Ana Sayfa 1998-2012 Milliyetçilik ve yeni bir bakış

Milliyetçilik ve yeni bir bakış

DÜNYANIN pek çok yeni akımlar ve türlü oluşum hareketleriyle çehresinin sil baştan değiştirilmek istenildiği, millet kavramı, bu arada milliyetçilik fikrinin yok edilmesi yönünde plânlı, hesap – kitaplı bir şekilde, son derece bilinçli ve kurnazca bir propagandanın sürdürüldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Türkiyemiz de, pek çok İslâm ülkesi de bu tür bir propaganda ile karşı karşıyadır. Millet ve milliyetçilik ile birlikte dinî, millî ve mânevî bir takım temel değerler de çok açık olarak bir tehlike içinde bulunmakta…

Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Orta Asya’daki bağımsızlığına yeni kavuşmuş ve millî varlıklarını henüz yapılandırma, koruma ve sürdürme savaşı veren, rejim olarak bizim gibi cumhuriyeti seçmiş yeni Türk devletlerinin tamamı için de geçerlidir bu tehlikeli durum…

Bilim ve tekniğin, yeni buluşlar sonunda gösterdiği gelişme, insanlığa açtığı ufuk, hiç şüphesiz bize de hükmedecek ve bizi, sahip olduğumuz millî ve mânevî temel değerler üzerinde düşünmeye sevk edecektir. Tartışılan soru şu: Millet olarak var oluşumuzu borçlu olduğumuz, geleceğimizin dayanağı durumundaki bu temel değer veya kavramlar, acaba değişikliğe uğrayabilir, bazı sebepler, bir takım çıkarlar sonucu geri plâna itilebilir, kısmen veya hattâ toptan terk edilebilir mi?

Hayır! Çıkar hesaplarını iyi bilmeliyiz; ne denir ve nasıl söylenirse söylensin, hiçbir sebebi mâzeret kabul etmemeliyiz.

Millet olarak, 19. yüzyılda yaşayıp gördüklerimiz, kurduğumuz bir Cihan Devleti’ nin içten içe çökertilme teşebbüsünün, sonunda başarıya ulaşması ve Sevr ile son bulması; 20. yüzyılda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘ün önderliğinde başlattığımız ve zaferle taçlandırdığımız, ölüm-kalım savaşımız olan Millî Mücadele, yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştirdiğimiz Türk inkılâbı, kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti ile verdiğimiz sınav ve gerçekleştirmeğe çalıştığımız demokrasi mücadelesi, kim ne derse desin ve nereye çekerse çeksin, Türklük ve Türk milliyetçiliği temeline dayanıyor.

Yaşanılan Kavram

Kargaşası

Bazı gerçekleri bilmek zorundayız. 1920 yılını, yeni devlet için bir başlangıç olarak kabul edersek, yapılan inkılâpları önce “ihtilâl”, ilerleyen yıllarda da dilde sadeleşme hareketinden yararlanılmak suretiyle “devrim” şekline büründürüp kendi “sol” ideolojilerine âlet etmek isteyenler çıkmıştır. Hemen hemen aynı yıllarda gerçekleşen ihtilâl sonunda ortaya çıkan Komünist SSCB ve ona temel olan “komünizm”in, kuruluş yıllarımızdan itibaren yarattığı ciddî tehlike, Sovyetlerin dağılması ile birlikte sona erdi, diye düşünürsek yanılırız. Erdi ermesine ama, aynı fesat ocakları, “sol”, “solculuk” tabirlerini bu sefer, bir kamuflaj olarak kullandılar ve yıkıcı, bölücü, rejimi yok edici eylemleri, ısrarla devam ettirdiler ve bugün de ettirmekteler… İster “solcu”, ister “bölücü” diyelim, her ne olursa olsun, pervasızca gerçekleştirdikleri gösteri yürüyüşlerinde al renkli, ay-yıldızlı bayrağın yerine “Kızıl ve yeşilli- sarılı” bez parçaları, paçavralar taşıyanların memleket yararına bir hareket içinde oldukları düşünül ebilir ve söylenebilir mi? Devletin asker-sivil güvenlik güçlerine saldıranları bu toprağın evlâdı sayabilir miyiz? Milletin alın teriyle alınmış araçların, tesislerin, iş yerlerinin yok edilmesine, millî duygulara sahip hangi vatandaş razıdır, razı olabilir? Bütün bu sorulara cevap verebilen, beri gelsin!

