Ana Sayfa 1998-2012 Bizanslı, Türkiyeli hikâyesi

Bizanslı, Türkiyeli hikâyesi

BU yazımda, kişi olarak, “Türk müdür, azınlık mıdır?” sorusuna cevap aramayacağım. O apayrı bir konu. Sual, toplumumuzla ilgili.

Türkiye Devleti, Türk Devleti midir, Bizans’ın devamı veya kimliği kesinleşmemiş Türkiyelilerin devleti midir? Bu devlet, millet olarak, esas tarihiyle, diliyle, kültürüyle, adıyla, sınırlarının dışındaki diğer Türklerle soydaşlığıyla “TÜRK” diye bilinmekte haklı mıdır, yoksa bu bir “sürçü-lisan” mıdır?

Arayacağım cevap budur.

Yeniden pişirilip önümüze sürülen eski hikâye: “Biz Türk değil, Türkiyeliyiz”. Şimdi de Fransa Başbakanı Chirac’ın bir demecinden hız alıp, ona-aslında Türk milliyetçilerine- meydan okurcasına, “Bizanslı biziz”! diye haykıranlar var.

Vaktiyle de… Aynı sesleri babalarımız da 20. yüzyılın başlarında duymuşlardı. Süleyman Nazif, İçtihat dergisinde şöyle yazıyordu:

“Cengiz’in önünden kaçmış olan birkaz yüz çadır halkı Asyanın Aksa-yı garbında (batısında) tek başına koca bir devletin esasını vazedemezdi. Vesait-i tesisi (Kurma olayın aracını) burada buldular. Ve bunlar Türk olmaktan ziyade anasır-ı mahalliyeden (yerli unsurlardan) idiler… Şu devlet-i muazzamanın (büyük devletin) esas-ı bülendini… meyanında Mihail gibi, Evranos gibi lisanımıza yabancı, fakat vicdanımıza pek munis isimlere hürmet ve şükranla tesadüf etmekteyiz…” (1913, sayı 74).

Osmanlı Devleti’nin Türkler tarafından kurulduğunu âdeta inkâr eden bu iddiaya Ahmet Ağaoğlu Türk Yurdu’nda (C. 4, sah, 835) çok sağlam bir cevap veriyor. Devletin kurucularını, Gündüz ve Sarı Batı’dan Akça Koca’ya, Turgut Alp’tan Kara Timurtaş’a kadar tek tek sayıyor.

Ama Türk kültürünün bize ait olduğu konusunda ters bakışlar vardı. Gene o tarihlerde Süleyman Nazif, “Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme iade edersek elimizde uzun kollu bir hırkadan başka bir şey kalmaz” deyince, Ağaoğlu, “elimizde uzun kollu bir hırkadan başka daha birçok millî vicdanı ebedî maharetle dolduracak kadar şeyler kalacaktır” diye karşılık vermişti.

Bugünlere geldik ama…

Ve işte, o günlerden 70 yıl sonrasına geliyoruz. Müteveffa başbakanımız Turgut Özal da buna benzer iddialar ileri sürüyor; bunları, Fransa’da Fransızca yayınlanan (ama nedense hâlâ Türkçesi çıkmamış olan) “La Turquie en Europe”1 kitabında tekrarlıyor ve ben de 1989’da yayınlanan “Biz Kimiz ve Kim Değiliz” kitabımda2 eleştiriyorum (sah. 58-68).

Özal (veya, imzasını attığı kitabın saklı yazarları) Bizans’ın vârisleri olduğumuzu kanıtlamak için kültürümüzün “Türk” adının sade bir etiketten ibaret olduğunu iddia ediyor:

Kanunî’nin “Kanunnamesi” Bizans’ın “Canon” uymuş; musikîmiz, İrano-Arap-Grek yolunu geçip bütün makamlarıyla Bizanslara ulaşıp bize devredilen müzikmiş. Selçukluların ve Osmanlıların devlet ve ordu teşkilâtı da, “Cihan hâkimiyeti” ülküsü de Doğu Roma’dan, yani Bizans’tan alınmaymış! Ve saire, ve saire…

Bu iddiaları o “Biz Kimiz ve Kim Değiliz” kitabımda tek tek cevaplandırmaya çalıştım, aksini gösteren 17 eseri kaynak ve kanıt olarak gösterdim. Üzülerek söyleyeyim ki, Bizanslılığı maskeli bir uslûpla savunan solcu Bozkurt Güvenç’in “Türk Kimliği” o sıralarda solcuların gayretiyle basında ve medyada göklere çıkarılır, imza günleri düzenlenirken, milliyetçi kesim “Biz Kimiz”i görmezlikten geldi -ellerine kadar ulaştırdığımız hâlde!3

Geldik Bugünlere…

Aradan yıllar geçti gene.

