Ana Sayfa 1998-2012 Bir ''üst kimlik'' sorunu

Bir ”üst kimlik” sorunu

Sayın Siyunbike,

Bana hitaben yazmış olduğunuz yazıyı ilgi ile okudum. Size ve yazınızı yayınlayarak bana cevap fırsatı verdiği için Orkun’a teşekkür ederim. Yazınız bazı mesajlarımın adreslerine ulaştıklarını gösteriyor, bu da ayrıca olumlu bir gelişme.

Sayın Siyunbike, satırlarınız beni 60 yıl öncesindeki Pertevniyal Lisesi öğrencisi Celâdet’e götürdü. Daha o zamanlar (1944-1945) ben çok okuyan, kafası çok karışık ve kendime çok soru soran bir kişiydim. Doğuştan veya sonradan etki altında kalarak pozitivist bir düşünce sistemine sahiptim. Benim için, her netice (sonuç) mutlaka bir sebebin, fizikî veya sosyal bir sebebin eseridir. Ve bu düşünce sürecinin sonucu olarak da kafam müspet olarak kanıtlanmayan hususları askıya alır ama kabul etmez. Bugünün kanıtlanamayanlarını yarınki kafalar kanıtlar, derim, dünkü kanıtlanamayan çok şey bugün kanıtlanabildiği gibi… Kafamın bu çalışma sistemi tıpkı vücudun vejetatif sistemi gibidir, benim müdahale edemeyeceğim otomatik bir sistem.

İşte bu düşünce yapısında bir kişi olarak daha lise öğrencisi iken kafam fizik ile metafizik arasında şaşırıp kaldı, sizin tabiriniz ile, iki arada bir derede… O zamanlar okunacak Türkçe kitap çok az. Dokuz-on almama rağmen lise İngilizcem yetersiz ve kitap bulmam imkânsız. Eş, dost, büyükler bana fizik-metafizik bocalamamdan çıkmama yardımcı olamıyordu. Daha o zaman Tevrat ve İncil’in Türkçesini okudum. Bu benim için büyük bir düş kırıklığı oldu. Çünkü tanrısal kutsal kitaplardan beklentim çok farklı idi. 1947’de basılan Ömer Rıza Doğrul’un Kur’an çevirisini henüz okumamıştım.

Geçenlerde Prof. Kemal Gürüz, akıl ve vahiyden söz etmişti. İşte ben altmış yıl önce bu ikisi arasında bocalamaya başladım. Elimde olmadan kafamın sorular sormasından rahatsızdım ve doğrusu önceleri korkuyordum da… Ama düşünmeden de duramıyordum, yukarda biraz anlattığım gibi. Sonunda pozitivist düşünce kafamda sağlamlaştı ve ben de rahatladım. Düşünüyordum, bu somut bir gerçekti ve milyarlarca insan da düşünmüştü ve düşünüyordu, Descartes’ın dediği gibi… Bu gerçekti… Zaten bu konu benim gibi standart bir beyni ve de misyonu Türkçülük olan Orkun’u aştığından geçiyorum…