Bunun içindir ki, “sosyal” kelimesi, “sosyal demokrat” veya “sol demokratik” deyimlerini, bunları kullananların niyetlerinde, materyalist kökende ne ölçüde buluşup buluşmadıklarını, zaman zaman çok iyi sorgulamalıyız. Batı ülkelerindeki kullanımı ile bizdeki kullanılışı arasında bazen büyük farklar olduğunu ve “eski tüfekler” tarafından bilerek ve bir “kandırmaca” olarak kullanıldıklarını da bilmemiz gerekir. Ne sosyal demokrat, ne de sol demokratik sözlerine düşmanlığımız var. Düşman olduğumuz, içlerinin boşaltılıp belirli bir ideolojiyle doldurulması ve belli amaçlar için kullanılması… Konuyu bu noktadan tartışmamızı, 50-60 yıldan beri geçirdiği safhaları, daha ileride ve bir başka yazıda ele alıp sürdürmek üzere, biz yine sözün başına dönelim.

•••

“Milliyetçilik ve Yeni Bir Bakış Açısı” başlıklı bu yazımıza, Batı dünyasınca üretilen yeni hareketler, Avrupa Birliği’ne girebilme hayâli, “Orta Doğu’da yeniden yapılanma projesi” ile Mart 2004‘te bazı kişilerce söylenenler ve yazılan yazılar sebep oldu. Bu, millî varlığımızı, kendi coğrafyamızdaki birlik ve beraberliğimizi ve aynı zamanda da Türklüğün geleceğini son derece ilgilendirmektedir. Neden mi? Söyleyelim.

Türk olmak, Türkiyeli, Türk Vatandaşı Olmak

Okuduğu bir şiirin bazı mısraları “isteğe göre yorumlandığı” için, belediye başkanlığı sırasında yargı önüne çıkan, sözleri yüzünden siyaset arenasında ateşli eleştirilere hedef olan, ama 3 Kasım seçimlerinde tek başına iktidara gelebilen Başbakan, yine bir seçim gezisindeki konuşmasında “üç kırmızı çizgi” olarak “bölgeye, ırka ve dine dayalı milliyetçilik” ten söz etti. Yine onun, tartışılan bir sözü “Türk vatandaşlığı bilincinde buluşulması” idi. Biz bu sözleri, oraya buraya çekiştirerek, “dananın altında buzağı arama” şeklinde bir yola tevessül etmekten ve bu tür bir değerlendirme yapmaktan uzağız. Bu belirlemeyi doğru bulan, bulmayan ve kendisine katılan veya katılmayan yazarlarımız oldu ve sağduyu sahibi kalemlerce, bu sözlerden hareket edilerek milliyetçiliğin yok edilemeyeceği tekrar tekrar belirtildi ve dile getirildi. Yalnız biz, söz konusu “üç kırmızı çizgi”nin ne demek olduğunun, kullanılan bu kavramların gerçek anlamı açısından da düşünülmesi, değerlendirilmesi, ondan sonra tartışılarak bir hüküm çıkarılması doğrudur diye düşünüyoruz.

“Cı” ekini, bu ekle yapılan nitelendirmeleri sevmesek de kullanalım.Bizim ülkemizde kimilerine göre “İslâmcı”, kimilerine göre de “İslâm şairi” olarak tanınan ve Türk milletinin “İstiklâl Marşı”nı yazan şairi Mehmet Âkif Ersoy, aynı zamanda “milliyetçilik” kelimesini kullanmasa, “milliyet”ten söz etmese de – İslâm’dan hareket ederek – milliyetçiliğe inanan bir sanat, düşünce ve mücadele adamıdır. O aslında, meseleleri ele alırken ne dini ne de milliyeti âlet etmeyi düşünmüştür. Başta “İstiklâl Marşı” olmak üzere baştan sona Safahat‘ı, çeviri ve telif pek çok eserini, Millî Mücadele boyunca yaptığı konuşmaları, vaazları okuyun, milliyetten, milliyetçilikten söz etmeden bu temel kavramlara inandığını, bağlı ve saygılı olduğunu görür, millet ve vatan sevgisinin temelinde bu temel değerlere yer verdiğine şâhit olursunuz.