Fransız başbakanı Chirac’ın “Bizanslıyız” lâfıyla konu yine gündeme geldi. Liboşlar ve Türklüğü nedense hazmedemeyen Prof. Baskın Oran gibi solcuların birçoğu zafer çığlıkları atarcasına Bizans kıyafetine sarıldılar. ‘Türkiyeliyiz’ diyenler de katıldı, çünkü kültürümüz Türklerin kökenine bağlanmasın da ne olursa olsundu!

Gene ne acıdır ki, o saflarda olmadıklarını sandığım İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı gibi yazarlar da “doğruya doğru, öyleyiz, Bizanslıyız” diye gazetelere makaleler yazdılar.

Milliyetçi kesim yavaş yavaş cevap yetiştirmeye çalışıyor4. Bu gayreti daha da güçlendirmek lâzım çünkü kültürümüz de, etnik-millî varlığımız da inkâr edilirse, Süleyman Nazif’in ters deyimiyle, “elimizde kala kala hırpanî bir hırka” kalacak, Atatürk’ün kurduğu ve şimdi başında Türkçü bildiğim Prof. Yusuf Halacoğlu’nun bulunduğu Türk Tarih Kurumu’ndan özellikle buna öncülük yapmasını dilerim.

Gerçekler Ne?

Benim karınca kararımca burada yapmak istediğim, (Biz Kimiz ve Kim Değiliz” kitabıma sık sık gönderme yapmaktan öte) kısaca bazı gerçeklere işaret etmektir:

1- Hiçbir milletin kültürü başka kültürlerden alıntı yapmadan ve etkilenmeden bugünkü şeklini almamıştır (belki Eskimolarla Filipin ormanlarında keşfedilen Taş Çağını yaşayan yamyamlar hariç). Ancak bu tesir çok fazla olursa, “mozayik” ve özelliksiz, kişiliksiz, melez bir kültür olur çıkar. Türk kültürü de Çin, İran, Arap ve Batı kültürlerinden alıntılar yapmıştır ama, bunlar iddia edildiğinden çok daha az olmuştur. Tesir deyince aklıma “yağlı güreş” geliyor. Eski Grek varoşlarında, zeytinyağ küpleriyle sıvanan pehlivan resimlerini görünce ister istemez bu sporun bize Greko-Bizanslılardan geçtiğini kabul ediyorum (bizim öz güreşimiz “Karakucak” -yani yağsız!)

Hamam da, saray entrikaları da Roma- Bizans etkili olabilir. Cariyeler de. “Alaturka müziğimizin ve “Kanunname”nin bir kısmıyla, kadınların ikinci sınıf vatandaş hâline sokulması hem Bizans, hem de Arap tesiriyle bize gelmiştir. Bazı şehir isimlerimiz (İstanbul, Edirne, Kayseri gibi, fakat Türkçeleşerek) Bizanstan kalmadır5.

Türkçemiz Grek-Bizans dilinden pek az sözcük almıştır ama, Farsça, Arapça, Fransızca (şimdi de İngilizceden) bol bol aktarma yapmış, gene de özlüğünü, hâlâ kaybetmemiştir!

2- Tarihte Türk kökenli medeniyetler/uygarlıklar, bir devletin belkemiğini oluşturan “kanun/yasaları”nı ilk düşünen ve uygulayanlardır.

Mezopotamya’da “Hamurrabi Kanunları” diye bilinen yasaların telif hakkının Babilonyalılar değil, Türk soylu Sumerlere ait olduğu kazılardan çıkan tabletlerin okunmasıyla anlaşıldı. Daha sonra, Mete’den Cengiz Yasalarına kadar devlet kanunları ve halkımızın töreleri bu konudaki öncülüğümüzü ve varlığımızı göstermiştir (Şimdiki İtalyan-Fransız- İsviçre menşeli kanunlarımız ayrıca tartışılmalıdır).