Bu genel ve beni kısaca tanıtan mülâhazalardan sonra simdi sizin sorunuza geliyorum. Lise öğrencisi olduğum sıralarda, o zamanın ölçülerine göre, okuduğum en doyurucu ve ilim kokan kitaplardan birisi müteveffa Peyami Safa’nin “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı kitabıydı. 1938’de Kanaat Kitabevi tarafından basılmış, fiyatı da yüz kuruş, yani 40 açma veya 60 tane simit alınabilir bu parayla. Herhâlde 100 kuruşu, yani bir lirayı öderken epey düşünmüş olmalıyım o zaman… Bu kitap hâlâ dikkatle okunması gereken kitaplardandır. Kitabın 18. sayfasında İslâmcı Süleyman Nazif ile Türkçü Ahmed Ağaoğlu arasındaki bir tartışmadan söz ediliyor. İşte ben o kitabın 19. sayfasını okurken sizin gibi şaşırdım. Süleyman Nazif, Ahmed Ağaoğlu’na hitaben “… Bugün bir kerimem olsa putperest kalmış bir Türk’e, hattâ bir şiîye tezvic edemem. Fakat bir Arap, bir Kürt, bir Çerkez, bir Lâz, bir Tatar, bir Hintli, bir Cavalı benim makbul bir damadım olabilir…” diyor. Değil putperest kalmış bir Türk’e, bir Şiî Türk’e bile kızını vermeyecek olan ve tabiî böyle gelin de almayacak olan bir zihniyet bana çok ters geldi. Henüz özbeöz Türk olan Alevîlerin Sünnî Türkler tarafından dışlandığını bilmiyordum. Bunu sonraları öğrenecek ve Sünnî Türklerin Türklük anlayışını anlayamayacaktım ve hâlâ da anlayamıyorum doğrusu. Alevî kardeşine kem gözle bakan bir Sünnî Türk tabiî ki bir Gagavuz’a sempati duyamazdı ve duymuyor da, lâik entelektüeller hariç… Daha o zaman, bir lise öğrencisi iken şu kesin kanaatim oluştu: Ben bir Türk’üm ve dinî inancı (ateist dahi olsa) ne olursa olsun bütün Türkler benim kardeşimdir. Tabiî ki, kötü Türkler de olabilir. Ama yine de onlar benim kardeşimdir. Gençlik yıllarımın Turan konsepti de böyle idi, yani Hrıstiyandı, Müslümandı, Sünnî idi, Şiî idi, Şamanistti diye bir ayrım yapılmazdı. Bilmem, Reha Oğuz Türkkan ve Altan Deliorman ne derler? Araplaşma virüsünün daha az etkisinde kalmış olan Kazan-Kırım-Azerbaycan Türklük anlayışı da böyledir sanıyorum. İkinci sırada, yani Türklerden sonra yine dinî inancı ne olursa olsun, iyi, doğru ve güzel (fizik güzelliği kasdetmiyorum) insanlar gelir. Bu bakımdan iyi, doğru, güzel bir Müslüman, Hristiyan, Musevî, Budist, putatapar veya ateist benim saygı duyduğum veya sevebileceğim insanken, kötü bir Müslüman, Hrıstiyan, Musevî, Budist veya ateist benim için sayılmaz ve sevilmez bir insandır. Yani önceliği Türkler ve Türklük’e verdikten sonra insanları dinlerine göre değil, fakat “iyi, doğru, güzel” ölçütlerine göre değerlendiririm. Meselâ bir Albert Schweitzer, bir rahibe Tereza, bir hemşire Florence Nightingal e güzel Hristiyanlardır. Şimdiki Dalay Lama da iyi bir Budisttir.

Bildiğiniz gibi son çeyrek asır esnasında bir “kimlik” meselesi öne çıktı veya çıkarıldı. Ve de bir “üst kimlik” zuhur ett. Tabiî “kimlik” denince cebimizdeki hüviyet kartını anlamamak gerek. Kasdedilen “şahsiyet”, “kişilik”tir. Yani bir insanın mânevî dünyasının tamamı. Bir insan bu kişiliğin parametrelerine göre algılar, düşünür, tavır alır, davranır vs. Bu kişilik genelde yerel (millî) olan kültür ile genelde uluslararası olan medeniyet tarafından oluşturulur. Yine genel olarak, kültürel kişilik oldukça kaba olabildiği hâlde medenî kişilik daha rafinedir. Acaba “üst kimlik” ne tarafından oluşturulmalıdır? Süleyman Nazif’te bu kimlik, dinlerden biri olan İslâm dini tarafından oluşturulmuştur. AKP, başındakileri ve çekirdek kadrosu ile bu kişilikle donatılmıştır. Yani bir AKP’li, kızını bir Hristiyan Türk’e asla vermeyeceği gibi bir Şamanist Türk’e de vermez. Bir Müslüman olan Şiî Türk’e de vermez. “Türkiyelilik” havasındaki AKP bir tarafa bırakılırsa üst kimliğini İslâm ile tanımlamış olan herhangi bir Türk de Müslüman olmayan bir Türk’e sempati duyamaz, hattâ onu düşman gibi görür veya görebilir. Ama eğer bir Türk’ün üst kimliği herhangi bir din değil de Türklük ise tabiî ki durum değişir. Ben eskiden beri Türkçü olan bir dergide yazdığıma göre üst kimliğimin Türkçülük olması doğaldır. İlk bakışta mantıksız gibi, gereksiz yazılmış gibi görülen yazının giriş bölümü de şimdi yerine oturmuş oluyor. Ben aklı ön plânda tuttuğuma göre, bir dinin benim üst kimliğim olması düşünülemezdi. Evet ben önce ve daima Türk’üm ve Türkçüyüm. Onun içindir ki “Türk-İslâm-Sentezi” denilen teze karşıyım. Çünkü İslâm, Türk’ü eritmektedir, kanaatindeyim. İşte, İslâmcı kesime “ben Türk’üm!” dedirtemiyorsunuz. İslâmcı denen medya Türk’ün kafasını cemaatlaştırarak Araplaştırmak çabasında. Hayrettir ama, Lawrence olayında bile lâfı evirip çevirip Arapları aklamak, Türkleri suçlamak yolundalar. Ortodoks Hristiyan Eftim Erenerol, Turgut Erenerol, Sevgi Erenerol gibiler “ben Türk’üm!” dedi ve diyor, Türklük lehine dindaşlarına karşı çıkıyor da bir Erbakan, bir Erdoğan “ben Türk’üm!” diyemiyor, Erdoğan “Türkiyeliyim!” diye geveliyor. Bugün AKP saflarında hattâ bakan olan eski Türkçüleri anlamak mümkün, çünkü sentezin İslâm’ı onların üst kimliklerini bozdu. Yarın Müslüman Araplara karşı bir savaş olsa ben arkamda bir Erbakan, bir Erdoğan olmasını istemem ama “ben Türk’üm!” diyen bir Hristiyan’a, bir ateiste güvenirim! Onun için Türk’ün seküler düşünmesi gerek. Türkçülük’ün ve Turancılık’ın bir şartıdır sekülerlik. Sanıyorum benim dışımda bir de Orkun yazarlarından Turan Kazanlı bu tezin Türklük için sakıncalı olduğu kanısında.

