ilgili isteklerin olmayacağı garantisini kim verebilir?
Görülen odur ki, Türkiye kendisine hedef olarak seçtiği model tarafından köşeye sıkıştırılmaktadır. Nitekim bu filmin on dokuzuncu yüzyılda sahnelendiği biliniyor. Tarih bilimi ve tarihçinin en önemli görevi burada ortaya çıkar. Tarih ve tarihçi, bugünün insanına geçmişten bugüne gelindikçe oynanan filmin aktörleri ve oynadıkları roller ile ilgili unutulanları hatırlatır. Belki aktörler değişmiş olabilir. Belki aktörlerin oynadıkları roller de değişmiş olabilir. Fakat filmin konusu hep aynı hep aynı. Yirmi birinci yüzyılda yaşananlara en güzel cevabı belki de sekizinci yüzyıldaki Kök-Türk Kağan’ı Bilge Kağan’ın taşa kazıttığı “Ey Türk kavmi, kendine dön” çığlığı cevap veriyordur. Ne kadar da anlamlı.değil mi?