Türklerin, İslâmiyeti kabul ettiklerinde şeriat kanunlarını, Anadolu’yu fethedince de Bizans’ınkileri günlük hayata uyguladıkları olmuşsa da, eski Türk yasaları ve töreleri de yaşamıştır.

3- Türk musikîsi bir değil, üç çeşit olarak yanyana varolmuştur. Nedense “Sanat Müziği” denilen, fakat “Türk” adını da taşıyan “Alaturka” musikîsi az çok Arap, Fars ve Bizans’tan esinlenmişse de, kanun sazının mucidi Farabî dahil, 10. yüzyılın Türk sanatkârlarından güç kazanmıştır. Üstelik Mozart ve Bethoven’i bile etkilemiştir (bkz: Turkish Delight”, LP notlar) Ayrıca, “Halk müziği/Türküler” ve Alevî/Mesnevî/ Sufî, müziği gibi şamanist kökleri zengin iki Türk musikîmiz de Türktür. Bir uzun hava türküsünü dinleyip de duygulanmamak mümkün mü? Bizans’la, Arapla, hiç alışverişi olmayan bir sanattır.

4- Edebiyatımız da öyle değil midir? Fars ve Arap etkileri taşıyan Divan edebiyatımızın yanında çok güçlü bir Halk Edebiyatımız ve mistik mesnevî şiirimiz vardır.

5- Çığır-açıcı icatlarımızla teknik ve bilim alanlarında da Türk damgası vardır. Prof. Abel Rey’in vaktiyle kanıtladığı gibi6, Grek-Roma-Bizans uygarlığı, onlardan önce gelişmiş olan Mısır, Anadolu (kısmen Türk kökenli Hatti, Lik-Lidya) ve-tam Türk kökenli-Etrüsk ve Sumer medeniyetlerine dayanarak oluşmuştur.

Savaşlarda üstünlüğü sağlayan icatların bir kısmı da Türk menşelidir: atlı arabalar, atın sırtına biniş, üzengi (at üstünde geri dönüp ok atmayı sağlayan bir icat), eşsiz gücü ve uzağa erişmesiyle Türk yayı, meydan savaşlarında “Turan taktiği”, İstanbul’da kullanılan “duvar aşan” havan topu, Çaldıran’da düz sahada kullanılan “sahra topu”, Turgut Reis’in ve Fatih’in inanılmaz “Karadan gemi yürütüp denize ulaşışları” gibi…

İslâmiyetin başlangıcında, sonraki yüzyıllarda Avrupalılara kaynak olan Farabî, İbnî Sina, El-Bîrunî, Zemahşerî gibi Türk soylu bilim adamları ve Osmanlı çağında da otomasyonu akıl eden Ali Kuşçu sadece birkaç isimdir.

6- Hele “Cihangirlik” ülküsünün -Roma ve Bizans’tan önce- Meteleri, Gök-Türkleri, Attilaları, Cengiz Hanları unutup Bizans’tan Osmanlıya geçtiğini iddia etmek cehaletten de öte çok komik bir yanılma oluyor! Prof. Rene Grousset’nin L’Empire des Steppes7 kitabının başında yazdığı şu satırlar sanki o gafillere bir hatırlatmadır: “Tarihte cihangir devletler ancak birkaç tanedir ve en başta Türkler vardır.”

Bir ilâve de benden:

Cihangir milletler ancak bir defa, bazen ikinci kere bu rütbeye erişirler. Türkler ise 4 defa cihangir (bugünkü tabiriyle “süper”) devlet olmuşlardır. Hülâsa kültürce Bizans çocukları olsaydık Türkiye’nin çoğunluk dilinin Türkçe değil, Rumca olması gerekirdi.

Kanı karışık mozayik bir Bizans çocukları mıyız?

Yanlış anlaşılmasın diye hemen belirteyim: Burada açıkça ırktan, yani genlerden söz edeceğim. eskiden, Hitler’in ırkçı vahşetinden korkularak bir süre “tabu” olan, fakat DNA/genler olayıyla artık normal şekide araştırılan ırk konusu- “benim genimden değilsin, onun için seni öldüreceğim, sana zulmedeceğim” kaçıklığına kapılmadan.

Milletlerin içinde, yeni ırk tabiriyle, bir “gen havuzu” (genetic pool) vardır. Bu sosyal havuzun içinde hangi çeşit “gen”, yani ırk geni varsa, o millete, gene genetik olarak, şu “ırktandır” deriz.