Ben zaten kendilerine XX. yy. sonunda “aydın” diyen kişilerin dinî motifli bir sentez aramalarını aydınlık ile bağdaşır bulamıyorum. Çağdaş hiçbir Almanın aklına Alman-Hristiyanlık-Sentezi gibi bir fikir gelmez. Daha XVIII. yy. Batısı, kafasını analiz edip sentezdeki din unsurundan kurtularak “Aydınlık”a ulaşırken bizim kendilerine “aydın” yaftasını takanlar 200 yıl sonra eski sentezin zararlarından kurtulmanın ve böylece muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın yollarını arayacakları yerde denenmişi deneme yoluna gittiler, belki de aydınlık kafalara yakışmayacak şekilde Amerikan “yeşil kuşak” tuzağına düşerek. Bu meyanda şunu da eklemek isterim. Özellikle Müslüman dinci ve İslâmcı kesimler Türklük’e bir İslâm’ı – hattâ canı bahasına – korumak ve kollamak misyonu yüklüyorlar ki, bu hem mantıksız hem de zararlıdır. Mantıksızdır, çünkü bu ifadeyle Tanrı zımnen kendi gönderdiği dini kendisi koruyamayıp yine kendi yarattığı insana muhtaç sayılmaktadır, ki din mantığı açısından şirktir, yani insanı Tanrı ile eşdeğer addetmektir. Ayrıca istisnasız tüm Arap âlemi Türklere düşman ve hattâ Türkleri kötü Müslüman sayarken ve gerek İslâm peygamberinin Arap gerekse de Kur’an dilinin Arapça olduğu düşünülürse herhâlde bu misyon, yani İslâm’ın korunması ve kollanması misyonu bizden önce Araplara düşer. Türklerin böyle bir misyonu asla yoktur ve olmamalıdır, halk deyimi ile dolduruluşa getirilmeyelim. Biraz konumuz dışında ama sırası gelmiş veya gelmemişken şunu da ilâve edeyim: İslâmiyet’i kabul ettikten sonra (Türkler arzuları ile kitleler hâlinde Müslüman oldular savı en azından tartışmalıdır!) yeni bir ruh kazandılar, bu ruhu onlara İslâm verdi, şeklindeki yorum da hatalıdır, yanlıştır. Türk, şu veya bu sebepten yeni topraklar ele geçirmek istiyordu. Türk’ün yüzü şu veya bu sebepten Batı’ya dönüktü. Batı ise tesadüfen Hristiyandı, kâfirdi! Acaba Batı Müslüman ve de Türk yeni bir Hristiyan olsaydı durum değişir miydi? Hayır, değişmezdi! Hattâ -bir kafa cimnastiği yapayım- Türk şamanist kalsaydı durum değişir miydi? Hayır! Türk’ü Batı’ya yönelten esas faktör din değildir, nitekim Attilâ’nın da motifi din değildi. Osmanlı, Batı’ya geçmeyi kafasına koyduğunda Rumeli’de Peygamber soyundan Müslümanlar olsa bile onları süpürür geçerdi! İstilâ tutkusunun kendi felsefesi vardır; Timur Anadolu’ya gelir, Yavuz Mısır’a gider, Saddam Kuveyt’e! Hristiyan boğazlaşmasını da yazsam bu yazı kitap olur! Şunu da eklemek istiyorum. Pozitivist kafam ikide birde büyük dinlerin insanlığa huzur mu yoksa huzursuzluk mu getirdiğini sorar durur. Yanıtını vermeyeceğim… Ancak dinlere politika, menfaat, ihtiras gibi pislikler bulaştığında dinler maksat ve gayelerinden, yani insanlara huzur vermenin aksine, huzursuzluk unsuru durumuna indirgenmektedirler. Makro misâllerden sarfınazar, daha dün lâik Cumhuriyet’in politize olmuş tahsilli(!?) dinadamı(!?) durumundaki devlet memuru imamlarının, fikirlerini beğenmedikleri iki üniversite hocasının cenaze namazını kıldırmayacaklarını, yani Orta Çağ Hristiyanlığının tarihe gömülmüş çirkinliklerinden birini tekrarladıklarını, aforoz ettiklerini mikro misâl olarak zikredebilirim. Oysa ki benim bildiğim kadarıyla teorik İslâm kimin takdir ve kimin tekdir olunacağını Tanrı’nın takdirine bırakıyor, İslâm’da zaten mevcut olmayan ruhban sınıfına, yani Hristiyanlığın papazına tekabül eden imam-hatip mezunu profesyonel imamlara değil… Kaldı ki esas mesele imam veya ilâhiyat profesörü olmak değil, mesele “din adamı” olmak, işte zor olan da bu…