Milliyetçi Olmak

“Biz milliyetçiyiz, hem de her hangi bir yoruma ihtiyaç hissettirmeyecek, apaçık, gerçek anlamda Türk milliyetçisiyiz” derken, bunu hem dindar, hem geldiğimiz soya sopa, mensubu olduğumuz asil ırka bağlı olduğumuzu bilerek, kabul ederek, yürekten inanarak söylüyoruz. İnkâr ettiğimiz, ne dinimize olan bağlılığımız, ne milliyetimiz, ne de milliyetçilik fikrine duyduğumuz inanç ve saygıdır.

“Milliyetçi Olmak” kavramı, bizi yirmi beş yıl önce yazdığımız bir yazıya götürdü. Töre dergisinde yayınlanan ve bu başlığı taşıyan makalemiz, yine aynı başlık altında Mehmet Çınarlı rahmetlinin yazmış olduğu bir yazısı ile ilgiliydi.

Çınarlı o yazısında milliyetçi olmaktan ne anladığını açıklarken, zaman ve şartlara göre dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle açıklıyordu:

“- Bugün, gerçekten inanmış olan da olmayan da milliyetçi olduğunu söylüyor İşte önce buna dikkat etmeliyiz. Gerçek milliyetçiyi, sahtesinden ayırmayı bilmeliyiz.

Bu, bir…

– Türk milletçisi, hürriyetçidir ; ülke idaresini diktaya sürükleme gayesi güden yıkıcı ideolojilere karşı hürriyetlerin ve rejimin bekçisidir. Ama bu milliyetçilik eğri veya doğru, iyi veya kötü her şeyi saklamak ve savunmak demek olan bir bekçilik değildir. Böyle bir bekçilik, milliyetçiliğin yıkımı, sonu olur.

Bu, iki…

En iğrenç çıkarcıların, en şâhane tembellerin, metelik sesini duymadan kolunu bile kıpırdatmayacak kadar maddîleşenlerin, ülkücü davranışlara karşı en büyük ilgisizliği gösteren ve fırsat bulduğu zaman en umulmaz kötülükleri yapanların milliyetçiler arasına sızdığını görmek beni kahrımdan öldürüyor.”

Milliyetçilik, Hareket

Kaynağıdır

Şüphesiz, Çınarlı dostumuzun o yazıda baktığı, ifade etmeyi düşündüğü açıdan bu değerlendirmesi, bugün için de geçerliliğini fazlasıyla koruyor. Söyledikleri hem doğru, hem bu yaşadığımız ortamda da dikkat edilmesi ve tekrar tekrar anlatılması ve hatırlatılması gereken bir husus. Çünkü, gerçek milliyetçilik, kitlelere eşsiz bir hareket kaynağıdır, güç katan, dinamik fikirler manzumesidir. Bu görüşü daha da açan ve pekiştiren büyük Türk milliyetçisi, bilim-siyaset adamı da Prof. Remzi Oğuz Arık hocadır. O da, “ dinamik unsurlar, milliyetçinin tahakkuk ettirmek istediği birlikten doğar” diyor ve bu görüşü şu cümlesiyle tamamlıyor: “Bu unsurlar her milliyetçiye, o milletin politikada ve sosyal meselelerde bir istikamet, bir kadro, bir disiplin, realist bir görüş tarzına sahip olmasını emreder.”