Gene maksatlı kimselerin kasıtlı “yanlış” anlamalarına fırsat vermemek için hemen belirteyim: Kültür konusunda olduğu gibi, ırkça saf bir millet hemen hemen yoktur (gene Eskimoların, pigmelerin dışında). Milletlerin “gen havuzunda” çok kere çoğunluk hâlde esas bir gen vardır (eskilerin “millet-i hâkime” dediklerine benzer), yani “bâriz ırm geni”; bir de tarih boyunca karışmış başka genler (“azınlık”ların soyu, ırkı).

Bir milletin kimliğini, kültürü kadar, çoğunluk genleri tayin eder-azınlık genler evlenmeler yoluyla biraz karışmışsa, çoğunluğa rağmen farklı tipler de görülür (“aidiyet” daha da başka bir faktördür, ilerde göreceğiz).

Peki, biz Türklerin bugünkü gen havuzunda hangi genler çoğunluktadır? Yoksa her türlüsü karışmış olup genetik bir mozaik millet miyiz?

“Bizans’ın çocuklarıyız” diyenler bu sonuncu şıkkı tercih ediyor. “Anadolu’ya gelenler azdı” iddiasını güdenler, “Şimdi Grek ırkındanız” demiyorlar pek. Dedikleri şu: “Bizans milleti Anadolu’da pek çok ırkla karışmış bir toplumdu” (buraya kadar doğru), “400 çadırlık Türkmenler de onlara karıştı, aslında Bizanslı mozayiği oldular ama, yanlışlıkla ‘Türk’ dendi, sanki onlar çoğunlukmuş gibi” (işte bu kısım yanlış).

Neden yanlış?

Bir kere bugün poliste bile babalık tesbiti için DNA tesbiti yapılır. Bizans-Türk genleri karşılaştırıldı da mı böyle rahat konuşuluyor?

Bir kere Türklerden önce Anadolu’da yaşayan Bizanslıların ve başka toplumların nufus sayısıyla, Orta Asya’dan gelen Türk Türkmenlerin sayısı yanlış gösteriliyor. Hattâ şu son günlerde Bilgi Üniversitesinden bir öğretim görevlisi, Hürriyet gazetesine verdiği demeçte, “tabiî Bizanslıyız, çünkü Bizanslıların dörtte biri ancak vardı gelen Türk nüfusu” diye atıyor! Yani Türkler 1 milyondan az, Bizanslılar 4 milyonmuş!

Tam tersi: Yabancı ve Türk araştırmacıların tarihî belgeleri ve nüfus-vergi kayıtlarını incelemeleri sonucu, 1000 yılının başlangıcından, Pers ve Arap akınları, malarya salgınları ve artarda çarpan afetler sonucu Bizans müfusunun 1 milyon civarında olduğu, Arap, Kürt ve Ermeni azınlıklarla da, tartışmalı da olsa, zor aştığı ortaya çıkmıştır. Selçuk Türklerinin Malazgirt ve sonrası savaşlarla daha da azalmışlardır. Sağ kalanları büyük şehirlere çekilmiş. Selçuk ve Osmanlı devrinde de Rum, Ermeni ve Arap olarak kimliklerini muhafaza etmişlerdir. Din değiştirip Türklere karışanlar (Mihail, Evrenos gibi örnekler) ve Türklerle evlenenler (cariyeler, devşirmeler) belirli yerlerde ve tek tek olmuş, kitle olarak ihtidalar görülmemiştir (dinimiz zorlamayı yasakladığı, ayrıca da cizye vergisinin Müslüman olmayanlardan alındığından kaynağı azaltmamak için).

•••

Anadolu’ya savaşla, göçle giren Türkler 400 çadır halkı mıydı? Bir kere bu 400 çadır lâfı, en son gelen Kayı (Osmanlı) aşiretinin iddia edilen sayısıdır. Ondan önce, Bizans ve Arap tarihçilerin “çekirge sürüsü gibi” dedikleri Türkmen göçü önce Selçuk, sonra Kayı adlarıyla olmuş, Cengizli ve Temur akınlarıyla Orta Asya’nın diğer Türk toplumları da (hattâ az miktarda Moğollar bile) Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. Kayıtlar bu göçlerin 4 milyonu bulduğunu gösteriyor. (Bizans’ın Balkanlardan alıp asker olarak kullanmak üzere Anadolu’ya yerleştirdiği Hristiyan Türkleri (Guz’lar vb.) saymadım bile.