Ara sıra medyada dinler arası diyalogtan söz edilir (ki dinci medya şiddetle karşı çıkmaktadır!) ve buna Diyanet İşleri Başkanlığı da katılır. Ben diyorum ki dinler arası bir diyalog gibi makro bir çalışmadan önce biz Türkiye Türkler’i mikro düzeyde sayılabilecek bir çalışma yapalım ve önce sünnî mezhepler arası sonra Sünnî-Alevî arası ve daha sonra da çeşitli dinlerdeki Türkler arası diyalogu gerçekleştirelim. Önce kapımızın önünü temiz tutalım. Ortak paydamızın Türklük olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Bu da ancak Mustafa Kemal’in dâhice öngördüğü ve uyguladığı mutlak lâisizm ile mümkündür. Türk Müslümanlığını benimsemiş Türkler (aksi meselâ AKP’nin benimsediği Arap Müslümanlığı’dır), Türkçe (Türk’e yakışan bağlamında) bir jest yaparak Gagavuz ve Çuvaş gibi kardeşlerimizi (asla onları islâmlaştırmayı ima dahi etmeden) bağırlarına basmalıdır. İşte bu kültürel zenginliktir. Unutmayalım ki, aramızda ve hattâ başımızda “ben Türk’üm!” demeyenler varken özellikle Gagavuz kardeşlerimiz “biz Türk’üz!” diye haykırıyorlar! Türk’ün sesi dininden değil bağrından (Türklük şuurundan) çıkar, Kurtuluş Savaşı’nda TBMM önünde haykıran Papa veya Baba Eftim gibi… Ve işte bu ses Türkçe’dir!

