Ana Sayfa 1998-2012 Bayrak aşkı ve Belene mahkûmunun hâtıraları

Bayrak aşkı ve Belene mahkûmunun hâtıraları

FUTBOL müsabakalarının başlamasından önce okunan “İstiklâl Marşı”mızı, zaman zaman TV’lerde topçuların nasıl dinlediklerini ve okuduklarını görüyorum da kahroluyorum; kimisi okumuyor, okuyup okumadığını fark edemedeğim kimilerinin de elleri arkada. Hoş, zaten bizim gönlümüzden geçen millî ruha sahip olsalardı, ya her müsabada “galip” gelir, ya da “mağlûbiyet”lerinden sonra, kahırlarından çatlayıp ölürlerdi…

Yıllar önce bir yerlerde okumuştum: 1960’lı yılların başında, Yugoslavya Millî Takımı ile bizim Ankaragücü Demirspor takımımız. Yugoslavya’da bir müsabaka yapmış. Bu müsabaka esnasında, sahanın orta çizgisiyle kenar çizgisinin birleştiği yere çok yakın bir yerde omuzundaki bir heybe ile oturmuş yaşlıca bir insan görülür. Zaman aralıklarıyla Yugoslav futbol takımı oyuncularından birisi “Sarı kart”, bir diğeri “Kırmızı kart” görür. Yugoslav seyirciler ortalığı yakıp-yıkacakmış gibi bilinip-bilinmeyen yakası açılmadık küfürlerle sövüp hakeme bağırıyor; Yugoslavlar “gol” atınca da çılgınca alkışlayıp tezahürat yapıyorlar. Lâkin, yaşlı adam ne sarı veya kırmızı kartlara aksülâmel gösteriyor, ne de “gol” olunca seviniyor. Gözlerini bir yere dikmiş, ortalarda zıplayıp tekmelenip duran topu değil de, daima orayı seyrediyor. Maç bitiminde üç-beş genç:

– “Yahu emmi, ne uyuşuk adammışsım sen!… Hakem olacak… çocuğu kırmızı kart gösterdi, hakemi yuhalamadın!… Gol attık, sevinmedin. Senin ne işin var burada? Maç seyretmeyecektin de, niye geldin? Bak müsabaka bitti, sen hâlâ uyuşuk uyuşuk oturuyorsun!..” derler. Daldığı derin hülya ve hayâllerden uyandırılmasının verdiği üzüntüyle, başını çeviren ihtiyar, etrafındaki gençlere yaşlı gözlerle şöyle seslenir:

“Doğru söylersiniz; ben sizin gibi “taç”dan, “faul”den, “kart”tan ve “gol”den anlamam!.. Tepeleyip durduğunuz “top”tan da anlamam! Lâkin ben sizin h iç anlamadığınız ve bilmediğiniz Plevne’de Moskof’a kan kusturan Gazi Osman Paşa’nın toplarından anlarım!.. Ben sizin topunuza değil, şu direkceğizde dalgalanıp duran Ay-yıldızlı Türk bayrağına âşığım. Ben onun nazlı nazlı dalgalanıp sallanışındaki hürriyetin ve istiklâlin şen ve ateşin lezzetini tadarak seyrettim”. der. Meğerse bu yaşlı evlâd-ı fatihan torunu, Türk takımının geleceğini duyup öğrenince, Türk bayrağını görmek emeliyle heybesinin bir gözüne bir testi su, diğer gözüne de içine ekmek ve katığını koyduğu dağarcığını yerleştirip, omuzuna vurup yüklendiği gibi, bir hafta öncesinden maç sahasının kenarına gelip yerleşmiş, imiş.

Dehşet Adası “BELENE Mahkûmu” Embiya ÇAVUŞ ile sohbetimiz esnasında söz “Türk Bayrağına saygı” hususunda demlenmeye başlamıştı. Kendilerine yukarıdaki hâtırayı anlattıktan sonra:

“Son zamanlarda duyup biliyorsunuz, T.C. Anayasasına göre teşekkül ettirilmiş olduğu hâlde, devlet erkânının gözü önünde ve kulağı dibinde, bazı siyasî partiler kongrelerinde, ne İstiklâl Marşı’mızı okuyorlar, ne de Türk Bayrağını kongre salonu duvarlarına asıyorlar! Bir Türk olarak, işin kahredici yönü bunların ne istiklâlimizin “Marşını” söylemeyen dillerini çekip koparan var, ne de “şehidimin son örtüsü”nü gökkubbenin yücelerine asmayan parmakları kesen var!… dedim ve: Size bir başka hususu arz edeyim, çok yıllar önce, yani kervan baskınından önce, bu memlekette “Türk askerlerini görürsen arkadan vur, Rus askerlerini görürsen selâm dur!” dediği söylenen ve komünizm propagandası yaptığından dolayı mahkûm edilen ve bir fırsatını bulup aziz Türk topraklarından firar edip kapağı yurt dışına atan bir kokana, dışarıda geberdiği hâlde cesedini getirdiğimiz gibi, 1987 yılının bir sonbaharında, TBMM önünde tören düzenleyerek, “arkasından vur!” emrini verdiği “Mehmetçik”in dağ gibi omuzlarında taşıtırken, lâşesinin üzerine de Türk Bayrağını örttük ve Müslüman Türk mezarına gömdük; gömülmesine de sessiz kaldık!” dedim.