Varın o öğretimcinin Bizans nüfusunun 4 milyon, Türklerinkini 1 milyon olarak gösterişindeki cehaletini veya maksadını hesaplayın!

Günümüz antropoloji ve genetik bilimi de Türklerin “gen havuzunda” çoğunluk olduğunu açıkça gösteriyor. Ünlü İsviçreli antropolog Prof. Pittard, Anadolu’da yapılan ölçümleri şöyle değerlendiriyor: “Türkiye’nin Türk ırkını bir testiye benzetirsek, tarih boyunca karışmalar o testide bir damla gibi kalıyor”8. Belki “bir bardak kadar” deseydi daha uygun benzetme olurdu. Eski Anadolu halkı ve melez Bizans milleti çoğunlukla uzun başlı (dolikosefal) iken, Türklerin antropolojik yapısı yuvarlak baş (brakisefal) idi.

Türk soyu tarih öncesinde (Tunç Çağında) iki ırkın birleşmesinden ve binlerce yıl iç evlenmelerle tek tip olarak ortaya çıkmıştır. Avrasya’da Ural dağlarında yaşayan “Alp” ırkıyla, Amerika’ya hâlâ göçmeyip Altay dağları civarında yaşayan “Amerind” (Asya Kızılderili) ırkının birleşmesinden. Bu iki kere olmuş, birincide Alp genleri dominan (baskın) olduğundan çok hafif bir göz çekikliği, ikincisinde Amerind genleri çoğunluk olduğundan daha fazla çekiklik göze çarpar olmuştur. Oğuz ve Kıpçak Türkleri birinci “evlilikten”, diğer Orta Asya Türkleri ise ikinci “evlilikten” doğmuşlardır9.

Bugünkü Türkiye Türkleri üzerinde yapılan ölçümler göz çekikliğinde birinci tipin çoğunluk (% 41.32) ikincisinin ise % 40.49 gibi bir oran gösteriyor. Bizans ve eski Anadoluluların genleri de Türk genetik havuzuna karıştığından o tip göz de % 12.78 olarak azınlıktadır. Akdeniz ırkı tipi Bizans kafatası ise % 13.2’dir.10

Toparlarsak, kim olup kim olmadığımızı belki de en iyisi Enis Behiç Koryürek’in şu mısralarıyla ifade edebiliriz:

“Biz kimleriz? Biz Altay’dan gelen erleriz

Türkmen, Oğuz, Başkurt, Tatar ve Kırgızız.”

Daha az sayıda olan yurttaşlarımız da hakkıyla kendilerine “Türkiyeli” diyebilirler. Bu da hepimizin zenginliğidir.

KAYNAKLAR

1. Plon ed. 1988, Paris

2. R.O. Türkkan, Türk 2000 Vakfı yayını, 1989.

3. “Kitap okunmamıştır” da diyemem, çünkü 9.000 baskısı iki yılda tam tükenmişti. Yeniden yayınlamayı düşünüyoruz.

4. AKP’li Bakan Kürşat Tüzmen, “Biz Osmanlıların çocuklarıyız, onlar (Fransızların) ne çocuğu olduklarını kendileri bilir” diye demeç verince tenkit ateşine tutuldu.

5. Fakat Akşehir, Kırşehir, Denizli gibi özbe öz Türkçe isimler de takmışız. Şehir ve yer adlarının kökeni sade bir hâtıra olarak anılmaya değer. Bugün Amerikalıların Los Angeles’inde, San Francisco’sunda, Manhattan’ında. Massachusetts’inde Kızılderili veya İspanyol izi ne kadarcıktır? Sadece New Amsterdam New York olmuştur, gene de Hollanda’nın gölgesi bile kalmamıştır.

6. “La Science Orientale Avant le Grecs” La Renaissance du Livre ed. 1932. Ayrıca, C. Kophart’ın (Races of Mankind. 1960, sah, 47 ve 300’de ve Clemens’in Strom.i. 303, ii 358’de bu gerçek belirtilmiştir.

7. Payot, 1938.

8. Ernest Pittard. Le Races et l’Histoire, 112.

9. Hasan Celâl Güzel’in 25 ciltlik “Türkler” ansiklopedisinin 1. cildinde yazdıklarım bunun kaynaklarını gösteriyor.

10. İstististikler ve cetveller, “Biz Kimiz” de: sah, 58-66.

 

Orkun'dan Seçmeler