Bu vesile ile çok büyük çoğunluk olarak Müslüman olan Türklük’ün, İslâm’ın Orta Çağ kurumlarından ve yorumlarından kurtarılması gerektiğini vurgulamak isterim, yani İslâm’da reform şarttır. “İslâm’da reform olmaz!” önkabulu yanlıştır, bilimsel dayanaktan da yoksundur, insanların huzurunu gerçekleştirmesi gereken dinin maksadına da terstir. Meselâ dindar kesimin aklını karıştıran şu faiz sorununu ele alalım. Kur’an’daki faiz ile bugünkü faiz arasında hiçbir benzerlik yoktur. Banka sisteminin olmadığı, tasarrufların üretime katılmadığı bir çöl ortaçağının murabahacı faiz anlayışı ile bugünün hattâ süper ihtisaslaşmış ticaretinin ve endüstrisinin üretime yönelik faizi arasında hiçbir benzerlik yoktur. Faizsiz bankacılık ise din tüccarlarının dindarlara kurduğu, şark kurnazlığı şaheseri bir tuzaktır. Bugün artık her kelimenin ve her kavramın bile kendi zaman dilimi ve konteksti içinde ayrı bir anlam taşıdığını biliyoruz. VII. yy. çöl faizi ile bugünkü faiz kesinlikle aynı faiz değildir ve dinsel mantık ve öğreti açısından kesinlikle haram değildir! Namaz, secde kaldırılarak günün müsait bir zamanında -sağlıklı olanlar için- ayakta birkaç dakika süreyle ve bundan önceki namazdan beri yapılanların, çağcıl “İyi-Doğru-Güzel” kriterlerine göre bir muhasebesi olarak günde bir defa icra olunabilir. Oruç, aç durarak değil fakat ayda bir gün o kişinin en fazla bağımlı olduğu maddî ve/veya mânevî alışkanlığından gün boyu uzak durması şeklinde formüle edilebilir, nefis kontrol ve eğitimi olarak. Hac ise yılın herhangi bir gününde uygar ve sade bir giysi ile saygı ziyaretine dönüştürülebilir ve kurban kesme, hele bugünkü ilkelliği şekliyle kaldırılır. Şahsî kanaatim özellikle Kâbe tavafının biraz putataparlık hatırlatmasıdır. Zekât ve çağdışı kurban kesme hususları ise ulusal ve uluslararası insanî yardım kuruluşlarına, insanların dinî inanışlarına dahi bakmaksızın, aynî ve parasal yardıma dönüştürülebilir. Erkeklere yönelik çok eşlilik hakkı ise tamamen çağ dışı ve çirkindir; ve üstelik sevap değil günah, helâl değil tam bir haram, ilk zamanlarda bile hatalı bir uygulamadır. Savaşta ölmüş erkeklerin mevcut ve müstakbel eşlerini korumak için neden onlarla başka erkeklerin evlenmesi gerektiğini anlayabilmiş değilim. Ya kadın kıtlığı olursa ne olacak? Doğuştan kıskanç ve çoğunlukla monogram yaradılışlı kadınların bu düzenden mutluluk duyduklarını ileri sürmek gerçeği inkâr olur. Türban meselesi, bazı kadınların da (ki bunun da psikolojik ve sosyolojik izahı ve nedeni var!) ısrarına rağmen bir geri kafalı veya politik rant amaçlı erkek dayatmasından başka birşey değildir, çağ dışıdır, işkencedir… Bugün kadın saçından tahrik olacak erkek yoktur. Aksi takdirde televizyonlardaki şampuan reklamlarındaki şahane saçlar müstehcen sayılmalıdır! Dinler, toplum hayatında çok önemli roller oynayan müesseselerdir. Ayak takımının ve örümcek kafaların, din tüccarlarının, politikacıların tasallutundan kurtarılmalıdır, şeklen de (çarşaf/türban/minare hoparlörleri), içerik olarak da (faiz/şarap.vs.)! Dünkü ve bugünkü (tembel ve korkak kafalı) yorumu ve (menfaata dayalı, içtenliksiz) uygulaması ile İslâm, bireyin hayâl gücünü dondurmaktadır. Hayâl gücü ise sanat, icat ve keşiflerin, yani ilerlemenin ilk koşuludur. Prof. Ebu Zeyd’in dediği gibi İslâm kafasında herşey haram-helâl alt programından vize almak zorundadır. Onun içindir ki İslâm bir Jules Verne çıkaramaz, İslâm’da ve Türkiye’de sofistike cinayete bile rastlanmaz! Evet, bin dört yüz yıl öncesinin şartlarını bugün de var sayıp ona göre amel etmekle, bin dört yüz yıl önceki tıbba göre teşhis ve tedavi etmek arasında fark yoktur. O çağın insanının ne ağzında diş vardı ne de doğru dürüst görüyordu, ortalama otuzuna varmadan da ölüyordu.