Jivkov ve katil sürüsünün akıllara durgunluk ve şaşkınlık veren zulmüne düçar olmuş, Belene Temerküz Kampı’nda üç defa idama mahkûm edilerek idam edilmeyi bekleyen Embiya Çavuş Bey, “Evlâd-ı Fatihan”lara mahsus şivesiyle anlatmaya başladı:

“Bulgaristan’daki Faşist dönemde bizim oturduğumuz “Deliorman” Bulgaristan tarafında, “Dobruca” ise Romanya tarafında idi. 1928-29 yıllarında olsa gerek; Anneannem Dobruca’daki hısım ve akrabalarını ziyarete gitmişti. Gittiği akraba evine nereden getirildiğini bilmediği bir Türk Bayrağı getirilmiş. Annemin yüzüne gözüne sürüp koklatarak başına örtmüşler. Meğerse, işte o yıllarda, Dobruca’ya “Türk Ocağı” kurulmuş, bayrak da bu vesileyle Türkiye’den getirilmiş. Büyükannem birkaç gün sonra, eve çok neşeli ve sevinçli olarak dönmüştü. Âdeta gözleri parlıyor, mutluluktan gökyüzüne uçacak gibi oluyordu. Sanki “Hacc”dan dönmüş gibiydi. Sevincini bize anlattı. Ben kendisine:

“– Türk Bayrağı nasıl bir şey?” diye sordum. Bana:

– “Al çuhanın üzerinde gökteki ay var, ay’ın önünde de yıldız!.. Ama kokusunu tarif edemeyeceğim!..” dedi. Ben de acaba Türk Bayrağının kokusu var mı diye, onun mübarek ellerini öpmeye, öptükçe derin derin koklamaya başladım.

Sabahleyin okula giderken, akşamdan kâğıtlara çizip hazırladığım Türk bayraklarını evvelâ evimizin köşesine, daha sonra da birkaç yere çiviyle tutturup, en son bir tanesini de etrafını yüksekçe duvarın çevrelediği okulumuzun bahçe giriş kapısına çaktım. İçeriye girdiğim zaman, beni idare odasına çağırıp:

“– Kapıya, o kâğıttaki resmi sen mi astın?” dediler. Tereddüt etmeden “Evet!” dedim. Zaten, benim astığımı da görmüşler… Sille-tokat dövüp, akşama kadar da beni mısır koçanlarının üzerine dis üstü oturtup, işkence ettiler, daha sonra da bir başka okula sürgün ettiler…

Balkanlarda Türk varlığını korumak için, beş arkadaşımla teşkilât kurdum. Beni “Teşkilât kurmak ve Yugoslav Devlet Başkanı ile Bulgar Devlet Başkanını öldürmeye teşebbüs”ten üç defa idama mahkûm ettiler. Şumnu Hapishanesi’nin yer seviyesinden 14-15 metre altındaki betondan yapılmış o küçücük hücrelerinde, kolumdan ve belimden kırk kilo ağırlığındaki zincirle prangaya vurulmuş bir vaziyette cezamı çekerken bir gün demir kapının kulakları sağır eden sesiyle irkildim; kapıda yanında cellâtlarıyla beraber hapishane müdürü göründü, bana oldukça sert bir vaziyette:

“– Faşist Türk hükûmeti, Yoldaş Behice Boran’ı suçsuz yere cezalandırdı. Affı için derhal şu kâğıdı imzala!” dedi. Ben de:

“– Benim affım için kim imzalayacak?” deyince,

“– Yere yıkın!.. 15 gün ızgara!” diyerek, tekme-tokat, cop darbeleriyle beni o hâlimde yere yıkarak, yerdeki ızgaraya çırılçıplak sırtüstü kelepçeleyip bağladılar… Daha sonraları ise, bildiğiniz gibi meşhur şu dehşet adası, BELENE… Geceleri saz ve tahta barakalarda uyumaya çalışan mecalsiz mahkûmların burun, kulak ve parmaklarını yiyen kedi büyüklüğündeki lâğım farelerinin cirit attığı BELENE… Sopa darbeleriyle, kurşun veya açlıktan ölmüş mahkûmların domuzlara; ölmüş domuzların da aç mahkûmlara çiğ-çiğ yedirildiği BELENE…

İşte beynimin yapısı bu mübarek Türk Bayrağı üzerine kuruldu. O bayrak benden ne istediyse ben onu yaptım!..” dedi.

Önce Silistre’de savaşıp, akabinde Arabistan’a gönderilen, daha sonra da “Çanakkale Mahşeri”nde bayrağa lâzım olan kanını veren dedesi Embiya ÇAVUŞ’un ismine sahip bu yiğit torunu, bayrak aşkını ve bu aşkın uğruna katlandığı cefaları, zulümleri işte böyle anlatmıştı.

“Râyete meylederiz, kaamet-i dil-cû yerine

Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş bû yerine”.
 

Orkun'dan Seçmeler