Bu son alıntıda, en çok dikkat edilecek nokta, her milliyetçi için siyaset ve sosyal meselelerde realist (gerçekçi) bir görüş tarzına sahip olma konusudur. Birbiri arkasına yaşanılan “on yıllar” içinde, 1944‘te “Irkçılık-Turancılık” suçlamalarından, 1954 seçimlerinden sonra iktidardaki partiye karşı kışkırtmalardan başlarsak, l960’lı yıllarda daha çok dış güçler ve onların içimizdeki uzantıları tarafından tezgâhlanan ve genç insanları da devreye sokmak suretiyle başlatılan “solcu-bölücü” hareketler, tutturulan “halklara özgürlük” vaveylâsı, “insan hakları” dayatması, 1980, 1990‘lı yılların “dışa bağlılık”, “batı hayranlığı”, hiç yoktan bir mesele hâline getirilen ve sürekli olarak gündemde tutulmak istenilen bir “baş örtüsü, türban” tartışması, Türk milliyetçilerinin gerçek görüş sahibi olması gereken, gerçekçilikten uzak konulardır.

Türkiye üzerinde, 19. yüzyılda başlayıp, 20. yüz başlarında felâketle sonuçlandırılma noktasına getirilen oyunlar, bu son yirmi otuz yılda yeniden ve hızla yeşerme imkânı buldu. Her milliyetçiye düşen görev, siyasette ve sosyal meselelerde doğru bir yön tayin ederek, yeterli bir kadro, düzen içinde çalışmanın yanı sıra, “gerçekçi görüş” tarzına sahip olmayı gerektiriyorsa, şu karşı karşıya bulunduğumuz acı manzaraya seyirci mi kalacağız?

Altmış yetmiş yıl önce “Irkçılık-Turancılık” yapıyorlar diye milliyetçiler tabutluklarda işkence görür, onların düşüncelerini paylaşanlar caddeleri doldurur ve çınlatırken, yapılan kavga milliyetçiliğin kavgası değil miydi?

Elli yıl önce, üniversite öğrencisiydik; Kıbrıs meselesi yine vardı ve biz meydanları dolduruyor, en azından “Ya taksim, ya ölüm!” diye hançerelerimizi yırtarcasına haykırıyorduk! Gencecik bir yayıncı olarak Anıt-Kabir’de yapılan bir Kıbrıs mitingini hatırlıyoruz. Ankara Radyosu için konuşmaları tesbit etmek üzere, o yılların Ankara Üniversitesi rektörü kürsüde konuşurken, elimiz de seyyar kayıt cihazının mikrofonu, yanı başında biz vardık. Bu yaşlı profesörle genç üniversiteliyi o kürsüde yan yana getiren, Kıbrıs için edilen yemin değil de neydi dersiniz?

Neden, neden, neden?

Milliyetçilik Sorumluluk

İster

Dün, Kıbrıs’ta, Azerbaycan’da, Doğu Türkistan’da, Musul’ da, Kerkük’ te soyumuzdan insanlara revâ görülenleri sîneye çekip, sus pus neden seyrettik, el ele, kol kola yollara dökülüp, meydanları inletmedik?

Neden, bugün bu meseleleri sırtlayan, konuşan, haykıran insanlar değiliz? Neden, bir Kıbrıs konusunda dâvanın Türklük adına savunması için ömrünü veren, Türk’ ün olmazları için canını dişine takan insanlara bütün gücümüzle destek olmadık ve olamıyoruz?

Neden, Irak’ ta oynanan oyunun seyircisi durumda, eli kolu bağlı duruyoruz? Neden bin yıldır vatanları olan topraklarda yaşayan Türkmenlerin yeni yapılanmada yeri yok? Neden Irak‘ın yeni coğrafyasında iki dil konuşulacak, milyonların konuştuğu Türkçe yok sayılıyor? Kerkük, Musul tarih boyunca Türkmen yurdu değil de ne idi?

Bugünlerde oynanan oyunlar, vatan ve millet sevdâlısı her Türk’ ün ve her Türk milliyetçisinin susup seyirciliğini yapacağı türde oyunlar değil. Genç Türk milliyetçisine düşen görevler olmalı, diye düşünüyoruz.

İkinci mektuba kadar hepiniz Tanrı’ya emanet olun!
 

Orkun'dan Seçmeler

KOCA’LIK MÂDENİ

DAMAR CEVELÂNI