Kısacası, dinler maksatlarına, doğuş sebeplerine dönüştürülmelidir, diyorum. Yani, “İyi, Doğru ve Güzel İnsan” eğitilmesine… Tanrı’sız dinlerin misyonu da budur, çok Tanrı’lı ve tek Tanrı’lı dinlerin de… Kur’an’ın en azından bazı hükümlerinin belirli ortam, belirli zaman dilimi ve belirli bir olay için geçerli olduğu kabul olunmalıdır, ki bazı ayetlerde bu açık-seçiktir zaten. Ayrıca Kur’an daima ve öncelikle insan lehine yorumlanmalıdır, teorik olarak sonuçta insan bir mazlum konumundadır.

İşte -istemeyerek de olsa- bir misâl ile tavrımı somutlaştırayım: Dünyanın tüm fauna ve florasına saygılıyım. En hoşlanmadığım yaratıklar olan, yılan, akrep ve örümcek gibi varlıkları dahi öldürmek zorunda kaldığımda üzülürüm. Onun için de insan denen varlık söz konusu olursa pek çok üzülürüm. Ama, Türk’le ve Türklük’le savaşmaya kalkan kimse, ister Muhammed soyundan Müslüman, ister İsa soyundan(!?) Hristiyan, ister İbrahim soyundan biri olsun onu savaş dışı bırakırım! Çünkü benim üst kişiliğim Türklük’tür. Din, mezhep, ideoloji vs. gibi alt kimlikler ile Türk’ün Türk ile vuruşmasını ise düşünmek bile istemiyorum. 12 Eylül 1980 öncesi sağ-sol çatışması, çatışmanın yöntemleri ve nitelikleri Türklük açısından utanç vericidir ve her Türk meşrebi ne olursa olsun bu dönemi serin kanlılıkla ve ibretle incelemelidir, ders almalıdır…

Tekrarlıyorum: Benim üst kimliğim Türklük’tür! “Türk’üm! diyorum ve ne mutlu bana”! Umarım, benim gibi Türkler çoğunluktadır… Ve din, mezhep ve tarikat gibi kriterlere itibar ederek kendine bu bakımdan uymayan kişiyi dışlayan bir Türk nasıl Türkçü olur, onu da anlamam mümkün değil… “Din Kardeşliği” hiçbir dinde yürümemiştir. “Zillullah-ı fil âlem” Osmanlı halifesi de yürütemedi, Türkiye Cumhuriyeti de, Azerbaycan hariç diğer Türk Cumhuriyetlerine ve düzinelerle “Din Kardeşleri”ne(!?) soykırımından kurtulan Kıbrıs’ı tanıtamadı. Ekim başında New York’ta düzenlenen İslâm Konferans Örgütü de Kıbrıs Rum Kesimini inadına tanıdı ve sadece Azerbaycan ve Pakistan karşı çıktı! Hristiyanlar da birbirini boğazladı, Müslümanlar da… ”Irk Kardeşliği” daima güçlü idi ve güçlüdür de diyemiyorum, ama daha güçlü olmalıdır diyorum. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, diye bir tecrit yolu da seçmiyorum, çünkü henüz Türk’ü Türk’e sevdirdiğimiz şüpheli, aramızda kara kediler var, din, mezhep, ideoloji gibi…

Sonra acaba, bizler, yani kendilerine “Türkçü” diyenler aslında “İyi Türk” müyüz? “İyi Türk” nasıl olur? Bazılarını, meselâ “din tüccarı” diye suçlarken biz de bazılarının (politik/maddî vs.) yararları uğruna manüpile edilmiyor muyuz? “İyi Türk” için “İyi Vatandaş” ve “İyi Dünyalı” ile müşterek ve ayrılan noktalarımız nelerdir? “Türkçülük!” dediler veya dedik, öldürdük ve öldük, öldüreceğiz ve öleceğiz de… Ne için öldürdüğümüzü ve öldüğümüzü iyice düşündük mü? Öldürmek ve ölmek mi erdem, yoksa yaşamak ve yaşatmak mı? Türk korkulan mı olmalı, yoksa sayılan mı? Şimdilik şunu söylemekle yetineceğim. Korkutan, ölen ve öldüren Türk olmak kolaydır. Ama saydıran, yaşayan ve yaşatan Türk olmak zordur. Ben, saydıran, yaşayan ve yaşatan Türk’ten yanayım… Umarım yalnız değilimdir…

 

Orkun'dan Seçmeler